İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ernesto’yu Öldürmek

Yazan: Banu Akeloğlu

Koşmak benim için bir tutkuydu. Arjantin’de hayata tutunmak için herkesin bir tutkusu olmalıydı ve o tutku sadece o kişiye ait olmalıydı. Yoksulluk öyle içimize işlemişti ki tutkularımız bile sınırlıydı. Bu yüzden benim tutkumu başkası sahiplenemezdi. Hele ki o kişi sürekli astım krizine giren çelimsiz Ernesto hiç olamazdı. Cordoba’da aynı sokakta büyümüştük onunla. Beş kardeşi vardı. O evden hep kahkaha sesleri gelirdi. O kadar kalabalık bir ailede nasıl kavgasız gürültüsüz mutlu bir hayat sürüyorlardı? Sabah koşmaya çıktığımda onların evinin önünden geçerdim. Bir sabah beni gördü. “Ben de seninle koşabilir miyim dostum?” dedi. Öyle başladık işte. İlk başlarda onu ciddiye almamıştım. Yapamaz demiştim. Yanılmışım. Öyle bir inatçıydı ki kendisi ile savaşıyordu. Nefesiyle, kalbiyle ve belki de gerekirse tüm Dünya ile. Onu boğmak istiyordum. Sonraki zamanlarda başka bir sürü sporda başarı elde etti, satranç da oynuyordu, şiir yazıyordu. Birlikte koşarken Dünyayı gezmek ve yeni insanlarla tanışmak istediğini söylemişti. Belki bir gün birlikte giderdik…

Okullarımız bitmişti. Ernesto, tıp fakültesi’ni kazanmıştı. Ben kazanamamıştım. Babamın motosiklet tamir atölyesinde rezalet bir gelecek beni bekliyordu. O ilerliyor, ben yerimde sayıyordum. Bir sene sonra evlendim. Bir kızım oldu, Fiorella. Kısa süre içerisinde tüm vücudunda yaralar çıktı. Doktor yoktu. Bulamamıştık. Ernesto’ya mektup yazdım. Yardım istedim. Etmedi. Karım Kelia mektubun ona ulaşmamış olabileceğini söylemişti ama ben inanmamıştım. Kelia ısrar edince bir daha yazdım. Yine cevap gelmedi. Zaten artık çok geçti. Fiorella daha fazla dayanamayıp o uzun kirpikleri ile annesine son kez bakıp gözlerini sonsuzluğa kapatmıştı. Karım Kelia ise bebeğimizin ölümüne dayanamayıp kısa süre sonra intihar etmişti. Ben, yalnız kaldığım rutubetli tek göz evimizde otururken Ernesto’dan o lanet mektup gelmişti. Fakat mektubu üniversitede kaldığı yerdeki okul arkadaşı yazmıştı. Ernesto, başka bir arkadaşı Alberto Granado ile motosikletle Latin Amerika turuna çıkmıştı. Bu sebeple bana yardımcı olamayacaktı. Yavrumuz için geçmiş olsun dileklerini ileten arkadaşının mektubu sadece bu kadardı. Önce tutkumu çalmıştı, sonra hayallerimi… Kızımın ve eşimin kaybının sorumlusu da o idi. Bu yaşattıkları bende yeni bir tutku yaratmıştı. Tutkumun yeni bir adı vardı; “Ernesto’yu öldürmek!”

