Hale, uykusunu bölen güzel rüyasından yanağını çukurlaştıran gülüşüyle uyandı bu sabah. Midesinde hafif bir bulantı vardı, aldırmadı. Günlerden Pazar’dı. Sol yanında uyuyan kocasının biçimli yüzünü izledi bir süre; uykusunda gülümsüyordu. Belli ki o da güzel bir rüyanın kollarındaydı. Uyandırmaya kıyamadı. İkisinin gülüşü, dün gecenin tartışmasını silip attı hafızasından. Hale, hayalperest ruhu ile hep bu adamı kendi kalbinde affetmenin bir yolunu buluyordu. Sahi neydi alıp veremedikleri? Önce şöyle bir düşünüp bulacak oldu, sonra bugünün Pazar olduğu düştü yeniden aklına. Yok, unutmuş madem aklı, kalbinden de silecekti izini.
Şimdilik…
Bunları düşünürken bir yandan da Emir’i izlemeye devam ediyordu. Onu ne çok sevdiğini düşündü. Neden sonra, ne zamandır kocasının tanıdık yüzünden uzakta olduğunu hissetti birden. Evlilikleri 6 yılı devirmişti. Bu his bu kadar zamanda ilk kez içini sızlatmıyordu; ama bu kez bir başka mıydı ne! Alışkanlıkların nezaretinde bir hayat yaşadıklarını nicedir fark etseler de, kalplerini sızlatan aşkları engel oluyordu bu gidişe. En azından Hale böyle düşünüyordu. Sabah sabah bir çemberin içine sıkıştırdığı ruhuna anlamsız duygu karmaşasını tattırıyordu. O, kendisini böyle kıskaçta bıraktığı anlar yaşamaya, kalbini bir mengenede sıkıştırmaya bayılan bir kadındı. Bir yandan da haksız olmadığını biliyordu. Bu çağın, gençlerini yakaladığı tükenmişlik hali, o bıkkınlık, çok şey içinde kaybolmalar onları da kıstırmıştı, görüyordu.
İkisi de!
Sadece biri bunu yok sayıyordu işte.
Yataktan kalkmaya yeltenecekti ki, Emir’in bu tatlı halini biraz daha izlemeye karar verdi. Gülümseyen yüzünü özlemişti. Madem kalbi yeni güne taze bir hafıza ile başlamak istemişti, – tabii bu gölgeli taze bir hafıza – ona bakıp güzel şeyler düşünmek ve tüm olumsuzluklardan uzaklaşmak istedi. Pazar günü, dinlenmenin, kahvaltının, mutluluğun, aşkın günüydü. Tanıştıkları günü hayal ederek başladı. Sonra ilk buluşmalarını, tanıştıkları o anı, ilk izledikleri filmi, ilk öpüşmelerini, ilk yemeklerini… Kendinden uzaklaşıp, mengenenin dışından gözlerindeki parıltıyı izledi. Aşkın çehresine yerleşmiş soluk benzi, göz pınarlarına birer damla yaş bırakmak istiyordu. Sonra o kıskacın gücüne bir kere daha yenik düştü. Güzel anları gölgeleyen zamanlar bölmeye başladı, o aşkın başlamadan çok daha güzel olduğu sahneleri… Son hatırasında tökezledi ve aynı hızda silkelendi. Ümit Yaşar’ın aşkın başlamadan çok daha güzel olduğunu düşündüğünü anlatan şiirini mırıldandı içinden…
“Aşk başlamadan güzel,
Kalplerde heyecan,
Bakışlarda korku olduğu zaman güzel…
Birbirimize sezdirmemek için çırpınış,
Başkaları görmesin diye çabalayış,
Gözlerim gözlerinin mavisine değdiği zaman…
Aşk başlamadan güzel…”
