İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Abel

Ölümle tanışmadan bir gün önce…

Tanrının, insanoğlunu ölümlerinden sonra yeniden yarattığı topraklardır burası. Sevdiği, yaşamak için bir şanslarının daha olmasını istediği kullarının yeniden, sevgiyle yaratıldığı topraklar. Birini sevdiğini nasıl anlarsın? Kalbini ısıtır değil mi? Tanrı da kalbini ısıtan kullarını, bu topraklardan yaratır işte. Çukurova, bu yüzden kavurur insanı sıcağıyla. Tanrının sevgi dolu kalbinin yansımasıdır topraktan çıkan o kavurucu sıcaklık.

Anlamıyorsun değil mi? Sence kitaplarda anlatılan yemyeşil ağaçlar, masmavi nehirler, ırmaklar, muhteşem güzellikteki ve bolluktaki meyveler nerede var? Cennette. İşte Çukurova, tanrının sevdiği kullarına, yeryüzünde yaşattığı cennetin ta kendisidir. Peki sen ne için geldin? Beni cennetimden koparıp cehenneme mi götüreceksin? Yine mi susacaksın? Dinle o zaman. Hikâyemi en baştan dinle, belki o zaman yolculuğumuzun sonunda nereye varacağımızı bilebilirsin.

Dünyada bin bir renk ve koku vardır ama en güzeli dedikleri, anne kokusunu ve sıcaklığını yaşayamadım ben. Babam, o hiç bilmediğim ama hep çok özlediğim kokunun yerine bana türlü türlü toprak kokusunu öğretip sevdirdi. Her insanın kokusunun farklı olduğu gibi toprak kokusu da farklıdır birbirinden. İçine sinen duygular, farklı kılar her bir toprak parçasını. Annem beni doğururken ölmüş. Dedim ya anne kokusu bilmem diye. Aslında bilirim. Mesela annemin toprağının kokusu tektir ve eşsiz güzelliktedir. Birçoğu bilmez ama her bir mezarın kokusu farklıdır. Her insan, içine girdiği o toprak parçasına, yaşanmışlıklarından arda kalan kokuyu bırakır. Mezarlardan, tüten ruhlarının kokuları yükselir. Bazıları hüzün kokar, bazıları pişmanlık. Huzur kokanların üzerindeki çiçekler hiç solmaz. Tüm bu kokuları alabilen benim gibilere ne mutlu. Nereden öğrendiğimi merak ettin değil mi? Anlatacağım…Önce bir babama bakıp geleyim. Belki bir isteği vardır.

Kimsemiz yok bizim. Bir babam bir ben. Annem öldükten sonra, babam beni bir çocuk yurduna bırakmayı düşünmüş fakat sonrasında kıyamamış. Bu düşüncesini bana utanarak itiraf etmişti ilk gençlik yıllarımda. “El kadar bebeye nasıl bakabilirim?” diye korkmuştum demişti. Korkusunun yersiz olduğunu yıllar içinde fark edip tanrıya hep şükretmiş beni vermediği için. Nereye gitse beni yanında götürürdü babam. Zaten hep çalışmaya giderdi. Günün sonunda döndüğümüz bir evimiz hiç olmadı bizim. Babamın çalıştığı yerlerdi evimiz. Nerede çalışıyorsa orada uyur, hiçbir yere ait olamazdık.

Kendimi bildim bileli, babam toprakla uğraşır. İşi gücü toprak. Şu yaşıma geldiysem, toprağın bize sunduklarıyla geldim. Babamın deyişiyle ben el kadar bebe iken, kendisi çalışırken toprağın sıcağı sarıp sarmalamış beni. Koyarmış beni tuzluk gibi bir köşeye, artık o gün ona ne iş verildiyse o işi yapıp da gelesiye kadar beklermişim onu öylece. Sesim çıkmazmış. Tarlalarda çalışan işçi kadınlar benim sağır ve dilsiz olduğumu söylermiş çeşme başlarında sohbet ederlerken. Babam da duyarmış bu söylenenleri ama hiç kulak asmazmış. Akşam olup da ikimiz tek kaldığımızda duyuyormuş o sesimi. Hiç ağlayan bir çocuk olmamışım. Bir kişi bile ağladığımı duymamış.

Annemle babam bu bereketli toprakları işlerken tanışmışlar. İncirlik’te görev yapan bir Amerikan askerinin, özendiği portakal bahçesi hayalini gerçekleştirmek için işe alınan işçilerdenlermiş. Babamı, orada görev yapan bir Türk tercüman tavsiye etmiş. “Elini değdirdiğini yaşatır, toprağa can verir.” demiş babam için. Yıllar içinde o bahçe için çalışan, bir annem bir de babam kalmış. Amerikalı adam, bahçenin ortasına kendisine ev yaptırmış, babam için de bir müştemilat. Babam bahçe ile, annem ise ev ile ilgileniyormuş. Ağaçlar büyürken, babamın kalbinde başka bir şeyler filizleniyormuş; “Aşk!” Bu kısa sürede fark edilince Amerikalı patronları, ikisini evlendirmiş. Müştemilata yerleşip, babam evin bahçıvanı, annem ise evin hizmetlisi olarak çalışmaya devam etmişler. Sonra annem bana hamile kalmış. Sıkıntılı bir hamilelik süreci olmuş ve ben, beklenenden çok daha erken gelmişim. Babam o günü hep boncuk boncuk ter dökerek anlatır; “Yazın en sıcak günüydü. Bahçede, ağaçların bakımını yapıyordum. Doğuma daha çok vardı bu yüzden hiçbir tedbir almamıştım henüz. Evde kimse yoktu. Araba da yoktu. Annenin koşarak ve bağırarak bana doğru geldiğini gördüm. Hava o kadar sıcaktı ki, yerin ısısıyla uzaktan gelen annenin, gördüğüm bir serap olduğunu düşünmüştüm. Fakat yaklaştıkça, kulağımda sesi yankılanıyordu. Bana ulaşamadan karnını tutup dizlerinin üstüne düştü. Elimde ne var ne yok bırakıp yanına koştum. Bacakları kan içindeydi, elbisesi sırılsıklam olmuştu. Onu öylece bırakıp yola doğru koşmaya başladım. Belki bir araç bulurum hastaneye yetiştiririz diye. Bir tane araba, bir tane traktör geçmez mi? Geçmedi. Geriye döndüğümde annen kanlar içinde yerde yatıyordu. Önce gördüğüm manzaranın bir kâbus olduğunu ve birazdan uyanıp gerçek olmadığını anlayacağımı düşündüm. Fakat her şey gerçekti. Annen, ben geri dönesiye kadar seni doğurmuş, kucağına almış ve sanki sonrasında yere uzanmıştı. O şekilde ne kadar kaldım bilmiyorum. Patronun ve karısının çığlıkları ile kendime geldim. Geldikleri gibi, anneni ve seni arabaya atıp çıkıp gittiler. Ben orada kalmaya devam etmiştim. Henüz şoktan çıkamadan ellerinde bembeyaz bir kundağa sarılı bir şekilde seni getirdiler bana. Anneni sordum. Başlarını öne eğdiler. Zaten anlatsalar da ne anlayacaktım ki?”

Babam kendine gelene kadar bana evin hanımı bakmış. Sesim hiç çıkmadığı için beni bir meleğe benzetip adımı “Abel” koymuş. Abel, cennetin sorgu meleği demekmiş…

Sahi, hiç bahsetmedin, sen hangi meleksin, senin görevin ne idi?  Yine konuşmayacaksın değil mi? Neyse, ben devam edeyim…

Babam bu isme hiç itiraz etmemiş fakat orada daha fazla yaşamak istememiş. Toprağa can verir diye alındığı işe, canının bir parçasını verip kucağında el kadar bebeyle ayrılmış oradan. Sonrası ise hep aynı. Babam nefes aldıkça toprağa can vermeye devam etmiş. Yalnız şartlar artık o kadar kolay değilmiş tabii. Ben sessizce, büyüttüğü ağaçlarla birlikte büyümüşüm hep. Hatırlarım da bir gün babam çalışırken yanıma sarı saçlı mavi gözlü bir kadın gelip bana çikolata uzatmıştı. Çukurova Belgeseli çekmeye gelen gazeteci kafilesinden biriymiş. Kadını görünce simsiyah gözlerimi kocaman açıp kadına bakakalmıştım. Hayatımda ilk kez sarı saçlı, beyaz tenli birisini görmüştüm. Ben dahil, çocukluktan beri gördüğüm herkes kavruk tenliydi. Güneş ile toprak arasında yaşayan insanlardık biz. Belki de güneşin yeryüzündeki gölgeleriydik. Haliyle esmerdik ve parıldayan zümrüt gibi gözlerimiz vardı. Tıpkı geceleri, çocuklarla damda oynanılan, ilk kimin yıldızı kayacak oyunundaki yıldızlar gibi parlardık günün her saatinde. Yaşım ilerledikçe hayatımı sorgulamaya başlamıştım. Sorgu meleğiyim ya ben, sahi senin görevin neydi, yine cevap vermeyeceksin kesin, neyse…Sorguladığım şey şuydu; “Ben bu dünyaya neden gelmiştim?” Belki de babamı hayatta tutmak için gönderilmiştim. Kendimi bildim bileli, babamı hep çalışırken gördüm. Yeşerttiği toprakları sanki ruhuyla besliyordu. Bu yüzden çabuk yaşlanmış, yıllar geçtikçe ellerinde ve yüzünde derin çizgiler oluşmuş, tıpkı kurak topraklara benzemişti. Sadece bana sarılıp sevince ya da bakınca yeşeriyordu ruhu. Gözleri, Seyhan Nehri gibi berraklaşıyor, bana günün ilk saatinde doğan güneş gibi yakmadan, tatlı bir sıcaklık ile sarılıyordu. Her nereden bulduğunu hiç anlamadığım kitaplar veriyordu bana. Ben hiç okula gitmedim ama babamın bana verdiği kitaplar sayesinde bu günleri görebilip, iki kelam edebiliyorum. Hem zaten hiçbir okulda öğretilmez bu toprakların kokusu, hiçbir ders kitabı anlatamaz o içimizi özlemle dolduran, nisan aylarında açan portakal çiçeklerinin renklerini. Bu memlekette kar yağmaz ama sokakları, ağaçlardan düşen beyaz portakal çiçekleri süsler kar taneleri gibi. O ağaçların arasında dolaşıp, yoldan geçen arabaların tekerlerine atılan turunçları patlatmanın heyecanını, hiçbir sınav veremez. Gurbette okumaya da gitseniz, bu şehirde yaşarken bile bu şehri özlemini çekmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz.

Babam, ilmek ilmek işliyordu beni, her şeyi öğrenmemi istiyordu, belki de okula gönderme şansı olamadığı için kendi çapında bir eğitim vermeye çalışıyordu bana. Hesabı kitabı da o öğretmişti, okumayı yazmayı da mevsimleri ve toprağı, dağı, taşı, ağacı her şeyi… Toprağa can verir gibi bana da can veriyordu. Aslında toprağa da bana da verdiği tek şey vardı;
 “Emek!”

Ne kutsal bir kelimeydi emek. Yeri geliyordu teriyle suluyordu toprağı. Yeri geliyordu gölgesiyle yeşertiyordu fidanları… Peki ya beni? Yaşadığı tüm zorluklara ve yorgunluğuna rağmen beni tek başına büyütüyordu. Çocuklar, bu dünyada emeğin geleceğe yansıttığı aynalarıdır. Tıpkı fidanlar gibi. Toprak ise, bu dünyada emeğin gelecekte yeşerteceği umududur. Tıpkı çocuklar gibi.  Ne ekersen onu biçersin sözü işte tam olarak buradan gelir. Babam böyle bir insandır işte, tanrının sevdiği kulu, Çukurova’nın topraklarını yeşerten, ellerine bulaşan tanrının sevgi dolu sıcaklığını bana sarılarak yansıtan bir emekçidir.

