İnceleme: Esra Karadoğan
Julian Fuks’un yazdığı Direniş, ocak ayında Timaş yayınları etiketiyle yayımlandı. Dünya edebiyat çevrelerinde de ses getiren bu kitap pek çok ödül aldı. Bu ödüllerden bazıları Jose Saramago Edebiyat Ödülü, Oceanos Edebiyat Ödülü ve Anna Seghers Edebiyat Ödülü. Kitap hakkındaki yorumlar da oldukça merak uyandırıcı. Direniş, Bengi De Sa MAtos Paixao tarafından Portekizce aslından çevrilmiş.
Aile içindeki dinamikler, baba oğul ya da anne kız çatışmaları oldukça işlenen bir konu. Fakat bu roman bize bunlardan çok daha fazlasını sunuyor. Direniş, otobiyografik bir roman olduğundan da ilgi çekiyor ancak kitabın başarısı Fuks’un böylesine sık rastladığımız bir temayı işleme biçiminde saklı. Kitabın henüz başında Anna Karenina’nın başında yazdığı meşhur cümleyi hatırlamadan edemedim. “Mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz her aile kendince mutsuzdur.” Çok geçmeden Fuks, Direniş’in kendine has mutsuzluklarını sergilemeye başlıyor. Anne babanın psikanalist olması bu romanın rotasını çiziyor aslında, bu bir yüzleşme romanı, anlatıcı kendi yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla yüzleşiyor.
“Sessizlik o kadar canımı yakmıştı ki zar zor hatırladığım pek çok başka sessizlik arasından sıyrılıp bugün bile hatırladığım bir şeye dönüştü.”
İşkence görmüş Yahudi bir baba ve Katolik bir annenin ortanca çocuğu anlatıcımız Sebastian’ın kardeşlerinden biri evlat edinilmiş. Anlatıcı burada çeşitli oyunlara başvurmaktan da çekinmiyor. Başlangıçta bir sis bulutunun içindeki hikâyeyi görmemizi istiyor gibi bir hâli var. Halihazırda çocukları olan bu ailenin neden bir çocuk evlat edindiğini merak ettiriyor okura, sonra aslında bu kardeşin ailenin ilk çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Anlatıcı zamanla, ince ince işleyerek bizi sis bulutunun içinden çıkarıyor, fakat bazı belirsizlikler hiç aydınlanmıyor.
Direniş, sadece 160 sayfalık bir roman. Roman bittiğinde bir yazarın bu kadar kısa bir metinde böyle katmanlı bir roman yazmasının büyük bir başarı olduğunu düşündüm. Bu kadar kısa bir metin sadece evlatlık edinilen bir abinin varlığını, o abinin bu durumu kabullenmesi ya da kabullenmemesi, kardeşlerin birbirine bakış açısını aktarsa bile okurunu etkileyebilirmiş ama tüm bunların gerçekleştiği bir zaman dilimi ve ailenin yaşadıkları da var.
Anne baba olmayı çok isteyen çift, çeşitli tedavi denemeleri başarısız kalınca evlatlık edinmek istediklerine karar veriyorlar. Tüm bunları kaosun hâkim olduğu bir dönemde yapmaları aslında bu çiftin hem hayata hem de yönetime karşı direniş biçimini de gösteriyor. Fakat evlat edinebileceklerini öğrendikleri gün bir ihtimal çocuklarının da olabileceğini öğreniyorlar. Kaderin cilvesi, bu iki ihtimal birden gerçekleşiyor.
Çocuklar büyüdükçe kardeş çatışmaları da kaçınılmaz oluyor. Yalnız bunlar sıradan kardeş çatışmaları değil. Evlatlık bir çocuklarının olması, aile içinde hem herkesin bildiği hem de hiç konuşulmayan bir konu. Bir süre sonra abi, aile üyelerine görünmez duvarlar örüyor, kendini izole ediyor. Zaten sürgün edilmiş bir aile içinde kendini sürgün etmeyi, Fuks çok ince bir bakış açısıyla görüyor.
“Odasına kapanan benim kardeşim miydi yoksa evin geri kalanına, dünyanın geri kalanına, onun yatak odası haricindeki yerler kendimizi kapatan biz miydik?
Direniş hüzünlü, kısa ve aynı zamanda iyi bir roman. Yaşananlar elbette ki sarsıcı fakat romanı derinleştiren anlatıcının detaylarda gördükleri. Bütün bir hayat hikâyesini anlatmıyor Fuks, fakat gezindiği yerler bazen önemsiz gibi görünen ama zamanla anlatıcının kendisinin de geçmişiyle yüzleştiği yerler. Anlatıcının ailesine dair hisleri, geçmiş zamanda yaşadıkları, sonrasında yüzleşmesi ve tüm bunlara dair duyguların net ve gerçekçi aktarımı büyüleyici. Öte yandan zaman zaman bu duygu yoğunluğunun aktarımı beni okuduğumun bir roman olduğu düşüncesinden çıkardı, bir günlük okurmuş gibi, anlatıcının en derin düşüncelerini bildiğim hissine kapıldım.
Yazının başında anne babanın psikanalist olmasının romanın rotasını çizdiğini söylemiştim, romanın bazı yerlerinde özellikle çocuk psikolojisi üzerine çalışmalar yapan Donald Winnicott’un düşüncelerine de yer veriliyor. Anlatıcının bakış açısı, dili, olayları değerlendirmesi o kadar sağlam ki bunlar romanın doğal yapısını bozmadan var olabiliyor. Kitabın sonunda yazar yani anlatıcımız pek çok yazarın karşılaştığı bir şeyle karşılaşıyor. Yazdıklarını ailesi okuyunca geçmişi aynı şekilde hatırlamadıklarını fark ediyorlar, bu biraz da otobiyografik romanların, öykülerin bir cilvesi. Aslında bu, tüm olanları sadece anlatıcının değil, ailenin de kendileriyle yüzleşmesi anlamına geliyor. Anlatıcının yazdıklarını da romanın bir unsuru olarak kullanması benim için bu romanı daha çok sevmemin sebeplerinden biri oldu. Direniş okumaktan pişman olmayacağınız bir roman.
İlk yorum yapan siz olun