Bu böyle olmayacaktı. Melankolik ruhu sabahın ilk ışıklarında nasıl oluyordu da böylesine hızlı geçişlerle bedenini yokluyordu? Kadın aklı, her güzelin yanına kanatanı da çağırmadan edemiyordu belki. Ya da o kadar basit değil miydi? Neler oluyordu? Emir’in rüyasında gülümseyen yüzüne iç geçirdi. Tam pınarlarında bekleyen o bir damlaya teslim olup gününü başlamadan bitiriyordu ki, bir çırpıda yerinden doğruldu. Tüm bu geçişli düşüncelerini kovuşunu yatağın hemen karşısında duran boy aynasından izledi. Hepsi boylu boyunca kara bulut olup öylece bekledi. Sonra kendinden uzaklaşıp, yatağın ucunda oturan Hale’yi ve onun aynadaki görüntüsünü izledi. Bir kez daha uzaklaşıp kendini izleyen Hale’yi de izlemeye yelteniyordu ki, vazgeçti. Zeminde terliklerini aradı ayaklarıyla. Sabahlığını üzerine aldı ve pencereyi açıp yağmur havasının odaya, ciğerine dolmasına izin verdi. Az önce biriktirdiği o kara, topak bulut camdan çıkıp gökyüzüne doğru yol aldı. Hale’nin gözlerinden uzakta, damla olup akmışlardı nihayet. Hale, onu izleyen kendisiyle birlikte gökyüzüne içini hafifleten bir teşekkürle baktı. Gün bitmeden o damlalara ihtiyaç duyacağını bilse, yine böyle bakar mıydı ardından? O sırada pencerenin açıldığını fark eden Patron, rutinini bozmadan koştu ve bir miyavla pervaza zıpladı. O, camdan yüzüne çarpan damlalarla oynayadursun, Hale, “Sana da günaydın oğlum!” diye mırıldanıp ayaklarını sürüyerek banyoya doğru adımladı…
Aynada, yılların eskittiği bir surat ona bakıyordu. Rüyasının detaylarını anımsayamıyordu şimdi; ama gülerek uyanmamış mıydı? Bu değişken ruh halini tanıyordu, ona alışkındı aslında. Ama bu sefer sanki gözlerini dikmiş bakan kadın kendisi değildi. Hatta onu hayatında ilk kez gördüğüne yemin edebilirdi. Dışarıda yağan yağmura ve kalbine çöreklenip kalmış şu kedere bir çare bulamıyordu. Nicedir bedeninin, yaşamın içinde silikleşen yeri, içindeki huzuru da alıp gitmişti. Sanki çalan tüm kapıları o açıyordu da, fark eden olmuyordu. Gelene “Hoş geldin!” diyordu da, kimse onu gördüğü için bir hoş bulamıyordu… Bir süre sessizce yılların eskittiği yüzünü izledi. Yılların düşüncesini, evlilik olarak değiştirdi aklında. Aşk, öylece içinden bir şeyler kopararak bitip gidiyor muydu diye düşündü. Sonra alışılmış hareketlerle dişlerini fırçaladı, yüzünü yıkadı ve dolan mesanesini boşaltmak için klozete oturdu. Soğuğu hissetmedi. Şimdi telefonundan birkaç haber okuyarak tuvalette kafasını dağıtabilirdi; ama telefonunu komodinin üzerinde unuttuğunu fark etti. Emir’e her an kızıp sonra onu affetmeye alışmış kalbi ile tuvalette saatlerce kalışına güldü içinden. Çelimsiz vücudunu kaldırıp ellerini yıkadı. Aynada kendine tekrar baktı. Bir şey düşünmeden, sadece bu ruh halinden kurtulmaya karar verdi. Bitenlerin ardından yıkılmaması gerektiğini güçlü olma savaşı sırasında bu hayat öğretmişti. Evet, düşünmeyecekti. Azalan şeylere karşı yine güçlü durabilirdi. Hatta o şeyleri çoğaltabilirdi. Aynada kendine zoraki bir gülümseme hediye etti.
Evet, evet bu en iyisiydi!
