- Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Bulgaristan’da doğdum. Ailemin Türkiye’ye göç etmesiyle küçük yaşta ailemden uzak kaldım. Sonra yasa dışı yollarla Türkiye’ye gelebildim. Üniversiteye başlayana kadar İzmir’de yaşadım, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra İzmir’e dönüp mesleğime yine İzmir’de başladım. Şu an serbest avukatlık yapmaktayım. Yarın yirmi dokuz yaşımı dolduracağım, otuza doğru yol alırken hayat bana tatlı sürprizler yapmaya başladı ve ilk romanımı elime aldım.
- Yazı yazmaya nasıl başladınız?
Bunun başlangıç tarihini bilmiyorum. En eskilere gittiğimde, ilkokul yıllarıma dönüyorum. Yanılmıyorsam ikinci ya da üçüncü sınıftayken okulumuzu yazar Hidayet Karakuş ziyaret etmişti. Bir ajandam vardı, içine hem resimler çizer hem de kısa öyküler yazardım. O zamanlar Bulgaristan’dan Türkiye’ye geleli kısa zaman olmuştu; Bulgaristan’ı, orada bıraktığım büyüklerimi, komşumun köpeğini bile özlüyordum. Sanırım bu özlemi de yazarak yaşıyordum. Sınıf arkadaşım, ajandamı Hidayet Karakuş’a göstermişti. Ondan aldığım öğüt, “yazmayı hiç bırakma” olmuştu. Eğitim hayatım boyunca da her öğretmenimden bu öğüdü işittim. “Yazmayı hiç bırakma!” Geçmişe baktığımda yazmak üzerine hatırlayabildiğim en eski anım bu. Ama ben üniversitede bir hata yaparak yazmaya ara verdim. Bunu nasıl ve neden yaptığımı bilmiyorum. Daha sonra dijital zeminde yazmaya başladım ve yazmanın bana ne kadar iyi geldiğini, yazmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. Bu yüzden bugün, ara verdiğim zamanın acısını çıkarırcasına, bulabildiğim her boş anımda, eskisinden bile çok yazıyorum.
- Kitabınızdan bahsedebilir misiniz? Ne anlatıyor, ne kadar sürede yazdınız, satışlar nasıl gidiyor, vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Kitaptan bahsetmek benim için hem zor hem de çok kolay. Ben ona bir insanmış gibi sadece “Gül” diyorum. Çünkü kitap Gül’ün hayatına şekil veren her şeyi anlatıyor. Gül’ün hazırlığı, dünyaya yeni bir insan kazandırmak için gereken bilgi birikimi demekti. Kucağımı gereken şeylerle doldurduğum zaman, asıl uzun süren buydu, Gül kesintisiz dört ayda yazıldı, bitti. Bittiği zaman bana tarumar olmuş bir uyku düzeni kaldı. Uzun süre geceleri Gül ile yatıp sabahları uykusuz bir halde yeni güne başladım. Müthiş bir huzursuzluk haliydi. Sanki Gül’ün içini kemiren her şey benim içime yerleşmiş gibiydi. Yaşamadığım seksenli yılları, Sovyetlerin Avrupa haritasına bıraktığı izleri, çökerken ardında bıraktığı toz bulutunu, toplumların o tozda boğulma sürecini, siyasi kararların insan topluluklarını nasıl uçuruma sürüklediğini ve en önemlisi toplumsal travmaların nasıl kişisel acılara dönüşebileceğini anlatmaya çalıştım. Bana kalan huzursuzluk da bunun yansımasıydı. Yazdıktan sonra bir yıl demlendi Gül’ün hikayesi. Bu süreçte defalarca elimden tekrar tekrar geçti ve sonunda Gül diğer insanlarla, okuyucuyla buluştu.
Yazmaya başlamak, yemek yapmaya hazırlanmaya benziyordu. Ama yazdıktan sonraki süreç, yani basılmasına doğru uzanan merdivenler galiba bir yazar ya da yazar adayı için en sancılı zamanlar. Çoğu kez yazan kişiden bağımsız işliyor. Bir yayınevi yani yol arkadaşı bulmanız gerekiyor. Bunu bulmak kolay değil, bulduktan sonrası da sizin elinizde olmuyor. Ben bu hali, hamilelik gibi değerlendiriyorum. Doğum anına dek uzanan kimi kez çok keyifli, kimi kez ağrılı ve acılı bir dünyaya geliş yolculuğu… Doğduktan sonrası da tam anlamıyla sizin elinizde değil. Gül doğdu. Ona iyi bir hayat sunmayı tüm kalbimle isterim ama onun da bir kaderi var ve bu bütünüyle bana bağlı, benim şekillendireceğim bir şey değil. Bu sebeple ona bakıp “yolun açık olsun” diyebiliyorum. Kitabın satış rakamlarını bilmem mümkün değil. Henüz o doğalı bir ay bile dolmadı. Ama okuyanlardan aldığım dönüşler beni çok mutlu ediyor.
