Edgar Allan Poe, 1809’da bugün doğmuştu. Bu ünlü şair-yazar, tıpkı yaşadığı dönemdeki gibi, hâlâ ülkesi ABD’ye kıyasla Avrupa’da tanınır ve önemsenir. Şaşılası değil elbette, hudayinabit olarak niteleyebileceğimiz Poe ABD yazınsal geleneği içinde hiç yer almamıştır; temaları ve biçemiyle Avrupalıdır. Şiirlerini Fransızcaya çeviren Baudelaire sayesinde hem Avrupa’da ünlenmiş, hem de modern şiirin kurucularından biri olmuştur.
Kuzgun dışında, başyapıt niteliğini taşıyan bir şiiri var mı, bu da tartışılır. Ülkemizin orta yaşlı kuşağı, Poe’nun Annabel Lee şiirini ortaöğrenim edebiyat kitaplarında okumuş ve pek sevmişti. Nedir, okuduğumuz bu şiirin ne kadarı Poe’ya ne kadarı çevirmen Melih Cevdet Anday’a aittir, o da tartışılır. Bu bağlamda, Avrupa şiirine etkisini, biraz da Baudelaire’in Fransızcaya çeviri ustalığı açısından yorumlamak gerekebilir.
Yine de şunu unutmamalı: Poe’nun yazınsal üretiminin azımsanmayacak bölümünü, edebiyat eleştirisi oluşturur. Kırk yıllık kısa yaşamında kazandığı paranın çoğunu da, şiirlerinden çok dergilerde yayımladığı eleştirilerinin telifiyle kazanmıştır. Avrupa şiiri, aslında Poe’nun şiirinden çok onun şiir kuramlarının peşinden gitmiştir denilebilir. ABD’de de, eleştiri dışında yazdıkları, sağlığında uzun boylu önemsenmemişti.
Günümüzde elbette öyküleriyle bilinir. Tıpkı şiirlerindeki gibi, öykülerinde de ölüm başköşededir. Özellikle eşin ya da sevilen kadının ölümü, öykülerinde vazgeçemediği konulardandı. Poe için bir kadını sevmek, kadının ölmek üzere oluşuyla göbek bağı taşır. Kim bilir, belki eşinin çocuk denecek yaşta veremden ölmesidir bunun nedeni.
Ölümün peşi sıra mezar gelir. Ama sadece ölülerin gömüldüğü yer olarak değil, Poe’da evler de mezar gibidir. Ev, insanı diğerlerinden, yaşamdan koparır, kendisiyle bir başına bırakır. Ama Poe ev nedir, bilmezdi. ABD’nin Doğu yakasında şehirden şehre göçebe yaşayan, kalemiyle maişet motorunu güçbela döndüren bir yazardı. Şu sorunun kesin yanıtı yok sanırım: Poe’nun yaşamında hangisi diğerini daha çok engelledi, yazı mı yaşamı, yaşam mı yazısını?
Poe’nun ölümü de yazdığı öyküler misali gizemli oldu: 27 Ekim 1849’da kayboldu. Bir hafta sonra 3 Kasım’da, sokakta sayıklar halde bulundu; perişan haldeydi, üzerinde de bir başkasının giysileri… Kaldırıldığı hastanede 7 Kasım’da, kayıp olduğu günlerde neler yaşadığına dair hiçbir açıklamada bulunamadan öldü.
Bu esrarlı ölüm, kendisini sevmeyenler tarafında ahlakçı bir hikâyeye döndürüldü. Hangi ülke ya da hangi dönemde yaşadığı fark etmeksizin, eleştirmenler hiç sevilmez; doğa yasası gibi bir gerçektir bu. Çağdaşlarının yazdığı ilk yaşamöyküleri, onu uyuşturucu müptelası bir sefil olarak çizer. Ölümü, birkaç kuşak boyunca, ahlaksız yaşayanlara Tanrı’nın nasıl ceza vereceğinin simgesi olarak görülmüştü.
Bu tablo kesinlikle doğru değildi ama Poe’nun aziz olmadığını da söylemek gerek: Alkolikti, kesinlikle toplum kaçkını bir uyumsuzdu. Yazgının bir şakası olarak, beş parasız bir bohem olarak gömüldüğü mezarı da, öykülerindeki kimi mezarlar gibi yer değiştirdi: Hakkı teslim edildikten sonra adına dikilen anıtın altına taşındı.
Dikkatle okunduğunda, yazdığı bir avuç detektif öyküsü, Poe’nun üzerine yapışan imgeyi yalanlar: Çünkü bu öyküler alabildiğine akılcıdır. Çağının ilerisinde bir zihin açıklığı ile yazılmışlardır. Öykülerdeki olaylara kesin kanıtlarla yalın açıklamalar getirilir ve rastlantı asla yoktur. Bu öykülerin kahramanı detektif Auguste Dupin için, Sherlock Holmes’un dedesi denebilir.
İlk yorum yapan siz olun