…
Emir sanki Hale’nin odaya girişini hissetmiş gibi ona sırtını döndü. Öfkeli miydi ne? Yok, yok! Daha neler? Uykusunda da onunla savaşmıyordu ya! Şimdi öyle saçma sapan her ana, her harekete bir anlam yükleyip, içindeki fırsat kovalayan öfkenin girdabına sürüklenmeyecekti. Şöyle bir silkeledi kendini, çabucak üzerini değiştirdi ve mutfağa geçti. Keyifli bir Pazar kahvaltısının çözemeyeceği öfke yoktu. Bu oyunu Cemal Süreya’nın kahvaltı konusundaki haklılığına inandığından beri oynardı. Şimdi canım Süreya’yı haksız çıkarmaya da gönlü el vermezdi. Cemal Süreya aklından geçer geçmez açtığı buzdolabının kapağını kapadı, yatak odasına döndü ve Emir’in yanağına bir buse kondurdu. Öpücük değil, buseydi bu. Onların dilinde en samimi öpücük anlamını taşıyordu. İçindeki yerleşmiş öfkesiyle aşktan uzak, sevgiden cılız olmasına aldırmadı. Kendini biraz daha iyi hissederek döndü mutfağa…
İkisinin de en sevdiği lezzetlerden güzel bir masa kuracaktı. Mutfaktan, yatak odasının penceresine doğru anlık bir bakış attı. Patron hala yağmurla oynuyordu. “Balkon olmaz şimdi!” diye düşündü. “En iyisi salondaki masa olacak.” Ama önce müzik gerekliydi. Pikaba yönelecek oldu, sonra elinin altında derya deniz Spotify’ı açıverdi. Hale plaklarına utangaç bir emoji fırlattığı sırada Sezen söylüyordu: İzmir’in Kızları… Bu şarkıyı her duyduğunda İzmirli olduğuna inanan ruhu kabarıyor, kendini en güzel kadınlardan biri sayıyordu. Şarkıya eşlik ederek başladı kahvaltı hazırlığına. Hemen çayı koydu. Buzdolabı kapağını bir kez daha açtı. Emir için patates, kendisi için patlıcan kızartmaya karar verdi. Tüm yeşilliklerden de çıkardı. Şöyle bol lorlu, bol yeşillikli bir salata enfes olurdu. Omleti de ikisinin sevdiği gibi tereyağı, kapya biber ve mısır ile yapacaktı. Bir de tabii Pazar kahvaltısı krepsiz olmazdı. Bu, ikisinin Pazar ritüeliydi. Hoş, krepleri hep Emir yapardı; ama belli ki bu sabah iş başa düşmüştü. Baksana, İzmir’in Kızları bile onu uyandırmamıştı. Hale bir yandan enerjisini yükseltmek için şarkıya eşlik ediyor, Sezen her “Hiçbir topuk tıkırtısı bu kadar davetkâr çalamaz…” dediğinde etrafında bir tur dönüyor, az önceki halinin tüm izlerini silmeye çabalıyordu. Başarıyordu da. Dans da işe yarıyordu. Notaların gücü ruhuna aşk yüklüyordu. Bir yandan da hazırlıklara devam ediyordu. Önce krep hamurunu hazırlayıp dinlenmesi için buzdolabına koydu. Sonra çayı demledi. Patatesleri soydu, anneannesinden öğrendiği günün çocuk elleriyle doğradı. Bu sırada yağ da kızartma tenceresinde ısınmaya başlamıştı. Bir patates dilimiyle yağın vaziyetini kontrol ettikten sonra patatesleri tuzladı ve önce yavaşça, sonra yağdan kaçmak için bir çırpıda tencereye attı. Tam bu sırada bir ana göz kırptı. Her anı fark ederek yaşamanın her zaman kötü yanları yoktu. Şimdi Hale, Emir’i patates kızartmasından kaçarken izliyor, gülüyordu. Duygulu damlalar göz pınarlarına doğru gelecek gibi oldu ki, uzaklaştı. Tencerenin kapağını kapatıp patlıcanları dilimlemeye geçtiğinde hafızasında Emir’in patates kızartmasını karşılayan bir yüz ifadesi olduğunu fark etti. Onu, bir sebze aklına düştüğünde bile anacak kadar çok sevmenin tarifsiz şaşkınlığı ile bir sevinç tohumu ekti içine. Onca kızgınlık, kırgınlık yıllar içinde böyle böyle eviriliyordu demek. “Uzun evliliklerin sırrı bu mu acaba?” diye sesli düşünürken bir sonraki şarkı Begonvil’e döndü. Sezen, yeni nesil kayıttan söylüyordu: “Benim yerime de sev, bekletme hayatı…” Patlıcanları da kızartmaya bırakıp salatayı hazırlarken travmalarından sebep kaçığı hayatını şöyle bir düşündü. Yol, onu sonunda Emir’e getirene dek hep kaçmıştı. Annesiz babasız kalmanın açlığını, bir aile kurarak doyurmayı başarıp başaramayacağı sorusu kalbinin en büyük odasında, kocaman bir ağacın kocaman bir dalında asılmış, sallanıyordu. Hale, Emir, o dalı günden güne inceltsin istiyordu ki, doğrusunun o dalda çoğalmak olduğunu fark etmişti. Ona bir ömür için söz vermeyi böyle başarmıştı işte. Kendi yokluklarını, sevdiği adamın var yanlarıyla tamir etmiş, ona da merhem olmuştu.
Olabilmiş miydi?
“Bu keder de neyin nesi?” diye düşünmeden edemiyordu şimdi…
Sıra kreplere gelmişti. Onları da tek tek pişirdikten sonra hamur kasesini içindeki özel mor krep kepçesi ile lavabonun içine bıraktı. Evlenecekleri sıra mutfak için bu küçük eşyalar alınırken Emir’i bir mor renk tutkusu sarmıştı. 6 yılda da en sevdikleri mutfak eşyaları bu kepçe oluverdi. Bir eşyadan fazlasıydı onlar için. Bir gün ayrılırlarsa mor kepçenin kimde kalacağı üzerine bile konuşmuş, gülmüşlerdi. Hale, bu hatıraya tekrar gülerek su akıttı kepçenin üzerine. Masayı da kurduktan sonra omleti hazırlamadan önce Emir’i uyandırmaya gitti. Yanağına nispeten daha huzurlu bir buse kondurdu. Emir, bu kez uyanmıştı. Hale’nin yüzüne ifadesiz bir suratla bakarak “Günaydın!” dedi ve silik bir öpücükle karşılık verip banyoya geçti.
Hale, busesine karşılık alamamanın haklı üzüntüsüyle kalakaldı…
5 dakika sonra masaya geldiğinde Hale omleti hazırlamış, servis ediyordu. Emir’in sessiz halini uyku mahmurluğuna verdi. Yine de içten içe uyurken gülümseyen yüzünü özledi. Sessizce başladılar lokmalarını yutmaya. Emir, elinde telefonu, yine çiğnemeden yutmaya başlamıştı. Evliliklerinin ilk zamanlarındaki Pazar kahvaltılarını düşündü Hale. İkisi de haftanın 6 gününü bir ofise sıkışıp kalarak geçiren birer beyaz yakalı olarak kendilerine kalan tek günün tadını çıkarmayı başlarda ne güzel biliyordu. Sadece pazarları mı, her günleri, her anları değerliydi. Hale yine daldı gitti eskilere. Onu izliyordu; ama Emir bunun farkında bile değildi. Kendisine şöyle bir gülsün diye deli olduğu kadın, karşısında şimdi ondan sevgi dilenir olmuştu. Krepten aldığı bir lokma ağzında büyüdükçe büyüdü, krep olmaktan çıktı. Ağzındaki tadı sevmiyordu şimdi. Onu yutamayacağına karar verdi ve koşup az önce yediği bir iki lokmayla birlikte kustu. Elini yüzünü yıkadıktan sonra aynaya bu kez korku ile karışık bakıyordu…
Geri döndüğünde Emir sessizliğine devam etti. Karısına hiçbir şey sormuyordu. Hale için kahvaltı buraya kadardı. Yiyecek hali kalmamıştı. Cemal Süreya’dan özür diledi içinden. Çalma listesi devam ediyordu fonda. “Ben de gönül çektim eskiden, yandı hayatım bu sevgiden…” diye İncesaz girdi şarkıya. Hale ne çok severdi. Emir’in gözündeki yeşil denize düşüşünü hatırlatırdı hep. İçinde çok şey olacağının, her şeyin bir arada yaşanacağının çanları çalıyordu sanki. Sesi susturdu. Eline son okuduğu kitabı aldı. “Yalnızım İnsanla Geçmiyor”u yarılamıştı. Öyküleri okumaya devam etti. Önce birkaç cümlede bir kaçamak bakışla kocasını izledi; ama o kendi halindeydi. Hapur hupur yuttuğu kahvaltısından kalktı, tuvalete gitti; elinde telefonuyla. Yaptığı yenmiş de, bir “Eline sağlık!” denmemişti. İçinden “Afiyet olsun!” deyip, kitabına döndü Hale. Üçüncü öyküyü ortalamıştı ki, tuvaletin kapısı açıldı. Emir geçip masada karşısına oturdu. Sandalyesini çekerken özellikle gıcırdatmıştı. Hale kitabını okumaya devam etti. Emir’in kendisine baktığını fark edebiliyordu; ama tepki vermedi.
“Ben ayrılmak istiyorum.”
Hale, öykünün neresinde olduğunu şaşırmış, kulağına çalınan sesin öyküde geçen bir cümle olup olmadığını kontrol etti. O sırada Emir tekrarladı:
“Hale, ayrılmak istiyorum.”
Her şeyi bekliyordu Hale. Sabahtan beri mengenedeki kalbinin kırılabileceği çok fazla an yaşayabilirlerdi; ama bu senaryo hiç dahil olmamıştı içinden geçenlere. Ne diyeceğini bilemedi. Yutkundu. Çıkıp gitmek istedi. Yapamadı. Krepleri ağzına tıkıştırmak istedi. İçinden geçen tek şey kusmak oldu. Belki de Emir’in üzerine kusmalıydı…
Emir bir kez daha, “Hale!” diye seslendi. “Beni duyuyor musun?”
Hale, sadece cılız bir “Evet!” diyebildi. Emir, sessizlikten aldığı güçle, “Yapma şimdi Hale, yürümediğini görmüyor musun?” diye sordu. Bu gerçek bir soruydu. Hale, kendini toparladı ve “Ben her patates dendiğinde seni anıyorum, biliyor musun?” diyebildi. Emir anlam veremez bir yüzle baktı Hale’ye.
– “Patates mi?”
– Evet ya, patates…
Bu kez Emir sessizdi. Hale de bu sessizliğin üzerine, nereden bulduğuna anlam veremediği bir güçle kafasının içinde onu bu soruya götürecek pek çok soruyu geçtikten sonra, bir çırpıda sordu:
– Kim o kadın?
Emir iyice afallamıştı. Karısının çok akıllı bir kadın olduğunu biliyordu. Soruya şaşırmadı; ama ilk soru olması, işte bu biraz fazlaydı. Buna hazırlanmamıştı. Bu soruya gelen yolda uzun bir tartışma yaşayacaklar ve sonra söylemesi daha kolay olacaktı. Kendini haklı hissedecekti. En azından böyle planlamıştı. Böyle olsun istiyordu. Uzun bir sessizliğin üzerine bu kez Hale yineledi sorusunu?
– Kim o kadın? Biliyorum, var. Bu noktaya varan her şeyi çözmek için konuşuruz diye anlaşmıştık. Ayrılmamız için tek sebep bu olur demiştik. Lütfen söyle.
– Tanıdığın biri değil. Onunla kalabalık bir iş toplantısında tanıştım.
– Bu ne zamandır devam ediyor Emir? Beni ne zamandır aptal yerine koyuyorsun?
– Hayır! Hayır, bunu hiç yapmadım. Onunla aramızda hiçbir şey yaşanmadı. İki ay önce tanıştık ve onu 4 kez gördüm. Onlar da buluşma değil, iş karşılaşmalarıydı. Sadece başkasına bir şey hissettiysem, demek ki bu evlilik sürmüyor…
“Demek 2 aydır bu yüzden sevişmiyoruz” diye böldü Hale dayanamayıp…
Buna bir yanıt gelmedi Emir’den. Uzunca bir süre sustular. Fonda Aşkın Nur Yengi, “Hayat sende durmam diyor…” diye şarkıya girdi. Sessizlikte çoğalıyordu sesi. Hale, sadece cılız bir sesle “Biz ne zaman böyle olduk Emir?” diyebildi.
Kendisinden de cılız bir “Bilmiyorum…” karşıladı Hale’yi. Önündeki bir bardak suyu bir dikişte tüketti ve boğazını temizleyip mühim birkaç şey söyleyeceğinin izlenimini verdi. “Ona aşık mıyım bilmiyorum Hale. İşin kötü yanı ne biliyor musun? Sana da aşık mıyım, bilmiyorum. Bir yerde yanlış giden bir şey var. Bana buradan gitmemi söyleyen bir şey. Bu evliliğe başlarken seni çok mutlu edeceğime dair sözlerim vardı. Seni mutsuz gördüğüm zamanlarda sözümü tutamadığımı anlıyorum. Ve bak, demek bir başkasından da etkilenebiliyorum. Evet, ayrılmayı istiyorum; ama bu ayrılık, onunla yeni bir başlangıç için değil. Senin yerine biri gelsin istemiyorum. Ama artık seninle de olmak istemiyorum.”
Son cümle Hale’nin kulağında yüz bin kere çınladı. “Artık seninle de olmak istemiyorum.” Gökyüzüne gönderdiği gözyaşları şimdi olsa da, akıp kalbinin acısını hafifletseydi biraz. Ofisteki tüm kadınlar ince topukluları ile kalbinin üzerinde tepiniyordu. Şu Sezen’in de az önce şarkıda bahsini geçirdiği topuklu, en acımasızıydı. Kalbi kanıyordu. Kendinden uzaklaşıp bu ayrılık anını izledi. Öfkeli yanı Emir’i görmüyordu; ama Hale’nin kalbinden sızan kan giderek hızını artırıyordu. Eşlik eden gök gürültüsünde o da bardaktan boşalıyordu. Her yer kan gölüydü, bunu bir tek uzaktan izleyen Hale görüyordu. Kendine acıdı. Hale kitabı sıkan parmaklarını gevşetti. Kendisini izleyen uzaktaki gözlerine baktı, utanmıştı. En iyisi toparlanması için Emir’e sessiz bir zaman sunmaktı; banyoya gitti. Hem ılık bir duş da iyi gelirdi.
Banyoda suyun sesinden Emir’i duymuyordu; ama toplandığının farkındaydı. Sabahtan beri kendi kendine konuşmaları, kalbinden kovamadığı kederi demek bu anın habercisiydi. Banyoya getirdiği telefondan, Leman Sam’ın “Elini son kez yanağıma koy…” diye şarkıya giren suya karışmış sesini duyduğunda gözyaşları, gökyüzünden pınarlarına indi, duşa karışmaya başladı. Ağladıkça ağladı. Hıçkırıklarını yuttu. Ona güçlü durmayı öğreten hayat, ağlarken ses çıkarmasına izin vermiyordu…
Ama kendini de görüyordu.
Bu ayrılığa dayanamıyordu…
…
“Artık seninle de olmak istemiyorum.”
Emir hala bu cümleyi nasıl kurduğuna şaşkın, toparlanmaya başlamıştı. Hale’nin banyoya yönelmesinin ardından o da bir hışım yatak odasına gelmiş, dolabın kapağını açmış, öylece kalmıştı. Hale’nin içine akıttığı hıçkırıkları, o tutsa da duyabiliyordu. O da artık kendini bırakmış, ağlıyordu. Ve sürekli kendine kızarak, belki de inanmak için tekrarlıyordu:
“Artık seninle de olmak istemiyorum.”
Hale yine öfkesine yenik düşmüş, gözü görmemişti; ama Emir’in de canı çok yanıyordu. Dün geceki tartışmalarından sonra ne zamandır aklına düşen ayrılma fikrini bu sabah artık açmaya karar vermişti. Hiç sebep yokken tartışmaları, Hale’nin hiç gülmeyen yüzü, ona başka yol bırakmamıştı. Emir de, Hale de kendindeki değişimi, hep karşısındakini gözlemekten, açığını aramaktan fark edememişti. Emir’e göre, artık yapacak başka bir şey yoktu. Bu kararın bir kaçış olduğunu, büyümeye bir başkaldırı olduğunu anlayamıyordu. En başından her şeyin açık açık konuşulduğu bir ilişkiydi onlarınki. O soru ona eninde sonunda gelecekti: O kadın kim? Kendince bir hikâye yazmıştı. Baktığı her yerde Hale’yi görürken bir başkasının olması fikrini nasıl böyle çabuk kabullenmişti, inanamıyordu. Kadınlar ve erkekler bu kadar mı farklı gerçekten? Bir karar vermişti ve uygulayacaktı; ama bunun bu kadar zor olacağını hiç düşünmemişti. Bir daha Hale ile olmayacaktı. Onun gülüşü olmadan bu hayatı nasıl yaşanır kılacaktı, bilmiyordu; ama onun gülüşünü de solduruyordu işte…
Kendine her kelimesinde kızdığı cümleler sıraladı. Bir yandan da küçük seyahatlere çıktığı sırt çantasına birkaç kıyafet tepiyordu. Hale görse şimdi buna da ne çok kızardı, diye düşündü. Bir an öfkesi daha ağır bastı, “Oh be! Artık kimse hayatıma karışamayacak!” dedi. Sonra birden bir daha Hale’nin hiçbir şeye karışmayacağının ayırdına vardı. Pişmanlıkla kararlılık arasında bir yerde salınırken çantasının fermuarını kapatıyordu. Sırtına aldı, salondaki mutfak masasına baktı. En azından giderken derli toplu olmanın daha iyi olacağını düşündü ve masayı toplayıp bulaşıkları makineye yerleştirdi. Her şeyi kaldırdı. Sadece mor kepçeyi lavabodan almaya, Hale’nin elinden yediği son krepin kalıntısının üzerinden gidecek olmasına o an dayanamadı. Bir gün ayrılırlarsa kepçenin kimde kalacağı kavgasının galibiyetini, sessizce Hale’ye teslim etti. Lavaboda öylece bıraktı. Patron’un başını okşadı. Ayakkabısını giydi. Bir daha buraya gelmeyeceğinin derin acısı ile evden ayrıldı…
En çok bu sabah, sevgilisinin busesine karşılık vermediği ayrılık senaryosuna eksiksiz uymanın pişmanlığı vardı kalbinin en geniş odasında…
…
Bu sıradan bir duş değildi. Birazdan çıktığında salonda, yatak odasında, mutfakta, balkonda, evin duvarlarında, Emir’in olmadığı bir hayat bekliyordu Hale’yi. Havluya gelişigüzel sarılıp yine aynanın karşısına geçti. Buhardan buğulanmış aynada kendini görene dek uzun uzun baktı. Kollarına baktı, tavuk derisi gibiydi. İçi titredi. Bir daha ısınmaz gibi geldi. Görüntü netleştikçe yaşlar aktı gözünden. Sonsuza dek bu banyoda kalacak gücü vardı da, kapıyı açıp dışarı çıkamaz gibi hissediyordu. Çocukken dizindeki yaralardan bir çırpıda çektiği yara bantlarını anımsadı. Kapı kolunu indirdiğinde dizleri sızladı. Kapıya tutunarak önce başını uzatıp içeri baktı. Yatak odasında kimse yoktu. Şöyle bir göz ucu ile tüm evi taradı; ev boştu. Koparmadan kokladığı tüm çiçeklerin kokusunu burnuna çağırdı hafızası. Güzel bir şeylere ihtiyacı vardı. Şimdi en çok ihtiyacı olan şeyin Emir’in varlığı olduğunu biliyordu. Elinden kayıp giderken, kalbini en çok aşkın varlığı sızlatmıştı. Ona “Gitme!” demediyse, bu sadece bir başkasının olma haline duyduğu; ama sakladığı öfkedendi. Şu yaşadığımız dönemin aman kişisel gelişelim, aslında her şey bizimle ilgili değil halleri, içimizi doya doya dökmemizi engelliyor muydu ne? Ne yani Hale içinden o kadına küfürler savurmuyor muydu? Aralarından bir şey olmamışmış, inanacak mıydı bu safsataya! Neyse, öfkesi onu diri tutuyordu, en azından hıçkırıklarını dindirmişti. Ağlamıyordu; ama ayakta durmak da öylesine zordu ki…
Başta çok yakını birini aramak istedi; ama Emir kadar yakını kimse yoktu ki. Hayatında çok önemli bir şey olduğunda “Bunu anlatmalıyım!” diye ona koşardı. Şimdi canı onunla ilgili yanarken acısını kime anlatacaktı? Evli olmaya alışamamışken boşanacak mıydı? Büyümenin ruha bıraktığı deprem etkisi böyle bir şey miydi? Gerçekten her yolu denemişler de, işin içinden çıkamamışlar, iş başkalarından etkilenme boyutuna mı varmıştı? Bu ipin ucu nerede kaçmıştı?
Tüm bu düşünceler kocaman, tadı berbat bir lokma yutmuş da, midesine çöreklenmiş gibi hissettirdi. Öğürerek soluğu yine tuvalette aldı. Çıktığında ayaklarını sürüyerek kendini lavabonun başında bulmuştu. Kepçeyi eline aldı. Ayrılığın zaferi ondaydı. Mutfak dolabına sırtını dayayarak yere oturdu. Terk edilmişti. Ne yapacağını bilmiyordu. Aklına bu sabah sevgilisinin karşılık vermediği o buse takılıp kalmıştı. Ve şu an boşlukta gördüğü iki şey vardı:
Mor kepçe.
Pozitif gebelik testi…
“Ben her patates dendiğinde seni anıyorum, biliyor musun?” Ne güzel…
Sayısız duyguyu birarada yaşadım, okurken… Hayatta böyle birşey işte, biz plan yaparken başımıza gelenler…
Canım arkadasım yine çok güzel olmuş yüreğine sağlık
Okurken ne çok şey düşündürdü bana… Ve bu hikaye ne kadar da tanıdık hayatımızda hepimiz benzer şeyleri yaşıyoruz aslında. Eline emeğine sağlık arkadaşım