Çiçeği burnunda yazar Bahadır Çolak ile ilk kitabı Fikret, Hadi üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bahadır’la yıllarca aynı gazetede çalıştık. Şimdi ise eski iş arkadaşımla ilk kitabı için yaptığımız söyleşiye giriş yazıyorum. Hayat insanı gerçekten nefis bir şekilde dönüştürüyor. Kim olduğunu ararken yürüdüğün yol, çok renkli ve parlak taşlarla döşeli çoğu zaman. Bahadır’ın, “Şöyle bir şey yazıyorum,” diye fikrini bana da açmasından bu yana iki buçuk yıl geçmiş. Geçen zaman onun yaşamına da bir parlak taş daha ekledi ve Fikret, Hadi doğdu. Yazma işini bir ürüne dönüştürmeyi “cesaret etmek” olarak tanımlamak gerekiyor gibi gelir bana. İyi ki cesaret ettin Bahadır…
Odağımıza Fikret’i aldık; yaşam ve aile üzerine açılan bir sohbete dönüştü söyleşimiz. “Fikret, mutlu. Bilmediği için mutlu,” dedi Bahadır. Bu söz ve başlık olarak belirlediğim devamı, beni çok etkiledi. Bu girişi yazmadan önce bunun üzerine bir gece düşündüm. Yeniden. Mutluluk, gerçekten de “bilmediğimiz zaman” geliyor. Çünkü insan bilince, bir şeylerin farkında olunca bir daha hiçbir şeye eskisi gibi bakamıyor…
Söylemek istediğim çok şey var ama biz söyleşimize geçelim. Kahveniz hazır mı? Bu söyleşiye, bir de kitabın yanına kahve iyi gider. Fikret, Hadi bende “beklemenin iç sızısı” olarak kaldı. Bakalım siz ne hissedeceksiniz? Fikret, Hadi ile iki fincan kahve buluşmasına var mısınız?
Keyifli okumalar…
– Bahadır, merhaba! İlk kitabınla okurlarının karşısındasın. Onlara biraz kendinden, aslında kim olduğundan, sosyal ağlar bir yana söz konusu yazmak olunca nasıl biri olduğundan bahseder misin? Bahadır, kendisini nasıl anlatır?
Merhaba Damla, ben konuşmayı anlatmayı insanlara bilmediklerini aktarmayı veya onlardan bilmediklerimi almayı seviyorum. Bu çocukluğumdan bu yana böyle; konuşmayı seven bir çocuktum. Orta okulda başlayan ve lisede iyice somutlaşan süreçte yazmak da bunun bir parçası oldu. Hatırlıyorum orta okulda kendime not defterleri hazırlayıp tarih atarak karalama yapardım. Lisede Ece Ajandası’nın 100. yılında başlayan süreçte her yıl kendime yeni bir ajanda alıp gün gün olmasa bile önemli gördüğüm günlerdeki olayları -bu bazen ülke gündemi oluyordu bazen de kendi yaşadıklarım- yazdım. Ayrıca ciddi bir kalem ve defter severim. Halihazırda kitaplığımda kullanmaya kıyamadığım not defterleri vardır. Bütçeme uygun olarak da dolmakalem, versatil kalem alırım.
– Hep yanında olur bir de değil mi?
Tabii, dışarıya çıkarken yanımda bir not defteri ve kalem muhakkak olur. Her zaman kullanmam onları belki ama yazmak istediğimde hazır bir ortam olmasını isterim. Tüm bunlarla birlikte yazmak içimden geliyor, insanları ve çevreyi gözlemlemeyi de seviyorum. Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’nda Starbucks’ta dışarıda oturup saatlerce insanları izleyip yazdığım günler de olmuştur veya duygularımı tavan yaptıran insanlara karşı şiirler, masallar yazdığım… Bazen bir kelime, bir doğa olayı veya gördüğüm bir insan bana ilham veriyor ve birkaç kelime yazdıktan sonra gerisi dökülüyor açıkçası.
– Biraz söz etmiş olduk tabii ama yazma serüvenini konuşalım istiyorum. Bana iki yıl önce açmıştın bu fikrini. Ama asıl içine düşen yolculuğun ne zaman ve nasıl başladı?
