Hüzün geriye kalandır. Biraz blues dinleyin benim için.
Ulus Baker.
Yaşam kimileri için hep bir kötü bulmayla geçer gider. O kötüyü bulmaksa çocuk oyuncağıdır. Buna niyeti olan, mağarasından şöyle bir çıkardı mı kafasını bir bakar ki her yer nefretle doludur. Böylece kendi üzerindeki sorumluluğu atar. Dışarıda aranan kötü, içimizdeki kötüyü görmezden gelerek kafamızdaki yalan yanlış senaryoları oynamamız için kullanışlı bir enstrümandır. Buna mutlaka, ama mutlaka mükemmel bir kılıf buluruz. Çünkü insan, sanılanın aksine bilmeyi değil, geçiştirmeyi isteyen bir canlıdır çoğu sefer.
Tamam, buraya bunun için gelmediniz. Lâkin blues müzikten bahsedeceksek buna nasıl bir giriş yapılır, emin değilim. Ama emin olduğum şey; “…dır” ile biten basitlemesine bir tanımla peyda olamayacağımdır. Sonuçta, rock and roll’un, hippilerin temellerini atan müzikten bahsediyoruz…
Kölelik! Bütün mevzu buradan başlıyor, diyebiliriz. Yekten Avrupacı olanların kabul etmekte güçlük çekebileceği bir tarih aralığına doğru yolculuğa çıkıyoruz şimdi. Muddy Waters çalıyor, ben yazıyorum… Blues müziğin kökenleri, bugünkü bilgilerimiz ışığında 1600’lü yılların Batı Afrikasına dayanır. Bu yıllarda Afrika kıtasındaki halkların bir kısmı Amerika’ya zorla getirtiliyor ve burada köle olarak çalıştırılıyorlardı. Hatta bu kölelik tarihini biraz daha geriye götürebilir ve diyebiliriz ki: Söz konusu kölelik dönemi 15. yüzyılın sonlarında başlamış ve 19. asrın ortalarına kadar sürmüştür. Tüm bu asırlar boyunca toplam 10 milyonu aşkın Afrikalı zorla Amerika’ya getirilmişti. Tarihte bu döneme, olay Atlantik Okyanusu bölgesinde gerçekleştiğinden “Atlantik Köle Ticareti” de (The Atlantic slave trade) denmektedir.
1400’lerin sonuna doğru Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb bu bölgenin İspanya’ya ait olduğunu ilan eder. Buraya Yeni Dünya denmektedir ve çok geçmeden Portekiz de Yeni Dünya’ya kâşifler gönderir. Portekiz kolonileri ile Amerika’nın İspanyol yerleşimleri burada yaşamanın kolay olmadığını anlarlar. Kolonilerde yetiştirilen tütün, pamuk, şeker kamışı gibi ürünleri taşıyacak mevsimlik işçiler, yerleşimciler olmadığından ilk başta Amerikan yerlileri (genellikle kızılderililer) esir edilir. Yerlilerin bir kısmı yeni hastalıklar nedeniyle ölürken bir kısmı da etkileyici bir şekilde direnir. Bu nedenle ki Avrupalılar, işgücünün sağlanması için bu defa Afrika’ya bel bağlamıştır. Bunun için de Afrikalı krallar ve tüccarlarla işbirliği yapan Avrupalılar, Afrikalıları köle olarak çalıştırmak üzere Amerika’ya götürmeye başlamıştır. Unutmayınız ki, Afrika krallıkları köle ticaretinden zenginleşmiştir…
Afrikalı köleler bugün ABD toprakları içerisinde yer alan Virginia bölgesindeki koloniye ise Hollandalılar tarafından 1610’da getirilir. Bu insanlara ilkin, ileride özgürlüklerini kazanabilecek “sözleşmeli hizmetkârlar” olarak bakılır. Tutsaklar daha çok Batı Afrika’nın kıyı şehirlerinden biri olan Angola’dan getirilir. 1661’de köleliğin meşruiyet kazandığı Virginia kolonisinin ardından diğer koloniler de Afrikalıları sömürmelerini, bir köle olarak çalıştırılmalarını yasal bir zemin üstüne oturtmak için didinip dururlar.
