Gerçek miydi, düş müydü, yoksa konu sadece anlaşılmak mıydı? Belki de anlayamadığımızı zannettiğimiz gerçekler, bizim en güzel düşlerimizdi…
Martılar, onlara sunulan balık artıklarına doğru uçuşurken çikolataya koşuşan çocuklardan farksızdı. Bir ilkokul çıkışı gibiydi hatta. Bir zamanlar çocuk olduğum yaşları düşünüyordum martıları seyrederken. Ne zaman bu kadar büyümüştüm de, geçmişi düşünüp iç geçiriyordum? Hayret bir şeydi!
Önümdeki kitaplara döndüm sonra. İki kitap birden tutuyordum. Sanki kayıp gidecekler gibi sımsıkı sarılıyordum. Martıları yemeklerini yesinler diye rahat bırakmış, yüzümü denize dönmüştüm. Kitaplarım ‘Simyacı’ ve ‘Ferrasini Satan Bilge’ idi. Lise sıralarında okuduğum bu kitapları bir kez daha adeta bir martının balığı dişlediği gibi dişleyerek okuyordum bu ara. Kitapların tadı ta ilk gençliğimden beri damağımdaydı. Öyle ki dişimin arasına birkaç sözcük bile kaçmıştı. Ağzımın içinde eveleyip gevelediğim zamanların gülünç haline bir göz kırptım kimselere çaktırmadan. Yan bankta bir çift, bir de az ötedeki bankta martıları besleyen balıkçı vardı. Hoş, üçünün de peşine düştüğü sevdasıyla beni fark edecek hali olmadığı belliydi; ama olsun. Ben insan olan yanımla, kendi kendime fark edilmekten utandım işte…
Sonra ağzımın içindeki sözcükleri şöyle bir yokladım. Az önce ziyafet çeken martılarla benzer bir hissi bölüşüyordum. Doymuştum; ama yine acıkacaktım. Martılar çığlık çığlığa o kadar özgür ve sıradan hareket ediyorlardı ki, şimdi benim de dişimin arasındaki lezzetli kalıntıyı oradan çıkarmaya hiç niyetim yoktu aslında; ama bir maydanoz fiskesi gibi öylece durmasının da insan olmanın şekilciliğine tersliği düşündürdü beni. Ne hikmetse, insanlar fark ettiğinde içten içe gülecekti. ‘Gülsün!’ diye omuz silktim sonra kendime. Gülünç durumdaydım ve bundan hiç şikâyetim yoktu. Eğleniyordum bile hatta. İlginçti!
Yine de bir şekilde o cağnım sözcüğü dişimin arasından çıkarmalıydım. Kafamın içinde hiç susmayan o ses, bana gerçek dünyadan bildiriyordu. Hayat denen döngü bir zamandan diğerine koşarken, onu bana yar etmezdi. Ben de tutabildiğim kadar tuttum onu ağzımda. Elbet bir yerde dökülüverecekti ya da ne bileyim belki yutardım. Ama başıma dert olurdu, ama taç. Bunları düşünürken en yakışıklı martıyla göz gözeydim ve ona dişlerimi gösterdim. Sanırım bu an, yeryüzünde en parladığım, en cesur andı…
.
Neden sonra uyandım. İlk iş, dişlerimi kontrol ettim. Hafızamdaki son görüntü olan yakışıklı martı, dudak kıvrımlarımda bir gülüş olarak bekliyordu. İçimden güldüm aslında; ama yüzümü aynaya döndüğümde suretim aksini sergiliyordu.
