İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bu Kelebeğin Ölüşü Değildi ki, Uçuşuydu

Kan portakalı kalbim oldu ve orada başladı hayat; ben çok sonra fark ettim…

Çocukluğumun en renksiz sokaklarını bile aydınlatırdı portakal çiçeğinin mis kokusu. Bir zamanlar çocuk kalbimin yerinde sol yumruğum kadar bir kan portakalı durur sanırdım. Öylesine içime işlemişti ki, hafızamda hiçbir şeyin yolu bu kokuya uğramadan varamazdı gideceği yere. Okulda öğrenmiştik, kalbimiz yumruğumuz kadardı. Arkadaşlarımızla teneffüslerde elimizi ortaya koyar, en küçük eli olanımızı, “Amaan sen de amma kalpsizmişsin!” diye yaftalayıverirdik. Çünkü çocuk olmak, bir bakıma zalim olmak demekti. O kalpsiz dediğimizin yüreğine bir sızı, yıllar içinde sırtına oluşacak kambura bir yük, yüzüne yerleşecek anlamsız utanca bir parça bıraktığımızı bilmezdik. Ya da duygularımızın çok sesli bir karşılığı yoktu da, pay edemiyorduk hanelere. Hem sonra kalbimiz de ellerimiz gibi gün gün büyüyordu ya, ne kötülük vardı bunda? Asıl sorum şuydu: Ellerim yaşlandıkça, kalbim de yaşlanacak mıydı? 

Zaman geçtikçe ben elleri de, ruhu da hızlı büyüyenlerden oldum. Kalbim kocaman, kanlı bir portakal olmuştu. Yürüdüğüm caddelerde turunçlar görmek bana yetmiyordu artık. Ruhumdan kopan pek çok şey vardı. Kabıma sığamıyordum. Ben portakal bahçesinde alabildiğine koşmak istiyordum. İsteğimi portakal gibi dıştan turuncu, evet evet bence kalbim kesinlikle turuncu olmalıydı. Başka türlüsünü hiç düşünemedim. Neyse dışı turuncu, içi kanlı kalbimin yanına koydum düşümü ve düştüm yollara. 

Düşüm, yollarda çok kere yerlere düşecek, insanların zalimliğine uğrayacak ve ne yazık ki bir zaman sonra tarafımdan unutulmaya mahkûm olacaktı. 

Ve zaman aktı geçti…

Sonra o an geldi. Yaşadığım şehirden çok uzaklara gitmiş, üzerine ne hikâyeler yaşamış, yolumu, yönümü hepten değiştirmiş, bambaşka birine dönüşmek üzereydim ki, sahneden sanki en çok bana, – yok yok bir tek bana konuşan – o sesi duydum. Yüzünü ilk kez gördüğüm bu adam, yeri gelip hiç bilmediğim anların cümlelerini sarf ederken, en bildiğim kokuyu taşıyordu işte burnuma… Öncesinde bir yerlerde tanıştığımıza yemin edebileceğimi tüm hücrelerimde hissediyordum. Hem o anda fark etmiştim, hem de sanki yıllar sürmüştü hatırlayışım. Şimdi koca salon bir portakal bahçesiydi. O, tüm cümlelerini sadece benim için kuruyordu, buna emindim. Sesi yumuşacıktı ve zamansızlığın hâkim olduğu şu yerde, önemli olan tek şey, ikimizin de kalbinin birer kanlı portakal oluşunu bilmemdi. Sanki şu dünyada içimi ısıtan en büyük gerçek buydu ve tüm zavallı hissettiğim anlara bir sille savurmuştu. Zaten daha fazlasının da bir önemi yoktu ki. O, bana çok uzakları yakın etmiş, bildiğim iklimin ısısından sunmuş, kalbimin ağırlığında ezildiği coğrafyanın anıları ile gelmişti. İnsan, kalbini bulmuşsa, daha ötesinin ne önemi vardı? Uykumu bölen bir sesti onunki. Tüm yorgunluğumu silen, beni konferansa işte asıl şimdi davet eden… Neden sonra bir başka sesle irkildim. Sesin sahibi konuşmasını bitirmişti. Ben düştüğüm kokunun peşinde bir müptezel gibi ruhumu gezdirirken, onun benden haberi bile yoktu…

Ya da ben öyle sanıyordum. Ara verildiğinde yanına gidip, “Burnumu portakal kokusuyla doldurdunuz!” dediğimde değişiverdi her şey. Biraz önce tesirinde hissettiği o anın büyüsünü o da çözmüştü artık. Bu, zaten birbirini çok öncesinden tanıdığını bildiği iki ruhun yeniden tanışmasıydı.

Randevulaşmayan, yine de tam saatinde orada olan o iki ruhun enfes buluşması…

Hepsi, her şey ruhun süzgecindeydi. Şimdi müptezel ruhum, yanına aldığı eşi ile çocuk kalbinin portakal bahçelerinde huzurlu bir yürüyüşe çıktı. Bu an, zamanda bir tek noktaya mühürlenecek bir sonsuzluğun işaretiydi. Onu bir daha dünya gözüyle görmeyecek; ama bir yandan da hiç unutamayacaktım. Tüm bu satırlar da, portakal bahçeleri adresi ile postalayacağım bir mektuba ait olacaktı. “Yazacaksın bu anı, biliyorum.” demişti. “Hatta çoktan yazmaya başladın bile belki…” Sessizliğimin bir kabul ediş olduğunu ikimiz de biliyorduk. Bundan sonra kelimelerin söz olup uçmasına ne hacet; şimdi iz bırakmanın, ruh olup yazıya dökülmenin, döküldükçe derlenip toparlanmanın zamanıydı. Bu an, ne bir birleşmeydi ne de ayrılık! İşte sonsuzluk bu demekti; keşfetmiştim…

Eve dönüş yolunda buralara doğru sürüklenmeye ilk kez ne zaman başladığımı düşünüyordum. Evrende bir toz zerresi iken başka bir toz zerresi ile bir olmanın hazzına kapılmıştım. Ne kimseden bir beklentim vardı, ne de hayat başka türlü aksın istiyordum. Bu tastamam olduğum, mükemmeli ruhumda hissettiğim o andı. En kahkahalı mutluluklar bile yaşatamazdı böylesini. Bunun elle tutulur bir yanı yoktu belki; ama gözle görebilirdin. Hatta istersen yediğini düşleyebilirdin de… 

Portakalın lezzetini düşlemek… 

Ah, kalbim! Yeniden çocuk olmaktan ne farkı vardı şimdi bunun? Yaşımın, cinsiyetimin, saçlarımın, gözlerimin renginin, şu an nerede olduğumun ne önemi vardı! Ben ne istersem, oydum. Ben ne düşlersem oydum. Bir portakal oluşumu düşledim. Öyle buzdolabında unutulmuşundan, manavdan alınmışından değil; dalından koparılmışından!

Düşümde ellerimle aldım bir kan portakalını dalından. Çocuk kalbim, çocuk yaşımın ellerindeydi. Turunculuğuna bir kere daha vuruldum. İlk aşk gibi, kaçırdığım tüm tren seferleri gibi, tüm ilk öpüşlerim, sevişlerim, sevilişlerim gibi, şu portakalı sol mememin altında tutmayı beceremediğim, delicesine atan her an gibi… Düşlediğim her an kalbim inancıyla ellerimde tuttuğum kan portakalında birleşmiş, bana hayatın anlamadığım yüzünü sunuyordu. Önce kalbimin kokusunu içime çektim. Gerçekten portakal kokuyordu; yemin ederim. Sonra kabuğunu soymaya başladım. Bütün vitaminlerimin dağılışını izledim. Yaşamaktan vazgeçmeyi düşlediğim her anda olduğu gibi yaşama bir kere daha sımsıkı, yeniden bağlandım. Odacıklarımda gezindim. Kalbimin her bir odacığına dokundum. Şimdi ellerim kana bulanmıştı, bunu apaçık görüyordum. “Bu ayrılığa dayanmıyor!” dediğim her bir ayrılık firar etti odacıklarımdan; hafifledim. Göz hizama getirip parçalara böldüğüm kalbimi izledim. İşte bu yıllar yılı kendime uyguladığım şiddetin bana görünen en gerçek yüzüydü. Daha fazla dayanamadım ve kalbimi tek nefeste dişledim. Tüm pişmanlıklarım, korkularım, yok saydıklarım, yok sayıldıklarım, sevemediklerim, sevemeyenlerim, hepsi, herkes, bir anda suda dağılır gibi dağıldı. Rahmet olup gökten yağdı. Minibüste, şoförün arkasındaki koltukta oturuyordum. Cama vuran damlalarla ayrıldım düşlerimin gerçekliğinden. Hınca hınç dolu minibüste yanım boştu, şaşırdım. Şaşırdığım bir şey daha vardı; ben minibüse hiç binmezdim. Değişiyordum, dönüşüyordum, ah nasıl da güzelleşiyordum…

Kendimi bir minibüste, insanların arasında buluşumun hikâyesinde hatırıma düşüverdi; dolabımda bir portakal suyu şişesi bile olmadığını fark ettiğim o sabahtı sanırım. Ruhumun yalnızlaştığı, yaşlandığı ve bir daha hiç çocuk olamazsa korkusunu bir anda duymuştum. Bunu en derinimde hissettim. Bahçelerde koşmak isteyen çocukluğumdan, bu kadar mı uzaklaşmıştım ben şimdi? Onu orada unutacağımı, hasretinden kavrulacağımı bile anlamadan çok özleyeceğimi bilseydim, vallahi daha göz önünde bir yerde tutardım. Göz pınarımda dursundu mesela. Hem o zaman olur olmadık yere gözyaşlarımın da akıp gitmesine izin vermezdim. Oysa şimdi şu minibüste, evimden kaç durak uzaklaştığımı bilmediğim anda, tüm bunların hiçbir önemi yoktu. Ben yeniden doğuşumu kutluyordum. Kalbimi dişlemeye devam ettim. Babamın hep dediği gibi, kan portakalı gibi lezzetlisi yoktu ve onu bulmak şanslısın demekti. Kalbimi bulduğum için şanslıydım. Şimdi inip evime doğru yürüyebilirdim…

Kalbimi mideme indirmenin verdiği doymuşluk hissinde, yüzüme çarpan rüzgârdan kendimi duyabildiğim kadarıyla kendime sorular sıralamaya başladım… İnsan, kalbinin portakalından uzaklaştıkça mı unutuyordu kendi değerini? Sonra da işte sokak sokak, avare avare gezinip bir yudum sevgi dileniyordu demek. Hem boşunaydı bu çaba, hem de kalbimin kuzeyini bulduğumda anlam kazanacaktı…

Bu içimdeki, kalbimin kuzeyine bulaşmış olmanın huzuru muydu? 

Bu nasıl bir girdaptı? 

İlk aşk gibi bir şey miydi tüm bu yaşananlar, yoksa bir kelebeğin ömrü kadar huzurlu sevinçler yetiyor muydu ruhumuza? 

Sevinçlerimizin de kısa olmayabileceğini keşfetmiştim işte o sonsuzluk anından sonra. Her anın tadını çıkarmak ve bir delilik sınırında hissederek nefes alıp vermek gerekiyordu. Madem düşmüştük dünya denen şu yere, öyleyse her şeyin hakkını vermeliydi. Hem zaten tüm kelebeklerin de aslında öyle öğretildiği gibi bir günlük ömürleri yoktu. Yani vardı da, o iş öyle değildi. Diken kelebeklerinin göç ettiğini okumuştum. Bir göçünü tamamlaması altı nesil sürüyordu. Günü nerede tükeniyorsa orada yumurtluyor, ruhunun ve bedeninin bütün bilgilerini kodluyordu kozasına. Ve yavru kelebek doğar doğmaz başlıyordu yolculuğuna… 

Bu müthiş döngüden bahsederken ölüm diye bir şeyden bahsetmek ne büyük gaddarlık olur diye düşünmüştüm. Her madalyonun sadece iki yüzü yoktu işte. Suretimizden yansıyan, hayatın bizden gizlediği gerçeklere ulaşmak için uzun yollar aşmak, unutmak, hatırlamak, değer verdiğine doğru göç etmek gerekiyordu. Yoluma döşenen parlak taşları görmeyeceksem, tepemde dönen martılara bir kez bile başımı kaldırmayacaksam, tüm çiçekleri tek tek koklamayacaksam ne anlamı vardı insan olup gelişmişliklerden bahsetmemin? Ruhum gelişmedikçe, ben kördüm. Kalbimin gözünü, bir kanlı portakaldan pamuk tarlasına uzanan şefkatli yollara açtım. Dikenin güzelliğini göremeyenlere hayret ettim. Ben varsam, her şeyin var oluşuna şükrederek sarıldım. Bir kan portakalı üzerine saatlerce konuşan delilik sınırındaki ruhuma âşık oldum. Kızdım, küfrettim, yola çıktım, yoldan döndüm, vazgeçmedim! 

“Yaşadım!” demek değil, yaşadığımı hissetmek içindi tüm yolculuğum. Şimdi gücümün bittiği yerden kozamı bırakıp dönüşerek devam ediyordum yolculuğuma. Kan portakalının ruhumdaki yeri bakiydi; ama ben kelebek olmuş, kan portakalı dişleyen bir insandım işte…

Bu kelebeğin ölüşü değildi ki, uçuşuydu…

Hepsi bu!

2 Yorum

  1. Deniz Yıldırım Deniz Yıldırım 28/11/2019

    Damla…
    Sen hep yaz…♥️

  2. Sine Sine 02/12/2019

    İnsan yoluna döşenmiş dikenlere takılmadan patlak taşları bulabilir mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir