Yazan: Banu Akeloğlu
Bir gün seni öldüreceğim biliyorsun değil mi? Bana yaptıklarının hesabını ölerek ödeme diye, bunu hep erteliyorum. Karşıma çıktığından beri beni aşağıladın, yok saydın, karanlık sokaklara attın. Senin yüzünden beni dövdüler, hatta öldüresiye. Tecavüz ettiler, saçlarımdan sürüklediler, ruhumun ışığını söndürdüler. Tüm bunların ardından içimdeki kötülüğü büyütüp yeşermesine sebep olan sensin.
Bunları, nefret ettiği Savaş’ın kulağına fısıldayıp doğruldu. Savaş ise hiç kımıldamamıştı. O da biliyordu kendisini öldüreceğini.
Biliyordu ama bunu başaramayacaktı çünkü eğer buna teşebbüs ederse kendisi ondan önce davranacak ve Barış’ın, ava giderken avlanan olmasını sağlayacaktı. En sevdiği lafı sadece kendisi duyacağı şekilde fısıldadı.
“Kader gayrete aşıktır.”
Haklıydı. Bütün o saydığı kötülüklerden kurtulmak için gayret göstermemişti diye düşündü. Çabalamadan teslim olmuştu başına gelenlere. Kolaydı suçlamak. Asıl suçlu oydu. Ölmesi gereken biri varsa kesinlikle oydu. Keşke hemen ölseydi. Varlığı hiçbir işe yaramıyordu nasıl olsa. Yaşayan bir ölüydü zaten o. Sadece henüz mezara girmemişti. Diğer bütün yaşayan ölüler gibi!
Barış, 17 yaşını bitirip 18’ine bastığı gün, annesiyle babasına sürpriz yapıp evden ayrılmıştı bir gün ansızın. Savaşla tanışması da o zamanlara denk geliyordu. Ailesinin baskısından ve garip davranışlarından sıkılmıştı. Ailesini sevmiyordu. Ailesi de onu sevmiyordu. Arkadaşı yoktu. Olmasına da gerek yoktu. Çünkü herkes geri zekalıydı ona göre.
Evinden ayrıldığında cebinde sadece 500 lira vardı. O parayı da babasından çalarak biriktirmişti. Birkaç gün parklarda yattı. Parasını harcamaya kıyamadığı için aç yaşıyordu resmen. Aç ve susuz. Daha fazla dayanamadı. Yemek yemesi gerekiyordu, başı artık çatlayacak gibi ağrıyordu. Kendisini köhne bir lokantaya attı. Bir şeyler yemek için girmişti ama alkol almaya başladı. İçtikçe doydu, doydukça içti. Bir an gözlerini kapattı. Tekrar açtığında karşısında Savaş oturuyordu. Gülümsüyordu. Sanki yıllardır tanışıyor gibiydiler. Gözler kendisininki gibiydi simsiyah. Kömür gibi. Sanki aynaya bakıyordu. Savaş da onun kadar karanlık ve tehlikeliydi. O gece Savaş onu evine götürdü. Orada kalmasına izin verdi. Barış, iki gün uyudu hiç kalkmadan. Uyandığında Savaş yoktu. Yerine hiç tanımadığı bir adam vardı. Nedenini hiç anlamamıştı ama kendisine hiç kibar davranmıyordu. Sanırım Savaş’la bir sorunu vardı ve sinirini benden çıkartıyor diye düşündü. Adamı kolundan tutarak evden çıkartmaya çalıştı ama adam onu bir yumrukla yere serdi sonra da kaldırıp kapının dışına attı. Kapının önünde kalakalmıştı. Yürüyerek uzaklaştı oradan. Hangi semtte hangi şehirde olduğunu hiç anlamadan. Saatlerce yürüdü. Acıktığını hissedince bir markete girdi, yiyecek bir şeyler aldı, kasada hepsini poşete doldurup elini cebine attı, ama parası yoktu. Elindekileri bırakmak istemiyordu, ani bir kararla koşmaya başladı. O önde, kasiyer arkada bir süre koştular. Fakat 10 dakika kadar uzaklaştıktan sonra önüne çıkan bir polis arabası tarafından durduruldu. Ne olduğunu anlamadan ters kelepçe yapılıp arabaya bindirildi. Karakola gidiyorlardı. Yollar, sokaklar insanlar geçiyordu arabanın penceresinden. İnsanlar ve bir insan. Bir Savaş. Onu görünce arabadan inmeye çalıştı, arabanın kapısını açtı, tam atlarken polis onu belinden yakaladı. Sağlam bir yumruk yiyerek kendinden geçti. Uyandığında, 130 kilo ince bıyıklı bir adamla bir göz odada yalnız başlarına buldu kendini. Parmaklıların ardındaydı. Parmaklıkların diğer tarafında ise Savaş vardı. Gülümseyerek bakıyordu ona. Bir hışımla kalktı, parmaklıkları yırtarcasına demir sütunlara saldırdı. Gelen polislerin kafasına copu indirmesiyle yarı baygın halde yere düştü. Sonraki hatırladıklarını kâbus sandı ama gerçek olduğunu sonradan anladı. İyi ki kâbus sanmıştı. Gerçek olduğunu o an anlasaydı, kendisine tecavüz eden o 130 kiloluk adamı oracıkta boğarak öldürebilirdi. 2 gün sonra salıverdiler onu. Babası gelmişti almaya. Demek haber vermişlerdi. Eve dönüyordu. Bitkindi, beş parasızdı. Yenilmişti. Ama aklında bir amaç vardı. Kin ve nefret dolmuştu. Savaş’ı öldürecekti.