- Kitabınız ile ilgili nasıl yorumlar alıyorsunuz ?
Bu soruya gönlümce cevap verirsem okuyucuya kitabın içeriğiyle ilgili ipuçları vermem gerekir. Bunu istemiyorum. Ama aldığım dönüşlerin ortak noktası kitabın “çok akıcı” olduğu yönünde. Okuyanlar kitabı ellerinden bırakamadıklarını söylüyorlar ve ben Gül adına mutlu oluyorum. Ayrıca kitabın yaşadığı, seksenli yılların Bulgaristan coğrafyasının, bu kadar yakınımızda olmasına karşın insanlarca bilinmediğini görüyorum. Bana “yanı başımızda bu kadar acı çekildiğini bilmiyorduk” diyorlar. Evet, haklılar. Bugün bile yanı başımızda çekilen acılardan haberimiz olmayabiliyor.
Bir de “Bulgaristan göçmeni bir tanıdığım vardı” ile başlayan yorumlar alıyorum. Bu yorumlar çoğunlukla “şimdi onları daha iyi anlıyorum” şeklinde bitiyor, seviniyorum. Bir kitap yoluyla insanların arasında birçok duyguyu üzerinde taşıyan bir köprü kuruluyor. Gül, bir kenarda bunu huzurla izliyor olmalı. Çünkü onun bütün derdi insanlar tarafından anlaşılmaktı.
- The Kitap Yayınları ile çalışmaya nasıl başladınız?
Çaylak bir yazar olarak elimde Gül’ün taslağı ile kapı kapı dolaşmaya başladığımda Gül’ün kısa sürede basılabileceğine dair temelsiz hayallerim vardı. Bu işleri gerçekten bilmiyordum. Yola çıktığımda işlerin öyle hayallerdeki gibi olmadığını anladım.
Şöyle izah edersem yazdıklarını paylaşmak isteyen insanlara ışık tutmuş olurum; yazdığınız eseri talebe göre dijital ya da basılı halde yayıncılarla paylaşıyorsunuz. Eserinizi değerlendirecek bir makam var. Size olumlu ya da olumsuz dönüş sağlanıyor. Bazen aylar geçiyor ama hiç haber alamıyorsunuz. Eserin okunup okunmadığından dahi haberiniz olmuyor. Bu aşamada yayıncıyı da suçlayamıyorsunuz zira belki bir günde onlarca dosya alıyorlar. Değerlendirme makamı bir günde, bir ayda kaç dosyayı hakkını vererek okuyabilir? Bir insan bir ayda en çok kaç kitap okuyabilir? Yayıncıya bunun bilmem kaç misli “değerlendirilmek” üzere geliyor. İçinden çıkılması, elenmesi, didiklenmesi çok zor bir karmaşa.
Bunun yayında yayınevlerini tanımak da önemli. Siz ne yazdınız? Dosyayı paylaştığınız yayınevi neleri basıyor? Bu iki sorunun cevabı birbiriyle örtüşüyor mu? Örtüşmüyorsa hem dosyanıza, hem zamanınıza hem de dosyanızı inceleyecek kişi ya da kişilerin zamanına yazık. Gül çeşitli düzenlemelerle beraber 488 sayfa olarak doğdu. Bunun değerlendirmesini yapan kişi ya da kişileri düşünebiliyor musunuz? Kabaca süreç böyle işliyor.
Bu döngüdeki yoğunluğa karşın ben dijital olarak The Kitap Yayınları ile Gül’ü paylaştıktan on gün kadar sonra editörüm Burçin Şenel bana “olumlu” bir dönüş sağladı. İşte bu an, Gül’ün ana rahmine düştüğü andı. Sonrası profesyonel bir şekilde işleyen, dünyayı etkisi altına alan salgın hastalık sürecine rağmen aksamamış, dakik bir yayın süreciydi. The Kitap Yayınları, Gül’e dokunan şefkatli bir el oldu.
- Göçmen biri olarak romanınızdaki gibi iki kültür arasında kalmak sizi zorladı mı?
Gül, altmışlı yıllarda doğmuş bir insan. Anlattığım sancılı süreçte en güzel gençlik yıllarını geçiriyor ve bu yıllarda hasar alıyor. Ben ise muhtemelen Gül’ün çocuğu olabilecek yaştayım ve ondan sonraki nesil olarak dünyaya gelmiş bulunuyorum. Sovyetlerin büyük bir gürültüyle yıkılmasından sonra yetişen nesil, bir öncekinden daha şanslı. Felç geçirmiş bir adam, başının ağrıdığını hissedemiyor. İşte o iki nefes arasındaki şanslı nesilden biri de benim. Doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim Bulgaristan’da Türk olmak, bir on yıl önceki kadar zor değildi. Hatta durup düşününce iki kültür arasında ezildiğim, bunun büyük acılarını çektiğim tek bir an bile hatırlamıyorum.
Ama bu soruyu anneme, babama ya da bir önceki nesle sorarsanız verecekleri yanıtlar çok başka olur. Ara ara yeri geliyor ve anlatıyorlar, insan aklının alamayacağı acılar var içlerinde. Tıpkı Gül’de olduğu gibi.
Bununla beraber, bugün dahi dünyada bir yere, bir topluma, bir ülkeye aidiyet kavramı ile bağlı olmak üzerine yürütebileceğimiz çok fazla tartışma var. Bulgaristan’da Türk olmak, Pomak olmak, Çingene olmak ya da Türkiye’de göçmen olmak, Azeri olmak, Çerkes olmak, Kürt olmak; İspanya’da Katalan olmak, Sırbistan’da Boşnak, Moldova’da Gagavuz olmak… Dünya üzerinde buna dair yüzlerce örnek var. Önce “insan olmak” noktasında buluşamadığımız sürece bu örneklerin sonu gelmeyecektir. Çünkü siyasi iktidarlar, istediklerini yapabilmek adına, emellerini gerçekleştirebilme noktasında, toplumdan en kolay refleksi, toplumun yaralarına dokunarak alır. Açık olan bir sinir ucu bulup oraya dokunduğunuzda, vücut bu dokunuşa tepki verir. Tedavi edilmeyen açık yaralar oyuncak halini alır, bu işin sonunda en büyük zararı yine o beden alır.
- Aynı zamanda avukatsınız mesleğinize devam ediyor musunuz?
Avukatlık benim kolaylıkla vazgeçebileceğim bir iş değil. Kendi rızamla, bile isteye seçtim hukuk fakültesini. Avukatlık yapmak da benim kararımdı. Bir on yıl öncesine dönme şansım olsa yine aynı fakülteyi ve mesleği seçerdim. Ne yazık ki insanlara bu soruyu yönelttiğinizde, bu cevabı alma şansınız pek yüksek değil. Bu nedenle de çok mutlu bir toplum değiliz.
Elbette işimin çok zor ve bunaltıcı yanları olabiliyor. Bazen işle ilgili bir sorun yaşadığımda tepeden tırnağa negatif enerjiyle, kötümserlikle ya da mutsuzlukla dolduğumu hissediyorum. İşte o zaman da kalem yetişiyor imdadıma. Yazmak benim için içimde biriken ve bana zarar verebilecek tüm his ve kötü enerjinin tahliyesi demek! İşte bu yüzden şanslı hissediyorum. Sevdiğim bir işim, bunun yanında da bana huzur katan bir uğraşım var.
- Yazarlık kariyer hedefiniz nelerdir?
Galiba bu cevap vermekte en çok zorlandığım soru olacak… Yazarlık, yazar olmak “ben avukat olacağım, doktor olacağım, mühendis olacağım, öğretmen olacağım” gibi bir şey değil. Bunun bir okulu ya da diploması yok. Dolayısıyla herhangi bir dijital platformda yazan, dergi için yazan ya da kendi kendine bir şeyler karalayan da “ben yazarım” diyebilir. İşte ben bu olayı pek sevmiyorum. Yazarlık size bahşedilen bir iş değil, diplomalı bir meslek de değil. Kitap yazan herkesin yazar olduğuna inanmıyorum.
Edebiyat mezunu da değilim. Yani işin ilim kısmına da hâkim değilim. Ben sadece yazmayı çok seviyorum. O halde “ben yazarım” demek bana fazla iddialı bir söylem gibi geliyor. Okuyucunun zamanla bana bu sıfatı vermesini çok isterim. Kitap yazdığım için değil, kitabın içindekiler sayesinde yazar olarak anılmak isterim. Okuyucudan gelen dönüş, kelimeler sayesinde kurulan duygu bağı benim için önemli. Bazen okurlarla tek bir cümle etrafında toplanan bir kalabalık oluyoruz. Bu hisleri paylaşmak hoşuma gidiyor.
Tabii bir de az önce bahsettiğimiz kader meselesi var. Her kitabın bir kaderi var. Gül ne yaşayacak bilmiyoruz. Ama ben her koşulda yazmaya devam edeceğim.
Bu nedenle yolun çok başında olan biri olarak önce okurun ve toplumun nezdinde “yazar” sıfatını kazanabilmeyi diliyorum. Sonra, ilerleyen zamanda bu soruya vereceğim cevap belki de değişecektir. Şu an haddimi ve sınırlarımı aşmak istemem.
Röportaj: Selen Filiz
İlk yorum yapan siz olun