Sonuç olarak 1700 yılına gelindiğinde Virginia’da 16.000 Afrikalı köle olarak kullanılırken 1770’te bu sayı 187.000’e çıkmıştır. Topluca bakarsak; toprakta çalıştırılmak için Afrika’dan Amerika kıtasına 1519 – 1867 arasında 12 milyon civarı “köle” gemilerle götürülmüştür. Ancak bu sayı yalnızca Amerika’ya ayak basabilenler olarak da kabul edilir. Mesela, “Blues Tarihi / Şeytanın Müziği” adlı kitabında Giles Oakley yaklaşık bu 350 yıllık dönemde 30 – 40 milyon arası Afrikalıdan tahmini 15 milyonun yolculuktan sağ çıkabildiğini söyler. Çünkü; o dönemin kölelerini Amerika’ya götüren denizcilerin bir huyudur; Afrikalıları gemi ambarına sıkış sıkış yerleştirerek Amerika kıtasına götürürler. Yani kaptanlar, daha fazla köleyi Amerika’ya götürebilmek adına geminin tüm imkanlarından yararlanırlar.
Tabii bir de 16. yüzyılın sonundan itibaren tüm coğrafi keşifleri elinde toplayan İngiltere vardır. İngiltere’nin Üçgen Ticareti (Triangle Trade) üzerine kurulan deniz kolonizasyonunda ise sistem şu şekilde işler: Avrupa (ya da Kuzey Amerika), Batı Afrika ve Karayipler arasında gerçekleşen üçgen ticarette siyahlar Batı Afrika’dan şeker kamışı işlemek için önce Karayipler’e gönderiliyorlardı. Oradan da şeker kamışı suyundan Rom elde edilmesi için Kuzey Amerika Kolonileri’ne götürülen Afrikalıların yaşadıkları zulüm yalnızca bununla da sınırlı değildi. İngilizler, ülkelerinden getirdikleri bakır, mamul kumaş, züccaciye ürünleri, siyah ve cephane gibi ticari ürünleri Batı Afrika’ya götürerek kadınları ve erkek çocuklarını bunların karşılığında alıyorlardı.
Az önce sözünü ettiğim Blues Tarihi / Şeytanın Müziği kitabından bir alıntı:
“Tütün, köle işgücüne dayanan ilk önemli üründü; bunu hemen ardından pirinç, şeker ve pamuk izleyecekti. Devamlı artan sayıda Afrikalı kandırılıp, tuzağa düşürülüp, yakalanıp, aldatılarak köle gemilerine bindirildi ve dehşet verici koşullarda Atlantik’in öte yanına taşındı. Birçoğu kendilerinden önce gelen kölelerin yetiştirdiği şeker kamışından elde edilen melas ve rom karşılığında takas edildi. Zincirlenip ambara sıkış sıkış yerleştirilenlerden birçoğu yolculuk sırasında hastalık, susuzluk ve havasızlıktan öldü; cesetleri denize atıldı. Yaklaşık üç yüzyıllık bir dönemde Kuzey ve Güney Amerika’ya yapılan ticarette yer alan 30 ila 40 milyon Afrikalıdan tahmini olarak ancak 15 milyonu yolculuktan sağ çıktı.”
Böylece günümüzdeki siyahîlerin atalarını oluşturan bu Afrikalılar, Amerika kıtasında göz ardı edilemeyecek bir nüfusu oluşturmaya başlamıştır. Sonra sonra, Endüstri Devrimi için gerekli sermayenin büyük bir kısmının kazanılması, Kuzey Amerika’daki kolonilerin İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi vermesi, ardından ABD’nin kurulması diye gider bu tarih… 17. asırda Ndongo ve Mataba krallıklarının hükümdarı Kraliçe Nzinga Mbande, kendi halkını korumaya çalışan ve bunda da başarılı olan Afrikalı liderler arasındadır. 40 yıllık hükümdarlığı boyunca Portekizli ve Hollandalı köle tacirlerini halkından uzak tutmayı başarmıştır.
Tüm bu süreçte kilisenin de “kâr” elde ettiğini söylemek gerek. Siyahların, Afrikalıların köle olarak kullanıldığı bu uzun dönemin sonlanması içinse 1863’ü beklemek gerekecekti. 19. yüzyılda ABD’deki kuzey ve güney eyaletleri üretim biçimi olarak ikiye ayrılmaya başlamıştı. Kuzeyde kölelik kaldırılmış ve endüstriyel faaliyetlere geçilmişti. Ancak, tarımsal faaliyetlerini sürdüren güney eyaletleri kölelikte ısrarcıydı. Hatta bu nedenle olacak; 1861’de başlayan Amerikan İç Savaşı’nda, güney eyaletlerinde yaşayan Afrikalı kölelerden bazıları kuzey eyaletlerine doğru kaçmıştır.
Güney eyaletlerinin kölelikteki ısrarcılığını sona erdirmek için 1854’te kurulan Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı Abraham Lincoln 1860’ta başkan seçilir. Lincoln’ün köleliği yasaklama isteğinin tek sebebi bunun utanç verici olduğunu düşünmesi değildir. Ekonomik etkenler de yine, yine, yine devrededir… Ancak öyle ya da böyle; 1 Ocak 1863’te Cumhuriyetçi Parti tarafından yayımlanan bir yasa ile kölelik resmen sonlandırılır. Son nokta ise 1865’te konur: Bu yıl, Amerikan Anayasası’nın 13. maddesinin kabulüyle kölelik tüm ülkede kaldırılır. Ve artık gelelim siyahînin müziğine, blues’a…
Önder Kosbatar, Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkan “Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?” kitabında şunları aktarır: “Yeni Dünya’ya 16. yüzyıldan itibaren triangle trade (üçgen ticareti) içerisinde bir meta olarak yurtlarından koparılıp getirilen siyah insanlar, hippilerin de şüphesiz en önemli parçası olduğu ve ileriki yıllarda bir kimlik ifade biçimi olarak karşımıza çıkacak bir müzikal anlayış olan rock and roll’un temelini atmıştır.”
Blues, ataları Afrika’dan getirilmiş olan Amerikalı kölelerin müziğidir. Yaygın diğer tanımıyla da; Afrikalı kölelerin Amerika kıtasındaki tarlalarda çalışırken söyledikleri hüzünlü bir müzik türüdür. Blues’un beslendiği kaynaklarsa çok yönlüdür. Afrika’nın, Kara Kıta’nın etkilerinin hissedilmesi oldukça doğal olan blues müzikte, Kuzey Amerika yerlileri ve İspanyolların müzik üslupları da görülür.
Blues’un köklerinde Hristiyanlığın bulunduğu da bilinir. Şöyle ki; beyaz misyonerler o güne kadar bir ruha bile sahip olmadıklarını düşündükleri siyahlara “doğru yolu” göstermeye niyetlenirler. “Beyaz Adam”ın 1790’larda başlayan bu misyonerlik hareketiyle Metodist Kilisesi kurulur. Siyahların bu dine geçmek konusunda neredeyse hiçbir direnişinin olmamasının sebebi ise yaşama isteğinin, kölelikten biraz olsun kurtulma arzusunun ta kendisidir! Çünkü, Hristiyanlaştırılan siyah köleler bu dini geçiş sayesinde kölelik işlerinden biraz olsun kurtulabiliyorlar, Noel gibi etkinliklerin olduğu dönemlerde sosyal ortam içerisine girebiliyorlardı. Hristiyanlıkta kutsal ve dinsel bir müzik olan gospel, blues’un ortaya çıkmasını sağlayan bir diğer unsur olmuştur. Peki “blues” ne demektir? İnternette kısa bir etimolojik araştırma yaparsak karşımıza şu tanım çıkar: Amerikan zencilerine özgü bir müzik türü. Doğru bir tanımdır. Ancak, internetteki bilgilere tek başına güvenemeyiz, öyle değil mi?
Blue sözcüğünün anlamı “mavi” olmakla beraber, Elizabeth devrinden itibaren (1558) melankoli, keder gibi anlamlar da taşır. Beyaz efendilerinin, kendilerini “monkey” gibi adlarla çağırmalarına inat, siyahlar onlar gibi insan olduklarını kalbe dokunan müzikleriyle ispatlamaya çalışırlar. O ki; bluese’un adı aynı zamanda “hüzün” manasına da gelir. (Yazının başında yer alan Ulus Baker’in o sözündeki “hüzün” kelimesi boşa değildir.) Hristiyanlığın siyahlar tarafından kabul edilmesinde, köleliğin angarya işlerinden kurtulmak kadar İsa’nın acısı ile özdeşlik kurmak da yatar. Afrikalılar, içerisinde bulundukları kölelik durumunu, İsa’nın çektiği acının bir başka muadili olarak görerek de Hristiyanlıktan etkilenmiş ve blues’un gelişmesinde dinden de yararlanmışlardır. Bu etkileşimin somut örneklerinden biri; 19. yüzyılın sonunda kurulan Pentacostalis Kiliseleri’nde, Afrikalıların el çırparak ve ayaklarını yere vurarak yaptıkları müziği andıran bir müziğin yapılmasıdır.
Tam bir tarih için yine Önder Kosbatar’ın “Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?” kitabına dönebiliriz: “Blues’un, yani Afrikalı Amerikalıların gitarla yaptıkları müziklerinin başlangıç noktasını aşağı yukarı 1800’lerin ortalarına, siyahların taşrada toprak kölesi olduğu döneme kadar götürebiliriz.”
Tarımda yaşanan makineleşmenin sonucu olarak; toprakta çalıştırılacak köle gereksinimine duyulan ihtiyaç azaldığında Amerika’nın taşralarındaki siyahlar da kentlere doğru göç eder. Özellikle Delta bölgesindeki kent ve kasabalara doğru akın eden siyahlar, Afrika kültürünün müziğini de yanlarında götürmüşlerdir. 19. yüzyıl bu bakımdan çok verimli bir devreyi kapsar. Gelişmiş Amerikan demiryolu ağı sayesinde gezici müzisyenler kolay taşınabilen bir enstrüman olan gitarlarıyla yollara düşmüştür. Zaten bu noktada, enstrüman olarak gitarın seçilme nedenlerinden biri de gezginlik içerisinde gitarın kolay taşınabilen bir enstrüman olmasıdır.
Delta’nın doğusu ve batısına doğru yol alan gezgin siyah müzisyenler Teksas, Arizona, Oklohama, Virginia, Güney Carolina gibi eyaletlere, bölgelere gitmişlerdir. “Delta blues” ismi de, gezgin müzisyenlerin Delta bölgesinden çıkmış olmalarından kaynaklıdır. Delta blues, blues müziğin en eski ve önemli türlerinden biridir. Etkileşimse şu şekildedir: Batı tarafı Deltalı üstatlara gitarı öğretmişlerdir, Deltalılarsa Batı’ya blues’u. Gitarı ve blues’u Doğu’ya öğretense Deltalılar olmuştur. Tüm bu etkileşimler sonucunda blues’da üç belirgin üslup doğmuştur: Batı Yakası, Doğu Yakası ve Delta üslubu.
Blues’un Amerika’nın dört bir yanını kuşatmasının en önemli sebebi; işsizlik nedeniyle göç eden siyahlardır. Lâkin, aylaklık ve macera peşinde koşan bir alt kültür de bulunmaktadır: Hobo. Genellikle parasız pulsuz bir şekilde, trenlerin yük vagonlarında seyahat ederek kendini yollara vuran Hobolar da blues’un Amerika geneline yayılmasının önemli sebeplerinden biridir.
Asırlar boyu köle olarak çalıştırılan ve sürekli toprağa bağlı olmak zorunda olan siyahların, 1865’teki köleliğin yasaklanması yasasından sonra kendilerini özgür hissetmeleri pek tabidir. Yine bu nedenle kendilerini yollara vurmaları da bir o kadar doğaldır. Gelişkin Amerikan ulaşım sistemi de onların gezginlik arzularını sürdürmeleri için oldukça elverişli olmuştur. Hal böyle olunca, trenler de bir figür ve motif olarak blues’u etkilemiş ve şarkı sözlerine girmiştir. Örneğin, gezgin siyah bluescularından Henry Thomas (1874 – 1930), When the Train Comes Along adlı parçasında şunları söyler:
Tren geldiği zaman,
Tren geldiği zaman,
Tren geldiğinde seni istasyonda karşılayacağım,
Kör olabilirim, göremeyebilirim,
Tren geldiğinde seni istasyonda karşılayacağım.
Gencecik yaşında hayatını yitiren Leroy Carr (1905 – 1935) da meşhur How Long How Long Blues adlı parçasında treni, giden bir sevgiliye benzetir:
Ne kadar, ne kadar, o akşam treni gideli ne kadar oldu?
Ne kadar, ne kadar bebeğim, ne kadar?
İstasyonda durup, bebeğimin kentten ayrılışını izliyorum.
20. asrın başındaki bu isimlerin birçoğu, bugün sevilerek dinlenen ve 60’lı, 70’li yılların rock and roll dünyasını yaratan pek çok müzisyeni etkilemiştir. ABD’li siyahi boksör Rubin ‘Hurricane’ Carter’ın haksız yere uzun yıllar hapis yatmasını anlattığı “Hurricane” şarkısıyla Bob Dylan, blues’dan müthiş derece beslenen Led Zeppelin, ismini Muddy Waters’ın şarkısından alan Rolling Stones popüler örneklerdir. Taner Ay’ın “Rock ve Şiddet” kitabında blues ile Led Zeppelin arasındaki ilişkiyi anlattığı kısım son derece dikkate değerdir:
“Blues, sadece ilâhlarının birer işçi sınıfı anti-kahramanları olmalarıyla ve müzikal yapısındaki esneklik ile rock’a büyük imkanlar tanımıyordu; bilhassa şarkı aileleriyle hard rock’ı geliştirilen delta blues’un, blues’un ‘en siyahı’ olması da, rock ile arasında ruhî yakınlık sağlıyordu. Zira, tıpkı blues gibi bir alt kültür muhalefeti olan rock da, alacakaranlığı aksettiren ‘siyah’ bir sesti. Bugüne kadar blues’u hard rock’a en iyi uyarlayan topluluk hiç şüphesiz Led Zeppelin oldu.”
1929 Ekonomik Buhranı ile beraber, göç mefhumu siyahlar için tekrar ortaya çıkar. 1930’ların sonunda bu göçü daha da arttıran olaysa içine girilen savaş atmosferidir. İkinci Cihan Harbi gereği silah endüstrisinde artış olunca, 1940’ların başında binlerce siyah fabrikalarda çalışmak üzere göç etmiştir. Blues Tarihi / Şeytanın Müziği adlı kitabında Oakley oldukça çarpıcı bilgiler aktarır: Siyahlara verilen işler beyazlara göre daha zor olanları ve daha az para verilenleridir. Amerika’nın güneyinde beyazlarla siyahlar arasında yaşanan gelir adaletsizliği siyahlara toplumun içindeki “yerlerini” bir kez daha hatırlatır. Ancak tüm bunlarla beraber siyahlarla beyazlardan alınan vergiler de aynıdır.
Peki bu ne anlama geliyor? 1929 Ekonomik Buhranı sonrasında beyazların gittiği okullara harcanan paraların büyük bir kısmının siyahların ödediği vergilerden gelmesi anlamına geliyor. Amerika’nın Kuzey’i ise görece daha refah bir ortamda bulunduğundan bu ayrımcılıkların oranı da daha az olmuştur.
Siyahların bu gelir adaletsizliği, zor yaşam koşulları karşısında icat ettikleri oldukça yaratıcı yöntemler bulunmaktadır: Rent party (kira partisi) olarak bilinen uygulama bunlar arasında oldukça öne çıkmıştır. Şehrin gettolarında yaşayan siyahların tümü kirada oturdukları için tüm ahali, kira günü gelen kişinin evine bir giriş parası ile girerdi. Böylece o ayki kira çıkmış oluyor, siyahlar için de bir araya gelme fırsatı doğuyordu. Bu partiler siyah müzisyenlerin de az biraz para kazanması için oldukça faydalı olmuştur.
Blues asırlar önce Afrikalı kölelerin icra ettiği hüzünlü bir müzik olmaktan çıkmıştır artık. Göçle beraber taşralardan kentlere de yayılan blues, büyürken ruhunu da korumuş ve İkinci Dünya Savaşı döneminde de rock and roll’u doğurmayı başarmıştır. Yine Önder Kosbatar’a dönecek olursak:
“1940’lı, 1950’li yılların ABD’sinde var olan sosyolojik ve psikolojik buhranın kaçış noktası olarak hippilik öncesi marjinal gruplar ve kişiler tarafından yapılan bestelerin ana teması eğlence ve aşktır. Zaten bu ruh, hippiliğin içerisinde farklı birtakım açılımları da bünyesinde toplayarak yine kendisini gösterecektir. Taşralı saf blues zaten bir süredir büyük kentlerin salonlarında kentlileşmişti. 1940’ların sonu ise bize artık rock and roll’u müjdelemektedir.”