Ne o? Gözlerin mi doldu? Siz melekler ağlar mıydınız? Yalnız ben ağlayan birine bakamam, benim de ağlayasım gelir. Ben bir babama bakıp geleyim belki susamıştır…

Geldim, çok bekletmedim umarım. Babam artık çok yaşlandı. Yıllardır çalıştığı patronları ona kıyıp da iş vermiyor artık. Gel misafirimiz ol, istediğin kadar müştemilatta kal, canın isterse hobi olarak uğraş bahçede dediler ama babam kabul etmedi. Peki ne yaptı biliyor musun? Ne yaptı ne etti, kendini annemin yattığı bu mezarlıkta işe sokturdu. O yüzden biz de artık bu kulübede kalıyoruz. İzin veriyorlar. Zaten kimse cesaret edip de kalamıyor burada. Babam burada gerekirse mezar kazıyor, gerekirse o mezarlara çiçekler ekiyor, onlarla konuşuyor. Gerçi ölülerle de konuşuyor olabilir orasını pek anlayamadım. Ağaçlarla da yakından ilgileniyor, yani burayı da cennetten bir köşe yapma yolunda ilerliyor. Bakma bana öyle. Evet biraz garip geldi bu tabir değil mi? Ölülerin yattığı her yer cennet olamaz değil mi? O kadarını bilemem ama kokuları biliyorum. Yattıkları yerlerin, toprakların hepsi farklı kokuyor. Demiştim ya anlatacağım diye. Belki anlamışsındır. Buradaki her bir mezarın kendine has bir kokusu var. Mesela anneminki… Annemin mezarı hüzün kokuyor.

“Ertesi gün, sabah 08:30”

İki gün oldu baba. Acıkmadın mı? Su bile içmedin. Sen kalkmayınca benim de kalkasım gelmiyor. Su bile içesim yok. Dün bir misafirimiz vardı. Tüm gün seni anlattım ona. Bir ara dalmışım. Uyandığımda gitmişti ya da uçmuştu. Gördün mü sen de onu? Baba beni duyuyor musun? Benim de gözlerim kapanıyor, bir şey istersen seslen, ben de uyuyacağım…

Beş gün sonra, Adana Emniyet Müdürlüğü, Cinayet Büro

Başkomiserim, ölü bulunan baba ile oğulun otopsi raporu geldi, adli tabip ölümlerin üzerinden beş veya yedi gün geçtiğini bildirmişti ilk incelemede. Otopsi raporu ile ön rapor birbirini tutuyor. Mezarlık çalışanlarının ihbarı üzerine kaldıkları kulübede ölü olarak bulunan baba Ziya Şen, beyin kanaması sebebi ile vefat etmiş. Oğlu ise, bunu söylemesi çok acı ama susuzluktan… Tanıyanların verdikleri ifadeler ile de örtüşüyor rapor. Abel Şen, engelli olarak dünyaya gelmiş, ayakları bu sebeple tutmuyormuş, babasının bakımına muhtaçmış. Hastane kayıtlarını incelediğimizde ise gencin çocukken menenjit de geçirdiğini, sonrasında gördüğü halüsinasyonlar sebebi ile düzenli olarak raporlu bir ilaç kullandığını doğruladık. Otopside ise bu ilaçlara, son bir haftada kullanmadığından dolayı vücutta rastlanmamış. Yani baba beyin kanaması, oğlu da susuzluk ve menenjite bağlı görülen halüsinasyonlar ile bilinç kaybı sebebi ile vefat etmiş. Mezarlıklar müdürlüğü, ikisinin de aynı mezar yerine, Ziya Şen’in ölen eşinin yanına gömülmesini talep eden bir yazı göndermiş. Kuvvetle muhtemel kabul edilir. Şu dünyada kimseleri yokmuş başkomiserim. Ne üzücü değil mi? Beş gün geçmiş ne arayan ne soran ne de eksikliklerini fark eden bir yakınları olmuş. Yarın defnedilecekler. Dosyayı, doğal ölüm kapsamında kapatabiliriz. Mekanları cennet, toprakları bol olsun. Melekler yoldaşları olsun.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir