Dilek Özhan Koçak ile son kitabı Taşrada Ölürken üzerine muhteşem bir söyleşi gerçekleştirdik!
Müthiş enerjisi ile bize kültür çeşitlerini ve daha birçok şeyi anlatmıştı… Aradan geçen onca zamana rağmen bahsettiği her konu hafızama keskin bir şekilde kazılı.
Sevgili Hocam Dilek Özhan Koçak yeni romanını anlatıyor!
Mutlu okumalar!
Röportaj: Gülçin Aras
BİR ANDA KAMUSAL YAŞAMDAN KOPARILIP ÖZEL YAŞAMIN İÇİNE SIKIŞIP KALMIŞTIM
-Dilek Hocam, bize kendinizden bahseder misiniz?
Çocukluğumun büyük bir bölümü babam kaymakam olduğu için ilçelerde geçti. İlkokulu Şebinkarahisar ve Keskin’de okudum. Ortaokul Çubuk Lisesi ve lise Ankara Atatürk Anadolu Lisesi, ama başlarda Çubuk’tan gidip geliyordum. Arada bir yılı, ortaokul üçüncü sınıfı, babamın görevi nedeniyle gittiğimiz İngiltere’nin Ramsgate ve Hastings ilçelerinde okudum. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü kazandım.
-Üniversiteden mezun olduktan sonra neler yaptınız?
Lisans bitince bir yıl New York’ta yaşadım. Ardından aynı fakültenin iletişim bilimlerinde yüksek lisans ve doktora yaptım. Doktoram sırasında araştırma görevlisi olarak girdiğim fakültemin İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda dokuz yıl çalıştım. Arada yaklaşık bir buçuk yıl Berlin’de doktora ve doktora sonrası çalışmalarım için bulundum. Tez sonrası kadro sorunu nedeniyle, henüz kurulma aşamasında olan Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi’ne gittik ailece. Eşim Kemal de akademisyen.
-Tirebolu’daki kısa zamanlı yaşantınızdan bahseder misiniz?
Birlikte fakültenin lisans, yüksek lisans ve doktora programlarının açılmasında görev aldık. Malum Barış Bildirisi süreci sonrasında eşimle birlikte önce açığa alındık, beş ay sonra göreve geri döndük, yaklaşık altı ay sonra da 686 No’lu KHK ile üniversiteden atıldık. Ardından İstanbul’a döndük. İşte ondan sonra biraz zorlu bir süreç başladı bizim için. İki buçuk yıl ben ev ve kızımla ilgilenirken, eşim sahaflık yaparak ve kitap fuarlarında stant açarak geçimimizi sağlamaya çalıştık. İkimizin birden formel bir işte çalışması mümkün değildi. Mümkün olsa bile KHK’lı olduğumuz için kimse bize iş vermiyordu. Bir anda kamusal yaşamdan koparılıp, özel yaşamın içine sıkışıp kalmıştım. Zor zamanlardı. İki buçuk yıl sonra OHAL Komisyon Kararı ile görevimize döndük. Görev yeri belirlemek bize bırakılmıştı, üç büyük şehir ve önceki görev yerimizi yazamıyorduk. Biz de yaşadığımız şehre yakın olduğu için Kocaeli’ni yazdık. Ben halen Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. Eşim, sözleşmesi bir senelik yapıldığı için istifa etmek zorunda kaldı.
EN KOLAY YÖNETİLEN TUTSAKLAŞTIRILAN İNSAN BELLEKSİZ İNSANDIR
-Kitap yazmak, kalıcı bir eser bırakmak toplumsal belleği nasıl etkiler?
