Bir yerleştirme (enstalasyon) sanatçısı olarak sanat kariyerini sürdüren Eda Soylu, Ekmel Ertan küratörlüğündeki “Bellek Nesneleri” adlı sergisi ile 8 Ocak’a 2021’e kadar Goethe Institut Beyoğlu’nda. 1990 yılında İstanbul’da dünyaya gelen sanatçı, Üsküdar Amerikan Lisesi’nde başladığı eğitiminin bir senesini değişim programı vesilesi ile gittiği Michigan’da geçirdi. Ardından Amerika’da Rhode Island School of Design’dan Güzel Sanatlar Lisans diplomasını alarak mezun olan Eda Soylu, 2012’de okulunun Avrupa Onur Programı’na katılmak üzere seçilmiş, altı ay boyunca Roma’da yaşamıştır. Tüm bu eğitim yolculuğu sayesinde yurt dışındaki sanat disiplinleri ve eğitimleri ile de iç içe olarak daha sonra Türkiye’ye dönen sanatçı, “Anneannemin Evinden Kalanlar” ve “Evi Yeniden Kurmak” isimli iki sergisi ile de boy göstermişti. Eserleri yalnızca Türkiye’de değil, İtalya, Almanya, Dubai ve ABD’de de sergilenmiş olan Soylu ile yaptığımız röportajı aşağıda okuyabilirsiniz.
Eda hoş geldin. Eğitim ve çeşitli vesilelerle dışarıda da çok bulunduğun için önce yurt dışında eğitim görmenin, oralardaki sanat havasını teneffüs etmenin sana ne gibi getirileri olduğunu sormak istiyorum.
Aldığım eğitime ve eğitmenlerime sonsuz saygı duyuyorum. Bugün olabildiğim kişiysem, temelimin doğru atılmasında ve geliştirilmesinde ailemden sonra ilk onlar gelir. Yaşama şansı edindiğim ülkeler ve oralardaki deneyimlerimse, hakikaten sanatsal pratiğimin ve yaklaşımlarımın temelini oluşturdu. Bugün hâlâ ne zaman kaybolsam döner 2012’ye bakarım, 2010’dan medet umarım, 2013’te vardır bütün cevaplar zaten. Bence bu çok büyük bir şans.
İlk kişisel serginin adı “Unutulmuyor ne tuhaf!”. Ardından “Evi Yeniden Kurmak” ve “Anneannemin Evinden Kalanlar” ile işlerini sürdürdün. Sergilerinin isimleri bile bir öykünün başlığı ya da giriş cümlesi olabilecek kıvamda. Bunları nasıl seçtin?
Sergilerimde koca bir hikâyeden kesitler veriyormuşum gibi hissediyorum. Bu sergiler, hikâyede yalnızca birer duraklama alanı aslında, durup dinleme ve dinlenme alanı. O yüzden yaptığın bu benzetme benim için çok değerli, zira bu üç sergi de yaklaşık on yıldır üzerinde çalıştığım “Ve evin yüzü burkuldu” adlı seriye ait. “Ve evin yüzü burkuldu” Metin Altıok’un “Yıkıcılar Geldiler” adlı şiirinin ilk dizesi. Bu şiirde bir evin yıkım süreci üzerinden, akmakta olan bir yaşantının içinde, yerle bir olan temelleri konu alıyor. Metin Altıok yakılarak öldürüldü. Sergilerimin, köklerini böylesi bir hakikatten almaları bana kim olduğumu ve nereden geldiğimi anımsatıyor. Bu sergilerin her biri otoportre niteliğinde.
İlk sergim “Unutulmuyor ne tuhaf!”, üniversite yıllarımda ürettiğim işlerden oluşan bir sergiydi. Bu kelime öbeği yine bir Metin Altıok şiirinden. Şiir, “Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri / Seninle bir döşekte sevişirken bile” şeklinde devam eder. Üniversite yıllarım, bastırılmak, ezilmek, barınmak gibi kavramlar üzerine eğildiğim ilk yıllar. Altıok, bu dizelerin yer aldığı “Soneler” adlı kitabında bir gündeliklikten bahseder, acının günlük hayata entegrasyonundan. Bu durumun yarattığı huzursuzlukla, rahatsız bir yaşam sürme halini ele alır. Açıkcası, şu kekre bir gariplikten ibaret yaşantılarımızı ifade edecek daha etkili bir kelime öbeği çıkmadı karşıma. “Evi Yeniden Kurmak”’ta hakikaten bir evi yeniden kurdum. Kendi yaşadığım alandan kopardığım parçalarla, kapı, pencere, pervaz vb. kaldırım kenarlarından topladığım başka insanların yaşantılarına tanıklık etmiş parçaları bir araya getirerek bir alan oluşturdum. Bizler, mütemadiyen bir barınak arayışı içindeyiz; bu, aidiyet kavramı ile ilintili bir konu. Evlerimizi yeniden kurmak durumunda olduğumuz hayatlar yaşıyoruz. Ev kelimesinin manasının değişimine tanık oluyoruz. Sınırların belli olmadığı, bir üçgen, bir karenin bir ev etmediği, tekinsiz bir dünyada, güven dolu, sıcak yaşantılar sürmeye çalışıyoruz. Ev o yüzden yeniden kuruldu. “Anneannemin Evinden Kalanlar” ise tam olarak bu üç kelimenin anlattığı gibi, anneannemin gidişinin ardından ondan ve onun evinden kalanlar. Bu gerçek manasıyla bir hayatın sonu olmakla beraber, bir öykünün başlığı ve başlangıcı.
Benim de çok sevdiğim yerleştirme (enstalasyon) sanatı ne zaman girdi hayatına?
Yerleştirme sanatı hayatıma Roma’da yaşadığım dönemde girdi. Yaşadığımız yer Yahudi Getto’sunun hemen yanıydı, yerler Arnavut kaldırımı. Getto’nun farklı farklı sokaklarında, bazı apartmanların önünde yer alan Arnavut kaldırımlarında bir ya da birden fazla taş kaldırılmış, yerine uzaktan bakıldığında altın diş gibi görünen kareler yerleştirilmişti. Bu karelerin üzerinde o binada yaşayıp da kamplara götürülen kişilerin isimleri, hangi kampta öldüğü, hangi yıllar arası yaşadığı yazıyordu. Gunter Demnig’in eseri olan bu anıt mezarlar Avrupa’nın dört bir yanında mevcuttu ve ben hayatımda bir sanat eserinden bu kadar etkilendiğimi anımsamıyorum. Böylesi yerleşmiş, böylesi ait ve gündelik, çarpıcı ama bağırmayan bir yaklaşım, benim sanat pratiğimin temeli o anda ve orada atıldı.
Bu alandaki çalışma yöntemini biraz açar mısın? Nesne seçimi, nesnelerin sergi alanına entegresi gibi…
Üzerine eğildiğim konuya göre değişiyor tabii nesne seçimi ve nesnelerin konumlandırılışı. Çoğunlukla sergileyeceğim mekâna göre üretim yapıyorum. Aidiyet kavramını baz alarak ilerliyorum; çalışma yöntemim de, sergileme yöntemim de buradan şekilleniyor. Bir diğer deyişle ürettiğim nesnelere uygun sergi mekânı bulana kadar sergilemiyorum. Benim için işin barınak bulması, benim kendi hayatımda barınak bulmam kadar mühim. Bahsettiğim yalnızca madden barınak değil, manen de. O yüzden sanırım bu bir yöntemden ziyade bir yaklaşım biçimi.
Yerleştirmelerini ürettiğin aşamada edebiyat senin için nerede duruyor? Yoğun bir okuma sürecine girdiğini de biliyorum bu süreçlerde.
Temelinde duruyor diyebilirim. Edebiyat işlerimin şekillenmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Edebiyat aslında hayatımda zaten çok mühim bir yer kaplıyor. Her zaman yoğun bir okuma içindeyim. Özellikle üretim mevzubahis olduğunda, yani sergi ve projelerin hazırlık aşamalarında, zamanımın çoğu masa başında araştırma yaparak, okuyarak ve yazarak geçer. Ortaya çıkan bulguların ışığında ben neyi nereye nasıl yerleştireceğimi, neyi hangi ebatta üreteceğimi, renk paletini hepsini çözümlüyor olurum. Edebiyat ile üretim sürecim çok ilintili, biraz ritüel gibi hatta bu yaklaşım, yol gösterici, yön buldurucu nitelikte.