‘Olur öyle bazen, aldırma.’ dedim kendime. ‘Bazen sen çok güldüğünü hissedersin; ama dışarıdan anlaşılmaz. Aynı şey üzüldüğün durumlar için de geçerli ya hani, işte öyle bir şey. Anlaşılamamak pek dertli…’
Gün sabaha yeni yeni dönüyordu. Güneş henüz tam anlamıyla günün başladığını bildirmemişti. Ama ben uyanmıştım. Balkonumdan kendi dünyamı izlemeye başladım. Karşı balkonda bir kadın çamaşır asıyordu. Aslında komşumdu; ama evet, büyük şehrin kaçınılmaz sonlarından biri olarak, ben onu tanımıyordum. Utandığımı hissederek, sanki yanındaymışçasına, onu izlemeye başladım…
Elindeki son parça bebek çorabını da astıktan sonra sepeti kenara bıraktı. Mandalların kalanını hemen duvar dibindeki köhnemiş beyaz dolabının üzerindeki kutunun içine özenle koydu. Bir süre dolabı inceledi. Benim de onu incelediğimden habersiz, sıradan nefesler alıp veriyordu. Ne zamandır bu balkondaydı, her gün yeni denen bir güne uyanmasa unutacaktı. Günden güne, yıldan yıla rengini yitiren, kapaklarının kenarları pörsüyen şu dolabın rengini fark etmek için uyanmış gibi hissetti birden. Öyle ya, hayatında fark edeceği pek az şey vardı artık. Yalnızlığı hayatına ömürlük davet ettiği ilk günü hatırladı sonra. Bir apartmanın on üçüncü katındaydı. Balkonun camını açtı ve karnına denk gelen mesafeden aşağı doğru baktı. Her şey normalinden küçüktü. Fark etmezdi de. Nihayetinde onun da dünyası küçücük kalalı çok olmuştu. Şimdi sokaktan geçen simitçiyi, işe giden komşularını, gelip geçen arabaları ve okula giden çocukları görebiliyordu. Ve o sadece çocukların gerçek yüzünü seçebiliyordu. Ben de on dördüncü kattan, onunla birlikte izliyordum olan biteni. Aynı şeyleri mi görüyordum, bilmiyorum. Ama bence olup bitenler acıklı bir filmin senaryosuydu.
Bilmem kaçıncı kez, kendimi boşluğa bıraksam, silik suretim asfaltta anlam kazansa, görünen yüzümü bir böcek gibi, fark edilmeyen güz yaprakları gibi ezip geçseler de gün öyle başlasa diye düşündü. Bir üst komşunun balkonundan kendini yer çekimine bırakan iki yaprak düştü peşi sıra. Onların sarmaş dolaş zemine inişini izledi. Ondan başka kimse fark etmemişti bu dansı. Şey, aslında ben fark ediyordum. Ama o bunu bilmiyordu. Ve sonra, onlar kadar romantik olamayacağını düşündü. Öylesine güzel dans figürleriyle düşemeyeceğine karar verdi. Pencereyi kapatıp, içeri girdi. Balkon kapısını gün bitiyormuşçasına iki kez ısrarla kilitledi. Bugün de kendini zemine bırakmak için iyi bir gün değildi. Kahvaltıyı es geçti. Televizyonu açtı. Karşısına oturdu. Gün başlamıştı…
İçimde soluksuz bir acı hissiyle onun üzgün yüzüne baktım bir süre. Az önce aynada kendimi gördüğüm gibi, o da aslında gülüyor muydu acaba? Demek anlayamamak da böyle bir şeydi. Evin içinde silik adımlar atmaya başladım. İçimde bir yerde bir ses buraya ait olabileceğim ihtimalini fısıldasa da, aldırmadan oda oda dolaştım. Her adım sanki kendi içimde bir başka boşluğa açılıyordu. Hiç tanımadığım birinin acısını en derinden hissetmek, bana insan olduğumu hatırlatıyordu belki.