Modern zamanlarda toplumsal belleğin aktarımında ve muhafazasında en önemli araçlardan biri hala kitap. Özellikle distopik anlatılarda öne çıkan temalardan biri de totaliter rejimlerin varlıklarını sorunsuzca sürdürebilmelerinde toplumsal belleğin taşıyıcısı olarak gördükleri kitapları yok etmeleridir. Örneğin Ray Bradbury, Fahrenheit 451’de bunu tam olarak merkeze yerleştirir. En kolay yönetilen, tutsaklaştırılan insan, belleksiz insandır. Okuyan insan hatırlar, hatırlayan insan özgürleşir. Hafıza sayesinde geçmişteki yenilgileri de, umutları da hatırlayabiliriz. Hatırlamayan insan bugüne hapsolup kalır, sorgulamadan yönetilmesi kolaylaşır. Bu yüzden totaliter yönetimler kitapları sevmez. Geçmişi olmayan toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün değildir. Şimdiyle bağlantı kuramazlar, kuramadıkları için anlayamazlar ve en önemlisi anlayamadıkları için eleştiremezler. Eleştirellikten yoksun bir toplum köle olmaya mahkûmdur.
-Okumak size neler hissettiriyor?
Yazmadan önce okumak vardı. Çocukluğumdan beri kitapları çok sevdim. Benim için çok da güzel olmayan gerçek hayatımdan bir kaçıştı. Odamın kapısını kilitler saatlerce çıkmazdım. Geceleri el ayak çekildikten sonra okurdum. Kimilerini bitirmek istemezdim, azar azar, yavaş yavaş okurdum. Odamda bir dünya kurmuştum. Üniversite yıllarında da bu pek değişmedi, fakat bir tek sinema daha yoğun olarak eklendi hayatıma.
YAZI BİR DİRENİŞ ALANI
-Yazmak yaşamınızın neresinde?
Yazma deneyimim, elbette akademiyle birlikte başladı. Akademik çalışmalar yapa yapa, özellikle yüksek lisans ve doktora çalışmalarından sonra yazma konusunda büyük aşamalar kaydediyor insan. Ancak roman yazmaya koyulunca, akademik yazıyla edebi yazının hem yöntem ve inşa, hem de hakikat ölçeklerinde birbirinden çok farklı iki alan olduğunu anlıyorsunuz. Elbette kesiştikleri, birbirlerine yakın aktıkları zeminler de yok değil. Yazıya yetkinlik, daha doğrusu bir disiplin sağlamada akademik yazı uğraşının bende ciddi etkileri oldu. Ancak akademik metin düşünüp yazdığınız dili sizin dışınızda kurguluyor, öz denetime ve kurallara fazlasıyla bağımlı olmak zorunda. Fakat roman, zaman ve mekanı, dilin olanaklarıyla sonsuz bir çeşitlilikte kurgulamanıza imkan tanıyor.
-Siz ne için yazıyorsunuz?
Neden yazıyorum? Şu hayatta yapılacak en samimi işlerden biri olarak gördüğüm için, bir de zor zamanları iyi ve anlamlı anlara çeviren etkili bir çare olarak sarıldığım için yazıyorum. Yazı bir direniş alanı. Tekdüze yaşamı zengin kılan bir araç. Onun sayesinde hem yaşamın hem de benliğinizin görünmeyen boyutlarını keşfedebilmenin yolu açılıyor. Sessizlik gerek ama, bu taraftaki dünyadan diğerine geçtiğiniz bir başka alemin kapısının aralanabilmesi için. Uzlet ve zaman gerekli, bir de çok çalışma. Benim neredeyse bütün çocukluğum ve gençliğim böyle geçtiği için aşina olduğum bir haldi bu. O zaman okuyordum, şimdi yazdım. Ama yetişkinlikte bu ikisinin bir araya gelmesi çok kolay değil bu koşuşturma içinde. Ben şanslıydım diyebilirim. Çünkü akademiden uzaklaştırılmak, aslında bu müstesna ikiliyi de bir nimet gibi sunmuş oldu bana. Bunda eşimin desteğini de söylemeden geçemem. Nadiren çeviri işleri de yapıyordum, belki pasaportum elimden alınmasaydı, almış olduğum bursla yurtdışında çalışmalarıma devam ediyor olurdum. O zaman çok üzülmüştüm ama şimdi o kadar üzülmüyorum.
EDEBİYAT ÇOCUKLUĞUMUN İLK GENÇLİĞİMİN TUTKUSU
-“Taşrada Ölürken” kitabınızın esin kaynağı nedir?
Özellikle imza sürecinden sonra her şeyin yolundan çıktığını hissettiğim anlar çok oldu. Yani sanki iradem dışı, kontrol edemediğim bir dünyaya düşmüş gibi hissettim kendimi. Hiçbir şey yapmadığım halde bir sürü şey oluyordu ve hiçbirinin akışına müdahale edemiyor, yalnızca kapılıp gittiğimi hissediyordum. Bu hal, romanın çıkış noktası. Aynı zamanda, söz ettiğim o kontrolsüz akışa bir karşı akıştı, tersine dönüp duruşunu ve yönünü kendi belirleyen güçlü bir akışın çıkış noktasıydı benim için roman. Gelelim taşra kısmına, hayatımın önemli dönemleri taşrada geçti. Çocukluk anılarımın üstüne, en son yetişkinliğimde edindiğim deneyimler de eklenince, onu daha yakından gördüm, hatırladım ve anladım. Sonra evde geçirdiğim zaman, yaşadıklarımı damıtabilmemi sağladı ve ortaya Taşrada Ölürken çıktı.
-İki muhteşem kurgu dışı eseriniz var. Taşrada Ölürken ile ilk kurmaca kitabınızı okuyuculara armağan etmiş bulunuyorsunuz. Bu geçişin sebebi nedir?
Öncekiler, benim akademik çalışma alanlarımla ilgili elbette. Bu geçiş için de bir vedadır diyemem ama zorunluluk ve kısıtlı yaşamın getirdiği bir kırgınlığın da etkili olduğunu söyleyebilirim aslında. Akademik çalışmalarımı sürdürebileceğim zemin ortadan kalktığında, aslında önceki çalışmalarıma devam edebilirdim. Ancak bilimsel bilgi öyle evde oturarak, akademik dünyadan uzakta üretilmez. Bir de isimsiz, sıfatsız, her birimiz vasıfsız birer insana dönüştürüldük. Bir yol ayrımına geldim. Ve akademik çalışmalarımı durdurdum, belki bir daha asla geri dönemeyecektik çünkü. En sevdiğim şey neydi, edebiyat. Çocukluğumun, ilk gençliğimin tutkusu. Şimdi hep olmasını istediğim şeye sahiptim, zaman.
PERDELERİ ARALADIĞIMDA GÖRDÜĞÜM TEK ŞEY GÖKYÜZÜ VE DENİZDİ
-Kurşuni deniz, mavi gökyüzü, soğuk kış günleri… Tasvir ettiğiniz, yarattığınız kurgusal mekan size bir yeri çağrıştırıyor mu?
Elbette. Özellikle Karadeniz’i engelsiz gören bir evde yaşamam doğanın başka başka hallerini izleyebilmemi sağladı. Perdeleri araladığımda gördüğüm tek şey gökyüzü ve denizdi.
-Kitabınızda sık sık insanlığın doğal ancak çoğu zaman tiksinti ile karşılanan hallerini betimliyorsunuz. Bu betimlemeleri yaparken siz neler hissediyorsunuz?
Romanda fark edilir bir sinematografik yan var. Kendimi anlatının içinde hissettirmeden, dışarıdan bir gözlemci konumuna yerleştirmek istedim. Ne görüyorsam, onu anlattım. Bunlar insanların tiksinti uyandırıcı hallerinden öte, aslında doğal halleri. Yalnızca şehir hayatında insanın bu halleriyle pek karşılaşmıyoruz. Ama taşra şehirle doğa arasında bir yerde, ne biri ne diğeri, ama her ikisi de. Denizin kıyısında yürürken bir hayvan leşine rastlama olasılığınızla bir cesede rastlama olasılığınız fazla uzak değil. Ama açıkçası küfür kısmında biraz zorlandım. Onda da Google çok yardımcı oldu bana.