Blues’un tarihi ile ilgili bir şema çizerek de derli toplu bir tasnife gidelim:
- Country Blues Dönemi: Bu dönem 1900 ile 1910 arasını kapsar. Blues henüz kentlere yayılmamıştır, taşrada devam eder.
- Erken Kentli Blues Dönemi: 1910 ile 1920 arası devreyi ifade eden bu dönem blues’un yavaş yavaş kentlere sokulmaya başladığı ve geliştiği dönemdir. Öyle ki, ilk enstrümantal blues 1913’te kaydedilir.
- İkinci Dünya Savaşı Öncesi Blues’u: 1920 ile 1940 arası dönemi ifade etmektedir. Blues bu dönemde artık bariz bir şekilde kentlere yayılmıştır. Taşradan yoğun bir miktarda göç alan Amerikan kentleri blues’un merkezi bölgeleri haline gelir.
- Savaş Dönemi, Savaş Sonrası Blues’u ve Rock and Roll Dönemi: 1940’la başlayan bu süreç 1965’e kadar gider. Artık blues gelişmiş, büyümüş, olgunlaşmıştır. Pek çok sanatçı çıkaran blues bu dönemde, özellikle savaşın getirdiği yıkımla eğlenmenin, her şeyi boşverip eğlenmenin de yegâne adreslerinden biri olmuştur. Ve blues’un çocuğu rock and roll da yavaş yavaş ilk adımlarını atmaya başlar.
İkinci Dünya Savaşı Öncesi Blues döneminde doğan BB King, 2015’te göçüp gitti. Ancak blues denildiği zaman “krallardan” biri de odur. Kendisinden sonraki birçok rock and roll müzisyenine ilham veren BB King’in en meşhur şarkısı elbette hafızalara kazınmış olan The Thrill Is Gone’dur. Mimiklerdeki ustalığa bakın:
Ondan da önce doğan, Blues’un kentle etkileşiminin ilk dönemlerinde dünyaya gelen Muddy Waters ise Chicago blues’unun babası olarak tanınır. Blues’un temelini oluşturan isimlerden biri olarak kabul edilen Muddy Waters’ın, Rolling Stones elemanlarının da izlemeye geldiği bir konseri vardır. Hatta konserin ileri bir safhasında, Rolling Stones’un solisti Mick Jagger ve gitaristleri Keith Richards ile Ronnie Wood da üstatlarının çağrısı üzerine hemen sahneye çıkarlar. 1927’de Papa Harvey Hull and Long Cleve Reed tarafından plaklaştırılan “Don’t You Leave Me Here” şarkısını 1953’te “Baby, Please Don’t Go” adıyla yeniden kaydeden Muddy Waters bu şarkının ardından ünlü Mannish Boy şarkısıyla, bir bakıma “öğrencisi” olan bebelerle sahnede şahane bir performans gerçekleştirir.
Her iki dünya savaşı da Amerika ve Avrupa insanının ruhunu uçurumların kıyısına atmış, hatta bazıları bu “davete” icap ederek hayatlarına son vermiştir. İki dünya savaşını da görmüş olan yazar Stefan Zweig, Brezilya’da eşiyle beraber hayatını sonlandırırken yazdığı mektupta “ (…) ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi.” dememiş miydi?
İşte bu dönem bir fırlama çıkar ortaya. Atın şu üzerinizdeki ölü toprağını, dercesine insanların ruhlarına girer, yakalarına yapışır ve dansa çağırır: Rock and roll! Ailelerin çocuklarını uzak tutmaya çalıştığı rock and roll sınır tanımaz, iflah olmaz, dizginlenemez yapısıyla 1940’larda doğan çocukların gençliklerinde büyük yer edinir. Yalnızca aileler değil; bu her şeye kafa tutan, gençliği bir araya getirip dans ettiren rock and roll tabii ki medya tarafından da sevilmedi!
18 Ağustos 1955 tarihinde New York Times’ın bu dipten gelen dalga olan rock and roll ile ilgili tabirinin Türkçesi şuydu: “Rock and roll isimli bir bulaşıcı hastalık.” Evet, bugün yaşadığımız salgının aksine rock and roll insanları eve kapatan değil, harekete geçiren bir virüs gibi bulaşıyordu her yere. Sahnedeki mükemmel haliyle, kendisinden sonraki pek çok rock and roll müzisyenine ilham veren Elvis Presley ortalığı kasıp kavurdu. Adamlar da kadınlar da ona hayran kaldı. Bu evrende; siyah ya da beyaz yok, gençlik ateşinin kıvılcımlarını yaratan, kar topunu çığa dönüştüren lirik, coşkulu, heyecanlı bir dünya vardı.
Rock and roll da bilindiği üzere daha sonra yalnızca “rock” adıyla da tanımlanmaya başlamış ve blues’un asi çocuğu rock da birçok türe ayrılmıştı. Mesela; punk rock! Günümüzde “Punk Rock’un Vaftiz Anası” olarak da adından söz edilen Patti Smith tüm o evreni anlattığı meşhur Çoluk Çocuk kitabında o dönemleri aktarırken aslında bize çok önemli kesitler verir:
“O gelmişti. Aniden havadaki elektriğin doğasını kavramıştım. Bob Dylan kulübe girmişti. Bunu bilmenin bende garip bir etkisi oldu. Karşısında saygıyla küçülmek yerine bir güç hissettim içimde; belki de onun gücüydü bu. Ancak aynı zamanda hem kendimin hem grubumun ne kadar değerli olduğunu da hissetmiştim. Sanki kabul gecemdi o gece; kendime örnek aldığım kişinin huzurunda, tamamen kendim olmuştum.”
1969’da New York’ta gerçekleşen meşhur Woodstock Festivali de blues doğmasaydı, kentlere yayılmasaydı, sonra rock and roll’u doğurmasaydı gerçekleşir miydi bilinmez. Festivali organize edenlerin, hatta bizzat katılan müzisyenlerin arasından birkaçının özgürlük ateşi, gençlik ruhu gibi duygular hissetmediği de aşikârdır. Ama genel tabloya bakıldığı zaman Woodstock Festivali de bugün hala geniş bir kitle tarafından unutulmayan bir zamanın ta kendisidir. Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jefferson Airplane, The Grateful Dead gibi müzisyen ve grupların çıktığı festival bir efsane olarak tarihteki yerini aldı.
Buraya kadar okuduysanız meraklısına önerebileceğim birkaç kitap var. Bazıları hala basılıyor, bazılarını sahafların engin arşivlerinde bulabilirsiniz. Bu yazıda da faydalandığım üç kitap: Taner Ay/ Rock ve Şiddet, Önder Kosbatar/ Taşlar Kimin İçin Yuvarlanıyor?, Greil Marcus/ Ruj Lekesi. Bunlar dışında Gökalp Baykal’ın “Bir Şarkı Irmağı Bob Dylan” ve Ogan Güner ile Erim Oral’ın yazdığı “Led Zeppelin, Deep Purple” kitaplarını da önerebilirim. Şimdilik benden bu kadar. Blues ve rock and roll evreni oldukça büyük, hacimli ve coşkulu olduğundan yazıda elbette ismi geçmeyen çok ama çok kişi var. Eh, meraklısı, işin peşine düşmeye niyetli olanı onları da elbette arayıp bulacak ve dinleyecektir. Tıpkı benim de erken dönemlerimde hiçbir şey bilmezken araştırarak pek çok ismi, müziği, şarkıyı, dönemi öğrendiğim gibi…
2017’de kaybettiğimiz, rock and roll’un babalarından Chuck Berry’nin meşhur şarkısıyla bu faslı kapayalım o halde. Şarkının harikuladeliği, benim bunca satırda anlatmaya çalıştığım tarihselliği, coşkuyu, heyecanı pekala çok daha iyi verecektir:
Hazırlayan: Mert Bekçi
[…] müziğin kaynaklarının çok daha geriye gittiğini burada anlatmıştık. Ancak blues müziğin olgunlaşması ve rock and roll denen “belayı” […]