Günler geçti, annesi üstüne titredi, babası hiç konuşmadı, Savaş’ı aradı, bulamadı.
Bir gün odasında tavanı izlerken, yanındaki koltukta bir kıpırtı gördü. İnanamadı önce gördüğüne. O şerefsiz Savaş odasında, evinde hatta yanı başında duruyordu.
Yavaşça doğruldu, evde olay çıkmasını istemiyordu. Annesi ve babasıyla uğraşamazdı hiç. Her şey bir yana yaşadıklarının ortaya çıkmasını istemiyordu. Annesi ve babası bu yaşadıklarından yine onu sorumlu tutacaktı. Onu, beceriksizliğini ve işe yaramazlığını.
Bu sebeple fısıldayarak sordu Barış;
- Ne işin var burada?
- Asıl senin ne işin var?
- Dalga mı geçiyorsun benimle? Burası benim evim.
- Evin mi? Bir hırsız gibi girdiğin mekâna evim mi diyorsun? Hemen git buradan, annem duyarsa seni öldürürüm.
- Asıl ben seni öldürürüm. Belki de ilk karşılaşmamızda öldürmeliydim. Evet öldürmeliydim. Öldürmeliydim. Öldürmeliyim!
Barış aniden ayağa kalktı ve çekmecesinde sakladığı bıçağı aldı eline. Aynı anda Savaş da kalktı yerinden. Beklenen boğuşma başlamıştı. Doğada savaşan iki ayrı kaplana benziyorlardı. Bazen Savaş çıkıyordu üste bazen Barış. Bazen o kazanıyordu bazen diğeri.
Bu böyle on dakika sürdü, yorulmaya başlamışlardı, Barış’ın o an aklına, kader gayrete aşıktır sözü gelmişti. Bu cümleyi bir kitapta okumuştu. Savaş’ı camdan atmaya karar verdi. Çünkü elleri kan olmuştu ve kendisi kan görmekten nefret ederdi. Savaş’ı kolundan tutup son bir gayretle pencereye doğru çekiştirmeye başladı. Bu sefer Savaş direnmemişti, çok şaşırmıştı Barış. Baygınlık geçirecek sandı bir an. Bu andan faydalanmalıydı ve çabuk davranıp, Savaş’ı pencereden aşağı atıverdi.
Her şey beş saniye sürmüştü. Önce o keskin rüzgârı hissetti yüzünde. Sonra da o çarpma anını. Sonrası ise karanlık ve sessizlik.
Barış’ın annesi çarpma sesi ile irkilmişti. Koşarak oğlunun odasına gitti. Yoktu. Pencere açıktı ardına kadar. Korkarak yaklaştı. Aşağıya baktı. Geceyi yırtarcasına çıkarttığı çığlık tüm şehirden duyulacak kadar yüksekti. Barış yerde kanlar içerisinde yatıyordu. Saçının teline zarar gelmesini istemediği oğlu ölmüştü.
Barış’ın hayatı boyunca hep hayali arkadaşları olmuştu. Normal insanlarla iletişim kuramıyordu. Aslında hiç iletişim kuramıyordu.
Barış şizofreni hastasıydı. Yıllarca tedavi görmüş, ailesi üstüne titremiş ama bir türlü onu o karanlık dünyasından kurtaramamışlardı.
Barış, zihninde yarattığı Savaş ile birlikte sonsuz karanlığa gömülmüştü. Dünyada da aynı şekilde olduğu gibi, barış savaşı, savaş da barışı yaratmıştı.
Ve tüm dünyada bir gün yaşamın son bulacağı gibi, ikisi de bir bedenin içinde yok olmuştu.
İlk yorum yapan siz olun