Mekânla insan arasındaki ilişkileri araştırırken neler buldun? Mekânla nasıl bir ilişkisi var insanın?
Çok büyülü bir alan orası. Yani özellikle “Anneannemin Evinden Kalanlar” sergimi yaparken iyice öğrendim ki, bizler hakikaten etrafımızı çevreleyene bürünüyoruz. Mekân bizi, biz mekânı şekillendiriyoruz; mekânla birbirimize benzer hale geliyoruz. Mekânla beraber eşya da tabii aynı kategoriye giriyor. Eşyaların tesellisi, onlara yüklediğimiz anlamlar, hayatlarımızdaki yeri. Bir insanın kapladığı mekân ve gidişiyle beraber oluşan boşluk, boşluğun yarattığı hüzünlü huzursuzluk veya huzurlu hüzün. Sokaklar, ortak alanlarımız, herkesin izini bıraka bıraka geçtiği yollar, oluşan kolektif hafıza. Bence bizler nankör yapılarımızdan ötürü etrafımızda mevcut bazı şeyleri hep var olacak zannediyoruz; mesela dört duvar, duvar kâğıtları, tavan, parke, pencere, kaldırım, yan apartmanın bahçesindeki ağaç… Mekân, biz onun içinde yaşadığımızda var olmuş olmuyor, biz onu fark ettiğimizde var oluyor. Burada minnet duygusu ve mütevazılık el ele ilerleyen kavramlar olmalı, ancak o zaman mekânla herhangi bir ilişkisi olabilir insanın. Üzerinde yaşadığımız dünyayı yahut içinde barındığımız bedenimizi de birer mekân olarak ele alırsak belki bu söylediklerim daha rahat
anlaşılabilir.
8 Ocak 2021’e kadar Goethe Institut Beyoğlu’nda ziyarete açık “Bellek Nesneleri” serginden bahseder misin?
2013 yılından beri “Korktum” ve “Oynuyoruz” adlı iki proje üzerinde çalışıyorum. Bu projeler, Gezi Parkı Olayları sonrasında ortaya çıkan projeler ve “Bellek Nesneleri” sergisinde de bu projelerden kesitler yer alıyor. Bir diğer deyişle bu sergi, temeli aynı kavramlara dayanan, farklı zamanlarda üretmiş olduğum bir grup işin bellek birikimi bağlamında ele alınmasından oluşuyor. Toplumsal hafıza, bireysel hafıza, bellek birikimi, bellek objeleri, hafızanın katmanları/katları gibi kavramların üzerinde dururken, aynı zamanda çok ince nüanslarla birbirinden ayrılan “hatırlamamak”, “unutmak”, “anımsamamak” gibi eylemleri irdeliyor.
Bellek Nesneleri, hem adı hem de içeriği itibarıyla aklıma “toplumsal bellek” ve “kolektif hafıza” kavramlarını da getiriyor. Bu konuda ne dersin?
Öyle de olması gerekiyor aslında. Gerçekleri korumanın toplumdaki bireylere düştüğü hayatlar yaşıyoruz; bu yeni bir durum değil. Hatta çok uzun yıllardır bu şekilde süregelmiş olduğu için normal olarak kabul ettiğimiz de bir durum. Oysa bu çok acı. Sıradanlaştırdığımız şeyler ölümler mesela, yaralanmalar, kadına, çocuğa, hayvana yapılan şiddet, mahremiyet ihlali, taciz, tecavüz. Bunları yok görmek onların yok olduğu manasına gelmiyor; hiçbir zaman gelmedi, hiçbir zaman gelmeyecek. Unutmak, hatırlamamak, olmamış gibi davranmak hasar görmüş kişinin yahut mekânın hâlâ canının yanıyor olabileceği gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Hazmı kolay olan bir durum hiç değil. Hafıza hatırlamaktan olduğu kadar unutmaktan da oluşuyor. Lakin unutmamamız gereken yaşanmışlıklar var. Bu sergi bütün bunları ele alıyor.
Serginden de yola çıkarak, nesnelere atfettiğimiz ya da onların “sahip olduğu” belleğin insan için önemi nedir?
İnsan doğası gereği eşyalarda teselli bulan bir varlık. Yeri gelir eşyasıyla konuşur, yeri gelir eşyaları vasıtasıyla giden kimselerle bağ kurar. Nesneler anımsatıcı özellik taşır. Unutulmaya yüz tutmuş ve varlığı rahatsızlık veren bazı objeler ortak belleğe aittir. Onların koca koca veya minik minik sergilenmeleri azami önem taşır. Unutmaya çabaladığımız hakikatler yüzümüze tokat gibi çarpar, ne acımasız bir coğrafyada, ne kara olaylar yaşamışız anımsarız. Oysa hayat olduğu gibi devam ediyordur ve bunlar yalnızca pürüzdür. Pürüz olarak adlandırlarımız hayatlarımızı oluşturur. Nesneler her şeyi bilir, görür, hatırlar, hatırlatır ve oradadırlar. Onlara yalnızca işimize geldiği zaman canlı muamelesi yapıp, işimize geldiği zaman onları görmezden gelemeyiz. Zaten buna izin vereceklerini zannetmiyorum.
Yerleştirme sanatının yanı sıra faal olduğun diğer disiplinler neler?
Ben disiplinlerarasılığa çok inanıyorum. Yoğunlukla yerleştirme sanatı ile uğraştığımı bu denli rahat söyleyebilmemin yegâne sebebi, her şeyin içinde ve temelinde yerleştirme olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor; yazıda, çizimde, fotoğrafta, videoda, heykelde, sanal gerçeklikte, aklımıza gelebilecek her şeyde. Yerleştirme sanatından sonra ağırlıklı olarak fotoğraf ile kendimi ifade ediyorum, ama tekrar ediyorum, ikisi arasında bir yaklaşım farkı olduğunu düşünmüyorum. Sanatı ve sanatçıyı bir bütün olarak ele almanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Zira bu bir yolculuk, hayattan çok da ayrı göremeyeceğimiz bir yolculuk. Kısacası, soruna cevap verecek olursam hangi disiplinlerde faal olduğumdan ziyade faal olup olmadığımı önemsiyorum.
Aktarım sürecinde günlük hayatın içinden çok fazla şey çıkarabiliyorsun. Hatta sergi alanı olarak bizzat Balat gibi kanlı canlı bir semti, semtin mahallesini de kullanmışsın geçmişte. Bu anlamda sokak gerçekliği sana ne ifade ediyor?
Sokak benim için gündelik olmak demek; doğallığıyla, insanıyla, sesiyle, hengâmesiyle bir bütün. Bu poetik karmaşanın içine iş yerleştirmek ve o işlerin yıllar boyu mahalle sakinleri tarafından korunduğunu, sahiplenildiğini görmek başlı başına bir serüvendi benim için. Ben yaptığım işin atla deve bir iş olduğunu düşünmüyorum. Kendimi ulvi bir yerde hiç görmüyorum. Tam da bu yüzden sokak benim için çok önemli. Herhangi biri, eğitim seviyesinden bağımsız, ben oraya iş yerleştirirken merak edip yanıma yaklaşıyorsa, beni dinlemek istiyorsa ve ben anlattıklarımla o kişinin kalbinde bir yere dokunabiliyorsam zaten dünyalar benim artık. Bundan başka ne ister ki insan. İşte sokak bu karşılaşmalara alan ve olanak tanıyor. Bir de işlerin yıllar içinde dönüşümünü, şehre iyice entegre oluşunu, sokağın duvarına yerleşişini görmek, neyi, neden yaptığımı anımsatıyor bana. Öyle anlarda kendimi gerçek anlamda topraklanmış hissediyorum.
Çok teşekkürler. Hâlihazırda 8 Ocak’a kadar devam eden “Bellek Nesneleri” serginin dışında muhtemel projelerin de var mı?
Ertelenmiş olan birkaç grup sergimiz var. Ferda Art Platform’da gerçekleştireceğim bir kişisel sergi hazırlığı içindeyim. Bunun dışında işlerime gerek sokakta, gerekse doğada yer bulma, yer edindirme gibi hayallerim var; onlar üzerine çalışmaktayım.
İlk yorum yapan siz olun