Sonra kapısında sessizlik olan bir odaya girdim. Her tarafta oyuncaklar vardı ve elbise dolabı boştu. Hep var olmuş; ama hiç hissedilmemiş bir yerin tam ortasındaydım. Emzirme sandalyesine oturdum. Yanındaki sehpanın üzerinde bir günlük vardı. Gülümsedim. Gözüm karşıdaki aynada kendime takıldığında gerçekten yüzümde bir gülümseme vardı; ama benim içim acıyordu. Sanırım bu da kendimi anlayamadığım bir anın zamana atılmış çentiğiydi…
Günlüğü aldım. Sayfalarını şöyle bir karıştırdım. 3 Haziran 2014 ile başlıyordu. Hafızamı şöyle bir yokladım; bugün tarih 3 Haziran 2020’ydi. Bu, bir annenin hiç doğamamış çocuğuna yazdığı mektuplardan oluşan bir günlüktü.
‘Sen hiç bu dünyaya gelemedin. Ben kokunu bile tanıyamadım; ama seni çok seviyorum canım kızım.’
diye başlıyordu.
Bir an aklım rüyamdaki sarılırcasına tuttuğum kitaplara gitti. Simyacı’da geçen bir paragraf, şimdi ruhuma sesleniyordu:
“Tanık olduğu şeyler tedirgin etmişti onu. Evrenin Ruhu’na dalmıştı ve bunun bedelini kendi hayatıyla ödeyebilirdi. Büyük bir kumar oynamıştı. Ama Kişisel Menkıbesinin peşine düşmek için koyunlarını sattığı zaman da büyük bir tehlikeyi göze almıştı. Ve devecinin dediği gibi, yarın ölmek başka bir gün ölmekten daha uygun olurdu. Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Her şey yalnızca tek bir sözcüğe bağlıydı: ‘Mektup.’”
Gözümün önünden çelimsiz kareler akmaya başladı. Az önce balkonda asılan bebek elbiseleri bu küçük kıza aitti. Kadın, bunca yüksekten sadece çocukların yüzünü seçmek için bakıyordu dikkatle aşağı. Ve bir şekilde ölmek istiyor; ama ölemiyordu. Birini bu kadar yakınından izlerken bile tam olarak anlayamayacağımı yutkunarak kabul ettim.
Parantez içi yaşanan hayatlardı bunlar. Oysa parantezin dışında kalan uçsuz bucaksız bir gökyüzü vardı…
Çığlık atmak istiyordum.
Sustum.
Evime döndüm.
Mutfağa geçip kendime bir kahve hazırlarken, ağzımın içinde yuvarlanan sözcükleri şimdilik yuttum. Kahvemden bir yudum alırken gözüm mutfak balkonuna takıldığında onu gördüm. Yakışıklı martı, gülümsüyordu. Hissettiklerim gerçek miydi, düş müydü, martının yüzünde bir cevap aradım. Ama martı sadece gülümsüyordu. Sonra ‘Bir martı gülümsüyorsa, gerçekten gülümsüyordur.’ dedim kendimde ve akan zamanı yaşamaya karar verdim.
Bugün en azından onu anlayabilmeme, dokunamayacağım hayatlardan uzaklaşırken daha az üzülmeye çalışmama, gerektiğinde yutkunabilmeme hayran kaldım.
Çünkü işte hayat belki de böyle bir şeydi.
Sen gülüyordun ve belli ki bu pek anlaşılmıyordu…
Yazan: Damla Karakuş
Yazılan konuyu baştan sona kadar okudum gerçekten çok sürükleyici olduğunu gördüm devamını dilerim hoşça kalın , inşallah devamı gelir.
Duygu yüklü yazınız için teşekkürler , merakla takipteyim 🙂
Instagramda yazdıklarını okuyup seven biri olarak kurguladigin ve merkeze aldığın Martı ” dünkü yazdığın kabak betinlemesi ” tadını vermedi. Özellikle benim gözümde abartılmış bir kitap olan Simyacı güzel kurguna yakışmadı. Daha özgün daha kaliteli bir kalrmin var. Olsun ! Arada kurgu ve his aynı ahenkte olamayabiliyor ama ben en üst seviyede tutarak yorumluyorum. Her halükarda cok güzel , 90’ların havasında bir kalemin var. Cok sevdim.