Yazmak da en nihayetinde şarkı söylemek, resim yapmak, dans etmek gibi bir sanat. Biraz yeteneğin olması da gerekiyor. Yazdıkların çevren tarafından beğenilince bunun devamı da geliyor. Ben liseyi yatılı olarak okudum. On üç, on dört yaşında bir çocuğun ailesinden kilometrelerce uzakta tek başına kalması, kendinin daha çabuk farkına varmasını sağlıyor. Lisede bunu fazlasıyla deneyimledim. Benim yazma maceram lisede başladı diyebilirim. Zaten okuduğum lise kültürel faaliyetlere önem veren bir kurum olduğu ve ben de yatılı bir öğrenci olduğum için yalnızlığımı ve aile özlemini oralarda vakit geçirerek sönümledim. Oratoryolarda sahneye çıktım, şiir dinletileri yaptık. Mehmet Akif Ersoy’un “Çanakkale Şehitleri’ne” şiirini ezbere bildiğim için birçok etkinlikte tek başıma sahneye çıkıp o şiiri seslendirdim. Edirne genelinde şiir okuma yarışmasına katıldım ve belki de lise hayatımın zirvesini mezuniyet gününde yaşadım. Tüm okulun önünde, kitabımı adadığım insanlardan da biri olan dostum Çağrı Ülker’le kendi mezuniyet törenimizi Kavuklu ile Pişekar gibi orta oyunu tadında, kendi yazdığımız metinlerle komik bir havada sunduk. Şimdi tüm bunları yapan ve gazeteci olmak isteyen birinin hayatında yazmak da ister istemez oluyor. Son olarak şunu da söyleyeyim. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’ndeki ilk günümde Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nın kapısının önündeki çınarın altında çay içip yine ajandama yazmıştım.
– İnsan anlatmaya başlayınca ne tatlı anılara dalıyor… Hadi, yavaş yavaş kitabın hakkında konuşmaya başlayalım. Fikret, Hadi rafa kaldırılmış bir hikâye. Fikret’le metroda tanışmanı anlatsana biraz. Onda seni etkileyen, üzerine bir hikâye yazdıran şey ne oldu?
2019 yılının Kasım ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Üsküdar-Çekmeköy metrosunun en ön kısmında ayaktaydım. Bilenler bilir, o metro hattındaki trenlerde vatman yoktur ve vatman kabini yerine gerektiğinde görevlilerin müdahale etmesi için bir panel bulunur. Ben o panelin sol kısmındaydım. Yanıma benden yaşça büyük, zihinsel veya psikolojik bir rahatsızlığı olduğunu düşündüğüm bir adam geldi. Elinde Ülker İkram ve 450 ml’lik plastik Coca-Cola vardı. Normalde beklenen o bisküvi paketini bir şekilde açmasıdır ama o paketi yapışkanlarından o kadar nizami bir şekilde açtı ki en ufak bir yırtılma olmadı ve panelin üstüne sanki bir sofra beziymiş gibi koydu. Bir ritüeli vardı: Bir parça bisküviden ısırıyor, bir yudum koladan içiyor. Bitene kadar bu böyle devam etti. Sonrasında ise bisküvi paketini yine simetrik bir şekilde katlayıp kola şişesinin içine attı. O anda aklımda şu canlandı: Bu adam bunu sadece bugün değil sürekli olarak yapıyordur, bir alışkanlıktır, bir rutindir, bir monotonluktur. Acıktığında bisküvi aldıysan, onu hızlı bir şekilde yiyip açlığını geçirmeye çalışırsın ama o öyle değildi. Onun için bisküvi ve kolayı bir arada tüketme stili bir önem arz ediyordu. Bunlar belki de benim çıkarımlarım onun için bilemem ama tam olarak aklımdan geçenler bunlardı. Ayrıca tren, uçak, gemi, otobüs, tır gibi ulaşım araçları her zaman ilgimi çekmiştir. O adamı izlerken bir yandan da raylara baktığımda tren, monotonluk fikri aklıma geldi ve üst üste üç dört günde Fikret, Hadi’yi yazdım.
– Hayalini kurduğun hikâyenin bir kitaba basılıp okura ulaşması, fiziksel bir boyut kazanması nasıl bir şeymiş Bahadır?
Üniversitede okurken Kabataş Fındıklı’da Mimar Sinan Üniversitesi’nin yanındaki çay bahçesine bazen tek başıma bazen arkadaşlarımla bazen de ailemle giderdim. Orada birçok hüzünlü ve mutlu an yaşadım. Hatta Fikret, Hadi’nin bir kısmı orada yazıldı. Tesadüf odur ki yayıncımla ilk defa orada buluştuk ve ben kitabımı elime ilk orada aldım. Bu tesadüf bile bana tebessüm ettiriyor. Hatta o gün Fındıklı’dan Kabataş İskelesi’ne doğru yürürken kendi kendime sesli olarak “Bahadır, şu dünyaya bir eser bıraktın,” dedim. Bununla birlikte ilk kitabım olduğu için ve yaptığımı tam olarak anlayamadığım için okurlardan gelen tepkiler de bana en az kitabı elime aldığım o ilk gün gibi haz veriyor.
– Hikâyenin içine dalalım istiyorum biraz da. Fikret, o gün metroda gördüğün o halinden nasıl bir yere evirildi senin kaleminde?
Hiç tahmin etmediğim bir yere evirildi. Ben metroda gördüklerim üzerine yazmaya başladıklarımdan sonra hikâyenin buraya geleceğini inan kestirememiştim. Sadece yazdım. O güne kadar gözlemlediklerimden, okuduklarımdan ve dinlediklerimden topladıklarımı hayal gücümle birleştirip okuyanların gözünde bir dünya canlandırmak için yazdım.
– Peki, sence bu kitabı aslında neden yazdın?
Testi dolmuştu. Onu boşaltıp sırtıma daha büyük bir testi yüklemek için bu kitap çıktı. “Yazdım” yerine “çıktı” diyorum, çünkü kitabın içinde olanların bir kısmı benim zaten geçmiş yıllarda yazdıklarım veya karaladıklarımdı. Sadece kitap için son şeklini aldı.
– Bir gün metroda hiç tanımadığımız biriyle karşılaşıyoruz ve o an, yaşamımızda bambaşka bir kapı açabiliyor. Bu konu bana çok efsunlu geliyor. Sen ne düşünüyorsun?
Yazmanın belirli sınırlar içinde bir matematiği var ama hissetmenin yok. Haddim değil belki ama içimde hissetmediğim bir şeyi ben yazmak istemiyorum. İçimden gelmiyor. Her zaman da o havada olmuyorsun. Yazan, çizen ve bunlarla ses getiren insanlara baktığımızda muhakkak farklı bir şey var düşüncelerinde. Belki de yeni bir dünya oluşturmanın efsunudur o. Geçenlerde bir gece yarısı Gayrettepe’den Zincirlikuyu metrobüs durağına doğru yürüyordum ve yerdeki yapraklarla çöpleri gördüm. Şunu yazdım mesela: “Kaldırım taşlarının yolla birleştiği noktalara bakın gerçek temizliği anlamak için. İnsanların tırnaklarının arası gibidir. Vücut kirliyse, her kaşıdığınızda oralara kir dolar. Asfaltı gıdıklayan her adım da pisliği biraz daha kaldırımla yol arasına doldurur.” Bunu birkaç arkadaşımla paylaştım, “Gerçekten öyle, ben hiç bunu fark etmedim,” dediler. Hepsinin verdiği tepkiler bu tarzdı. Ben o çöplerde onu görmekten çok hissettim ve bunlar döküldü benden. Umarım anlatabilmişimdir.
– Fikret’in babası oğluna “bey” dedirtmek isteyen bir demiryolu işçisi ve bunu başarıyor da. Oğlu demiryollarında “Fikret Bey” oluyor. Peki, Fikret bu halinden ne kadar memnun? Sence o, başka bir dünyada kulağını yeni bilgilere tıkamayan bir Fikret olabilir miydi? Bu “beylik” mevzu, ona “Tamam, işte bu kadar!” hissi mi yükledi sence?
Fikret, mutlu. Bilmediği için mutlu. Cahillik mutluluk getirdi Fikret’e. O küçük dünyasında zoraki bir küçük hedefi vardı: “Bey” olmak. Fikret Bey, olduğu için de mutlu. Aslında onun da babasıyla bir çatışması var. Anne ve babasından boşanamadığı için kendini koparamadığı için çocuklarının hastalığına karşı harekete geçemiyor. Babasına duyduğu zoraki minnetin ayrı, kendi ailesi için kendi çocukları için harekete geçmenin sorumluluğunu bilemiyor. Fikret, başka bir dünyada kucağını yeni bilgilere tıkamaması için babasıyla olan bağını koparması gerekir. Önce babasından boşanması gerekir.
– “Utanmakla utanmamak arasında nasıl bir çizgi var? Ülkeleri ayıran devasa duvarla gibi mi? Yoksa kasabadaki yan komşunun bahçesiyle kendi bahçeni ayıran tel örgü gibi mi? Toprağa gurur gübresini attığında utanmazlık ayrık otları gibi boy mu veriyor? Yoksa ‘elalem ne der’ güneşinin kavurucu etkisiyle yok olup gidiyor mu?” Kitapta şu paragrafı okurken üzerine epey düşündüm. Senin de yazarken ve yazdıktan sonra şimdi, utanmak ile utanmamak arasındaki o çizgi üzerine düşüncelerini merak ediyorum.
Bu soru beni duygulandırdı. Gözüm yaşardı. Çünkü yazarken hiç hissetmedim ama kitap okuyucuya ulaştıktan sonra çok farklı dünya görüşlerindeki insanlar, bu paragrafı çok beğendiklerini söylediler. Senin de bu soruyla gelmen beni mutlu etti. Demek ki ben yazdıklarımla farklı dünya görüşlerindeki insanları ortak bir noktada toplayabiliyorum. Gururlu insan, yaptıklarının arkasında durur ve bunlardan dolayı utanmaz. Ancak bir de çevresi için yaşayanlar var. Hata da yapsan bundan bile gurur duyabilirsin. Senin “olmanda” o hatanın da katkısı olmuştur. Ama “elalem ne derciler” bitmeyecek maalesef. O zaman da farkında olmadan yok olup gideceksin.
– Bahadır, çok az şeyle çok fazla ve çok başka şeyler anlatıyorsun. Örneğin Fikret’in oğlu Hikmet’in hapse düşüş nedenini bir çırpıda ve çok basit bir şekilde verebiliyorsun. Bunun bir yetenek olduğunu söylemekten çok şunu sormak istiyorum aslında: Bunu bir yöntem olarak mı seçtin? Zira bu kitap bir roman da olabilirdi?
Az önce de söyledim ya “testi doldu” daha fazla beklersem taşacaktı. O zaman da içindeki su da zayi olacaktı. O yüzden Fikret, Hadi öykü kitabı olarak çıktı. Ayrıca yazarken farkında olmadan kendi üslubun oluşuyor bir şekilde. Bunu yapmak için özel bir çaba sarf etmiyorum ama kişileştirme yapmak hoşuma gidiyor. Bir de gelmedi. Ben 2019’da Fikret, Hadi’yi yazdıktan sonra devamını getirmek için çok çabaladım. “Fikret, İstanbul’a gelir mi?” diye düşündüm. Onun üzerine bir şeyler karaladım ama içime sinmediği için devam etmedim. Sonra anladım ki Fikreti Hadi’nin hakkı şimdilik bu kadar. Hikmet’e gelirsek de onun üzerinde yaz başında çalışmaya başlamıştım. Kitapta olduğu haliyle değil ama bir şeylerin geldiği belliydi. O doğum sancıları yaşanıyordu. Sonrasında uykusuz geçen bir gecenin ardından Hikmet de doğmuş oldu. “Devamı gelecek mi?” çok yöneltilen bir soru ama bunu şu an ben de bilmiyorum. En azından şu anda. Fikret ile Hikmet’in özel ve güzel bir yeri var artık hayatımda. Belki de o yerlerine saygı duymak gerekir.
– Bir başka detay ise ikinci kısımda bir bölümün bitişini iki noktayla bir sonraki bölüme bağlaman…
Dediğim gibi, kitaptakilerin bir kısmı geçmiş yıllarda yazılmıştı. Ancak hepsi birbirinden bağımsızdı. Mesela “Uçaklar” kısmını 2018 yılında İstanbul’dan Antalya’ya giderken uçakta yazdım. O ayrı metinleri nasıl bir arada vereceğimi düşünüyordum ama bir türlü fikir aklıma gelmiyordu. Tam bu noktada benim gibi ilk kitabını çıkaran arkadaşım Özge Yeşildağlı’ya selam çakmak istiyorum. Onun kitabını inceledikten sonra yazmakta olduğum Hikmet’le ilgili böyle bir kurgu aklıma geldi. Yazdıklarım tam da Hikmet’e uydu. Aslında bu kitapta iki ayrı bölüm var. “Fikret, Hadi” ve “Neden Hikmet?” İkinci bölümdeki “Neden Hikmet”in içindeki kısımlar, Hikmet’in bir parçası. Bu biraz da metinler arasında geçiş yapmak için kullandığım bir yöntemdi ve beğenildiğini düşünüyorum.
– Ebeveynlerimizin bize bıraktığı genetik kodlar, tüm yaşamımızı şekillendirirken bazen elimizi kolumuzu bağlıyor. Körü körüne beklediğimiz ya da kapıldığımız şeyler, karşımıza çocukluğumuz olarak çıkıyor. Aslında anlatmak istediğin bu muydu? O yüzden mi kitabın adı Fikret olsa da bu daha çok Hikmet’in hikâyesi gibi hissediyoruz yer yer?
Mark Wolynn’nin son aylarda çok satan Seninle Başlamadı kitabında ebeveynlerimizin bıraktığı genetik kodlardan bahsediliyor. Ayrıca cennet mekân Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu da kitaplarında aile ortamındaki iletişimden sık sık bahsediyor. Onlardan okuduklarım kendi aklımdaki kurguyla da birleşince hem hikâyenin gerçekliğine katkı sundu hem de bana okuduklarımı kullanma imkânı verdi. Kitabı genel haliyle kurgularken Ömer Seyfettin kitaplarında olduğu gibi bir hikâye kitabın adı olsun ve içinde de iki farklı hikâye olsun diye düşündüm ama aynı zamanda bu hikâyeler birbirleriyle de bağlı olsunlar istedim. O biraz da okuyanların ne almak istediğiyle ilgili açıkçası. Çünkü ilk kitabım olduğu için kendimi geri dönüşlere tamamen açtım. Kimi okur uzun uzun Fikret’ten bahsediyor kimisi de Hikmet’ten. Ben genel olarak kitabı belli bir düşünce üzerine oturttum ama siz satır aralarından kendiniz için ne alıyorsanız, o sizindir. Hatta yazarken hiç öyle düşünmediğim bir cümle için sonrasında hiç beklemediğim bir tepki de aldım. Bu beni şaşırttı ama en güzel şu şekilde anlatılabilir bu durum: Ben yazdım kamuya mal ettim. İsteyen istediğini alsın.
– O cümleyi ve aldığın tepkiyi merak ettim. Bizimle paylaşır mısın?
Lütfen ukalalık olarak algılanmasın, çok özür diliyorum ama bende kalsın. Sadece kitabın son paragraflarından biri olduğunu söyleyebilirim.
– “Beklemenin iç sızısı” olarak kaldı Fikret, Hadi bende. Sende nasıl bir yerde?
Bu yorumun da çok hoşuma gitti. Çünkü yazarken ve sonrasında okurken benim aklıma ilk gelen bu değildi ama senin gibi işi kitaplar olan ve yorumunu önemsediğim bir insan, tek cümlede çok güzel özetledi kitabı. Ben de açıkçası “monotonluk, harekete geçmemek, takılı kalmak, adım atamamak” olarak yer alıyor. Zaten okuyanlarda çarpıcı bir etkisi olsun diye. Kur’an-ı Kerim’den sevdiğim bir surenin ayetiyle bitirdim.
– Söyleşiler hiç bitmesin isterim her seferinde, her biri en sevdiğin arkadaşınla bir kahve sohbetine dönüşür çünkü. Ama güzel şeyler de çabuk biter işte. Biz de şimdi sona geldik. Yazdığın yeni bir şey var mı? Bir sonraki adımını belirledin mi? Son olarak yeni dönem projelerinden söz edelim biraz…
50 sayfalık kitabım üzerine saatlerce konuşabilirim. Söyleşinin başında da dediğim gibi, konuşmayı seviyorum. Bir çay, kahve olsun saatlerce sohbet edebilirim. Fikret, Hadi çıktığı gibi aklıma ikinci kitap fikri geldi. Hatta onun üzerine okumalar da yapmaya başladım. Ama içime sinmedi, belki de kendimi daha hazır hissetmedim. Sonrasında da birçok fikir geldi; fikir gelmediği hafta neredeyse olmuyor hatta. Kendimi zorlamıyorum ama, nadasa bırakmış durumdayım sayfalarımı. Şu kış dönemi güzel yağış alırsa bahara güzel hasat olur. Toprağı yormamak gerekiyor bunun için de. Tabii yazmayı bırakmış değilim. Kasım ayının başında bir yürüyüş esnasında yüzüme rüzgârın çarpmasıyla bir şeyler karalamaya başladım. Ondan bir parça da aktararak bitirmek isterim:
“Yüzüne söylenen gerçeklerin akıttığı yaşlarla rüzgâra karşı yürürken akanların ne farkı var? Karşı gelmiyor musun onlara? Kaçınmak için sırtını dönmüyor musun? Göz pınarında oluşan bir damla yaş gözünü bulanıklaştırıp görmeni etkilemiyor mu? Rüzgâra ve gerçeklere başını eğdikçe o damlalar süzülmüyor mu dudaklarına doğru, her biri acı ve ıstırabı içinde barındırarak? Nereye kadar başını eğeceksin? Nereye kadar sırtını döneceksin? Gözlerini kısman yetmez mi, rüzgâra karşı yürürken? Göğsünü genişletmen gerekmez mi, acı gerçekleri karşılarken?
İlk yorum yapan siz olun