Motosikletimle yola çıktım. Onları bulabilmek için şehirler ve ülkeler geçtim. Açlık ve yorgunlukla geçen günlerim zafere yaklaştığımı düşündükçe beni daha da çok güçlendiriyordu. Geçtikleri yerlerde tanınmaya ve saygı görmeye başlamışlardı. Ernesto, benim kızıma, çocukluk arkadaşının kızına yapmadığı doktorluğu, iyiliği hiç tanımadığı insanlara sunuyordu. Gazetelerde haber oluyorlar, her gittikleri yerde saygınlıkla karşılanıyorlardı. Çok yaklaştığımı düşündüğüm bir gece El Salvador’da, gazetedeki son haberde gördüğüm motorlarını bir dans kulübünün önünde gördüm. İçeriden müzik sesleri geliyordu. Sokakta kimse yoktu. İçeri girip onu bulup boğazını sıkabilirdim. Ya da dışarıda bekleyip çıktığı anda üstüne atlayabilirdim. Hayır böyle yapmayacaktım. Ona yakışır bir ölüm olmalıydı. Ansızın, bir anda, kontrolü dışı… Motorlarını bozacaktım. Ya kendisi ölecekti ya da arkadaşı. Ya da yüce tanrım izin verirse ikisi. Her türlü acı çekecekti. Motorun fren hidroliğini boşaltmam iki dakikamı aldı. Bu konuda da ondan üstündüm. Geçmiş zamanda bir gün koşarken bana; “Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamdaki yenilgilerim olmalı.” demişti. Bu onun için en büyük zafer olacaktı. Sabaha karşı dans kulübü yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Kapıda onu gördüğümde kalbim yerinden çıkacaktı. Ön tarafa arkadaşı bindi. Ernesto ise arkasına. Öyle bir hızla hareket ettiler ki ölüme de aynı hızla yaklaştıklarını nereden bilebilirlerdi. Gözden kayboldular. Ne bir ses ne bir gürültü, hiçbir şey olmadı. Sabah olduğunda bekledim, sağlık merkezlerine gittim kontrol ettim. Yoklardı. Çıldırmak üzereydim. Aklımın bir köşesinde bir yerde motorlarının devrildiği ve oracıkta öldükleri vardı. Umarım cesetlerini bir an önce bulurlardı. El Salvador’da günler ve haftalar geçirmiştim. Zaten artık bir hayatım yoktu. İstediğim gibi sürünebilirdim. Bir sabah, gazetenin birinde gördüğüm bir haber, sürüngen gibi geçirdiğim hayatımın bittiğinin ve bambaşka bir hayatın ilk adımının sebebi olmuştu. Ernesto Guevara, Guatemala’da Başkan Jacobo Arbenz Guzman ile toprak reformu ve diğer değişikliklerle ilgili toplumsal devrim yapabilmek için kolları sıvamıştı. Bu sırada biz Arjantinlilere özgü, “hey”, “dostum”, “birader” anlamına gelen “che” ünlemini çok sık kullanması nedeniyle “Che” takma adını kullanmaya başlamıştı. Bana da hep dostum diye seslenirdi. Che…!

İşte bu haber, benim kısa bir sürede Che’nin tam karşısında, CIA tarafından desteklenen Carlos Castillo Armas liderliğindeki gruba katılmamın yolunu açtı ve kısa sürede tam istediğim yerde, elimde silahımla Che’yi öldüreceğim günün hayaliyle savaşmamı sağladı. Zerre umurumda olmayan bir davanın içinde, hükümeti devirme başarısına ulaşmıştık ama Ernesto yerinde durmuyordu. Kaynaklarımdan gelen haberlere göre Küba’ya ulaşmıştı. Bu sefer de siyasi hapishaneden yeni salıverilen Fidel Castro denilen adamla Küba’da bir devrim yapmak için kurdukları örgütün doktor kadrosuna girmişti, evlenmişti ve bir kızı olmuştu…Adını Hildita koymuşlardı… Kalkıştıkları harekette doktorluğun yanı sıra askeri alanda da büyük başarılar gösterdiği için artık ona “Comandante” demeye başlamışlardı! Oysaki Arjantin’de astımı yüzünden askere bile alınmamıştı. Kazandıkları zaferler sonrasında ise hükümet tarafından “Doğuştan Küba vatandaşı” ilan edildi. Hayalini kurduğu devrimi Küba’da gerçekleştiriyordu. Fakat bu ona yetmiyor, başka ülkelere gidip oralarda da kahraman olmak istiyordu. Ben de onun peşinden, onun tam karşısında, ondan gizli onu öldüreceğim günün hayaliyle çalışmaya devam ediyordum. Benim tek görevim onunla ilgili istihbarat toplamaktı.  Darüsselam, Prag ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde saklandığı yıllar sabırla bekledim. Elbette dönecekti ve ben onun ölümünün altına imzamı atacaktım. Nitekim kısa bir süre sonra izine Bolivya’da rastladım. Bolivya Ordusu ile yaşanılan bir çatışma sonrası ele geçirilen arazide fotoğrafları bulundu ve yıllardır örgütümüze muhbirlik yapan Çavuş Mario Teran tarafından bana gönderildi. Ekibimi toplayıp Bolivya’ya gittim. Karış karış onu arıyordum. Onun ölmesi için içimde büyüttüğüm tutku üstlerim tarafından artık biliniyordu ve temas etmem kesinlikle yasaklanmıştı. Bana bir kez saplantılı bir manyaksın ama bu işimize yarıyor demişlerdi. Sadece bilgi vermekle yükümlüydüm. Onun hakkında bilgileri topluyor, üstlerime iletiyordum. Bunu yapmazsam öldürülüp bir çukura gömüleceğimden de adım gibi emindim. CIA bana “Bal Porsuğu” lakabını takmıştı. Vahşi doğa ortamında aslan gibi birçok hayvan sürü halinde yaşamayı tercih etmişken, o yalnızlığı tercih eden bir hayvandı. Benim gibi. Hayvanlar aleminde manyağın oğlu olarak anılırdı ve ormanlar kralı aslanın bile uzak durduğu bir hayvandı. Yine benim gibi… Örgütte bu şekilde biliniyordum. Tıpkı bir bal porsuğu gibi onu izledim. Önüme ne çıktıysa ezdim geçtim. Sonunda, evet sonunda bir alacakaranlıkta kurdukları bir gerilla kampında onu buldum. Onu daha önce de öldürmeye yeltenmiştim. Ama başaramamıştım. Bu sefer dönüşü yoktu. Anlaşmamız gereği kampın yerini Bolivya Özel Harekât Birliği’ne bildirdim. Bir gün sonra, 8 Ekim’de özel harekât kampı kuşattı. Kuşatma anında, Ernesto ayağından vurularak yakalandı. Ölmemişti ve ben delirmiştim. Tüm üstlerime salyalar saçarcasına mesajlar gönderdim. Onlara bir gün verdim. Eğer ölmezse bu işi kendim yapacaktım. Kararım kesindi. Delirdiğimin farkındalardı ve sadece bir gün beklememi istediler. Sadece bir gün. Bir gün nedir ki? Beklerim dedim. Tüm ömrüm boyunca bunu beklemişim dostum bir gün daha beklerim. Gerçekten de dedikleri gibi oldu. Ertesi gün öğleden sonra Ernesto, örgüte muhbirlik yapan Çavuş Mario Teran tarafından vurularak öldürüldü. O ölmüştü! Ölümünden hemen sonra çektikleri, açık gözleriyle bomboş bakan fotoğrafı elimde duruyordu. Beni zapt edebilmek için fotoğrafını göndermişlerdi ama bu bana yetmedi. Çavuşu bulup ölmeden önce bir şey dedi mi diye sordum. Bir özür, bir selam, herhangi bir şey? “Evet” dedi çavuş. “Söyledi.”

  • Ne söyledi?
  • “Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın!” dedi.

Çavuş bunu söylerken ağlamaya başladı. Etkilenmişti. Ernesto’dan o bile etkilenmişti. Silahımı çekip onu alnının ortasından vurdum. Yalnızca bir adam öldürmüş olmadın! Benim hayallerimin ve hayatımın katilini, kızımın katilini öldürdün!

Ömrü boyunca kendini adadığı yoksullar, hastalar, devrimcilik hülyası, başarıları, yenilgileri, dürüstlüğü umurumda değildi. Benim için önemli olan bana yaşattıkları idi. Tüm yaşadıklarımın intikamını almıştım. Artık yaşamak için bir nedenim de kalmamıştı.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir