Yine yollara vurmuş kendini, gidiyordu bilinmezliğe doğru.
Bir ses duydu.
Rüzgâr ıslık çalıyordu gecenin karanlığında. Sesi takip etmesi gerektiğine inandı. Kendinden emin adımlarla giderek uzaklaşıyordu doğup büyüdüğü şehrinden. Yormuştu kuru kalabalık. Çarpmaktan çekinmiyordu artık kimseye. Sağında hadsizler solunda yüzsüzler, önünde melek yüzlü şeytanlar arkasında narsistler. Özür dileme nezaketinde dahi bulunmadan, kalabalığı yara yara yürüyebilecek cesareti vermişti hayat. “İnsansever”den “insansavar” olmaya terfi ettirmişti! Bu terfi ile gurur duymayı çok isterdi ama kalbi izin vermezdi. Tek başınalıkla barışık olsa da birlikte uçabileceği benzer kuşların varlığına dair duyduğu inanç hayatta kalma gücü verirdi. Yıllarca rüyalarında uçtuğunu görenlerdendi üstelik.
Rüzgârla beraber uçuyordu sanki şimdi. Dağlık bir yola vardığında gün ağarıyordu.
Kırık dökük bir tabela. Üzerinde “Kâmilköy” yazısı. Etrafına bakındı. Ne bir insan ne bir hayvan. Neredeyse kuru kalabalığı özletecek derecede ürkütücü bir ıssızlık vardı zamansız, mekânsız hissettiren bu köy yolunda. Uçtuğu rüyalarındakine benzer bir hava esiyordu. Tanıdık bir his, bildik bir koku, onu Kâmilköy’e çağırıyordu. Tabelayı takip etti etmesine ama hala daha ne bir ev ne bir ağaç çıkıyordu karşısına. “Allah Allah” dedi, anlamlandıramadı.
Uçsuz bucaksız bir yolda, kalbi titreyerek ilerliyordu. Kalp çarpıntısı şiddetlendi. Durdu. Derin bir nefes aldı. Su içmeliydi. Çantasından matarasını çıkardı. Az kalmıştı suyu. Su içmeyi pek sevmez ama susuz yapamazdı. Birkaç yudum su karıştıktan sonra vücuduna, su kaynağını aradı ruhu. Henüz ne bir nehir ne bir gölet çıkmıştı karşısına. Gerçi o, ya deniz ya şelale arardı. En büyük arzusu okyanusa kavuşmak olan gezgin, birkaç sene önce okyanusu görüp de ağlamanın coşkusunu tüm benliği ile hissettiği için şanslılardan sayardı kendini. Hele ki gecenin karanlığında ürkütücü seslerle fokurdasa da dalgalar, karışabilirdi onlara. Kalbini susturdu, aklını konuşturdu.
Nasıl bir köydü burası? Neden buraya gelmesi gerekmişti?
Aydınlık hissettiren karanlık bir boşlukta süzülüyordu ki boşlukta süzülen bir sima ile karşılaştı. “Kâmil” dedi içinden. Seslendi. Sima da ona bakıyordu. Rüzgârın ıslıkları kesildi. Suyu hissetti. Onu takip etmesi gerekiyordu. En fazla ne olabilirdi ki? Suda boğulurdu. Sorun değildi, zaten yanarak ölmektense boğularak ölmeyi tercih edenlerden olmuştu hep. Sanki sadece bu iki ölüm seçeneği varmış da hayat birini seç diyecekmiş gibi ona…
Lise yıllarını hatırladı. Ontoloji öğretmeninin sınıfa yönelttiği “ne zaman ve nasıl öleceğini bilmek isteyen var mı?” sorusuna tek parmak kaldıran öğrenci olmuştu bir zaman. Bilinmezlikten korkmazdı hatta tam tersine yaşadığı dünyadan daha huzurlu hissettirirdi. Ama toprağın altına girip böceklere yem olma fikri öyle miydi? O andan ve o anın nasıl geleceğini bilmemekten korkardı. En cazip gelen son, belki de bu yüzden kendi sonunu getirmekti.
Doğrusal bir zaman çizelgesine sıkıştırılmış, insanca yaşam hakkının olmadığı bir dünyada, ölme hakkını kullanırsa dairesel bir hareketle başlangıç noktasına varacağına inanırdı. Fırlatılmış hissettiği çirkin dünyaya birkaç iyilik bırakabildikten sonra doğum gününde ölme fikri, o zamana dek kendince bulabildiği en muhteşem yaşam amacıydı. -Kimi çevrelerde henüz moda olmamışken- ölü bedeninin yakılıp küllü dalgalarla denize karışmasına dair duyduğu arzu ise havada, denizde, yerde, gökte hissettirir, yok olmayışa işaret ederdi. “Küllü Dalgalar” isimli ilk beste denemelerini yaptığı dönem, tam da bu düşüncelerle kuşatılmışken ergenlikten yetişkinliğe geçiyordu. Ama varoluş sancıları maalesef eli kalem tutup da günlük yazmaya başladığı ilkokul çağları itibariyle kendisini hissettirmişti. O nedenle ergenliğe gelene kadar çoktan yormuştu hayat onu ama devam etmesi gerekiyordu yaşamaya. Nedenini yeni yeni anlıyordu, meğer düşe kalka yürüdüğü tüm yollar, sonunda onu kaynağa kavuşan bir gezgin yapmak içinmiş. Geç kalmışlığına üzülüp kurban hissetme gafletine düşecekti ki susturdu zihnini. Önünde iki seçenek vardı. Ya hatırlamak istemediği anılarda boğulacaktı ya da boğulmaktan korkmamanın verdiği cesaret ve bilinmezliğe kavuşma arzusuyla suya karışacaktı. Suya karışmayı tercih etti. Muazzam bir özgürlüktü. Coşkuyla akan şelale, durgun nehir, kabaran dalga, damlayan yağmur tanesi ve nicesi akıyordu kaynaktan. Yalnızca kaynakta yok olabilir, yalnızca kaynakta yeniden var olabilirdi. Sima onu izliyordu, bazen şaşkın bazen kızgındı sanki. Ama öyle bir an geldi ki Sima’nın kendisini boğmak, yok etmek istediğini hissetti. Buna izin veremezdi.
Bir ses duydu ikinci kez. “Allah Allah” dedi ama anlamlandıramadı yine. Kâmilköy’e götüren ses, “Sima’yı kendi yoluna ve tercihlerine bırak.” diyordu bu kez.
Ama Sima göstermişti su kaynağına giden yolu ona. Neden bırakması gerekiyordu ki onu? Gerçekten boğmak istiyor olabilir miydi?
***
Meğer Kâmilköy, yolu düşenleri suya götüren simalarla doluymuş.
Susuz kalanlar suya kavuşma özlemindeyken, kâmiller denizin karanlıklarına gömermiş onları.
Bizim gezgin, o zaman anlamış ıslık çalan rüzgârların ne demek istediğini:
“Kâmilköy’e git. Suyu bul. Yaşam amacın orada.
Ama dikkat et, Kâmil çıkabilir. Seni suda boğmasına izin verme.”
***
Meğer Kâmilköy’den Kâmilkent’e, Kâmilsite’ye uzanan yolda göz kamaştıran ışıklar, unutturmuş kâmil simalara, susuz kalmışları götürdükleri su’yun kaynağını. Hakikatin ışığında değil de aldatıcı ve geçici bir sahnede başrol olma arzusu o kadar cazip gelmiş ki kâmillere, mühürlenmiş kalpleriyle Işık hırsızlığına soyunmuşlar. Bir zaman gelmiş, Işık hırsızlığı içlerindeki karanlığı gidermeye yetmez olmuş. Işığı tamamen yok etmek farz olmuş. Dolayısıyla çare, kendileriyle beraber karanlığı yayacak suç ortaklarında bulunmuş.
***
Açık kalpler er geç görürmüş oyunun vasatlığını. Eleştirenler olurmuş elbet ama eleştirmen azmış. Böylece güçlerine güç katan Kâmiller, bir sonraki oyuna hazırlanıp dururlarmış.
“Aklım almıyor, seyircilerin dağılacağı, sahnenin kararacağı ve geriye kalan iyi, kötü yorumlardan ibaret bir ün ile anılacaklarını ya unutmuş olmalılar ya da hiç inanmamış olmalılar.” demiş gezgin içinden. Belki hatırlarlar ümidiyle birinci seçeneğe sarılmış kalbi.
Zaman akıp geçmiş. Bir katilden kaçarcasına kaçtığı Sima ile karşılaşmış. Aydınlık hissettiren kısa süreli bir boşluk hâkim olmuş süzülürken ruhlar. Zaman akıp gitmeye devam etmiş. “Selâm üzerimize olsun” dileğinin tek taraflı bir samimiyet olduğunu kabul etmesi gerekmiş.
***
Yıllar sonra
Bir gün gelmiş.
Kâmilköy haber olmuş.
“Dikkat! Kâmil çıkabilir.” yazıyormuş manşetlerde.
Tanıdık simalar görmüş gezgin. Çevresindekiler şaşkın, o ise üzgün.
Kendisini suya götüren tanıdık simanın da adı duyulmuş.
***
Kâmilköy’deki karşılaşmalarının kendisi için arınma ve iman, Sima için ise öz benliğini hatırlama ve Kemâlât’a yaklaşma sınavı olabileceği ihtimalini hissetmiş gezgin elbet, ama o, Ölülere duyuramazmış!
***
Kâmilköy’deki karanlığı açığa çıkaran eleştirmen dergiden kovulmuş.
Rüzgârın ıslık sesi: “Üzülme. Hakikatin izini sürenlerle hakikati örtenler bir olmayacak.”
***
Bir zaman geçmiş.
Usta Kâmil ölmüş.
Mirasçısı Kâmiller dağılmış.
Kimisi Işık hırsızlığına ve gömücülüğe devam etmiş,
Kimisi karanlığından çıkmak istemiş.
Dileyene dilediği verilmiş.
Ve son.
***
Gaye kitabı bitirdiğinde yağmur yağmaya başlamıştı. Göğe baktı.
Yazara ilham veren kaynağı düşündü. Gezgini, Kâmilleri, eleştirmeni merak etti. Acaba nerede ne yapıyorlardı şimdi? Hikâyenin ne kadarı gerçek ne kadarı kurmaca, bilinemezdi elbet ama gerçekten izler taşıdığı kesindi.
Gaye, kendi hayatını, girdiği çıktığı yolları, yollarda karşılaştıklarını ve başına gelenleri gözden geçirdi. Kendisine zarar verecek düzeyde sahip olduğu empati gücünün, hayatındaki insanlarla kurduğu ilişkide de izlediği filmler ve romanlar aracılığıyla tanıdığı kurgusal karakterlerle girdiği etkileşimde de artık kendisini ağlatıp dünyaya küstürmediğini fark etti. Derinlemesine okuduğu hikâye çokça ders veriyordu.
Doğru, doğrudur. Yanlış uygulamalar ve insanlar nedeniyle doğru yoldan şaşmamak gerekir.
Gezginin sesini duydu: “Kim arınırsa ancak kendisi için arınmış olur. Dönüş ancak O’nadır.”
Tebessüm etti.
Eşine sarıldı ve kulağına fısıldadı:
Yağmurda dans edelim mi?
İlk yorum yapan siz olun