-Karakterler ilmek ilmek işlenmiş ve hikâyeyi bütün kılmış. Peki bu eseri oluştururken önceliğiniz karakterler yaratıp bunları hikâyeleştirmek miydi yoksa hikâyeyi oluşturup karakterleri bu dünyaya yerleştirmek mi?
Ana çıkış noktam, romanın girişinde Melville ve Yeats epigraflarıyla öncelediği gibi, insanın doğa karşındaki çaresizliğiydi. Yani romanın ana karakteri doğa desek yalan olmaz. Sonra onu idealize eden bir karakter düşündüm. Öyle başladı işte. Sonra tıpkı bize benzeyen küçük insanların hayalleri ve merakları, hedefleri ve zaafları, uyanıklıkları.
HERKESİN OKURKEN KENDİ MANAVINI BALIKÇISINI MEMURUNU KOMŞUSUNU HAYAL ETMESİNİ İSTEDİM
-Kitabınızda vahşi doğa ve yaşam koşullarına sık sık değiniyorsunuz. Vahşi doğa insanları da vahşileştirir mi?
Vahşileştirmek demeyelim de ona, uyum sağlamak diyelim. Tıpkı ana karakterin evinin karşısındaki yoldan her gün gelip geçen yaşlı kadın gibi. Zamanın döngüsü gibi, doğup batan güneş, bizi her gece ziyaret etmeye çalışan ay, dalgaların gelip gidişi gibi. Hayatta kalıyor, vahşileşerek değil, onun suretlerinden birine dönüşerek, ona uyum sağlayıp kabullenerek. Onu düşman, rakip bellerseniz, saygı göstermezseniz, onun düzenine uyum sağlamazsanız gözünü bile kırpmadan öldürüyor çünkü sizi.
-Kullandığınız karakterleri isimsiz kılmışsınız, bunun sebebi nedir?
Çocukluğumda hatırladığım önemli detaylardan biri de bu. Babamın adı Kaymakam Bey’di. Emniyet Müdürü Müdür, öğretmenler hoca hanım ya da hoca, manav manav, bakkal bakkal, doktor da doktor hanım ya da beydi. İnsanlar çoğunlukla birbirlerine isimleriyle değil de icra ettikleri mesleklerle hitap ederlerdi, bu birinci neden. Diğeri ise herkesin okurken kendi manavını, balıkçısını, memurunu, komşusunu hayal etmesini istedim. Karakterler gibi şehrin de bir ismi, belirgin ayırt edici tarifi yok. Diğerleriyse haritaya baksak onlarcasını bulabileceğiniz mahalle, köy, nehir isimleri.
-Gelecekte sizi tekrar kurmaca bir eserle görebilecek miyiz?
Şu anda yazımı bitmiş iki romanım daha var. Bunlardan bir tanesinin yeniden yazım süreci bitmek üzere. Bu iki roman dışında, asıl beni daha fikir ve kurgu halleriyle bile çok heyecanlandıran bir başkasının da ilk taslaklarıyla uğraşıyorum. Dileğim, yazarken hissettiklerimin okuyuculara da nüfuz etmesidir. Teşekkür ederim.
Kitap gibi röportaj da bir solukta okunacak derecede akıcı olmuş. Röportajın sonuna ise Taşrada Ölürken kitabının tadı damağında kalan okuyucusuna bir sürpriz kondurulmuş. Merak ve heyecanla yeni eseri bekliyor, bu değerli röportajı okuyucusuna sunduğu için “gazete sanat” ekibine teşekkür ediyor, Dilek hocamıza yeni eserini oluşturma aşamasında bol ilham ve kolaylıklar diliyoruz. ????️