İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Frida’nın Sesi

93 ülkenin katıldığı, 2.5 milyon insanın ziyaret ettiği ”Feria de las Culturas Amigas 2019” için, ülkemi ve sanatımı temsil adına, yeniden Mexico City’deyim.  Festival saatinden önce planladığım bir olayı gerçekleştirmek üzere sabah erken kalktım. Menüde; kaktüs yaprağı, yumurta ve kahveden oluşan kahvaltımı yaptıktan sonra sokağa çıktım.

Monte Libano caddesine çağırdığım Uber taksiyi beklerken, gece yağan yağmurun toprağa sinen kokusuna, türünü anlayamadığım kuş seslerinin senfonisi eşlik ediyordu. Abartısız, her sabah, birkaç farklı kuş sesi ile uyanmak, inanılmaz bir maneviyat, huzur ve keyif veriyor insana.

“Lomas de Chapultepec de” denen bu muhit; iki, üç katlı villaların, iki metreye yakın korunaklı duvarlarla çevrilmiş varlıklı yaşamların olduğu bir yer.

Her sabah olduğu gibi, cadde boyunca devasa demir kapılar aralanmış, sokaklara çıkan görevliler akşam yağan yağmurun, dallardan kopardığı yaprakları  çalı süpürgelerle temizlemeye çalışıyorlardı. Öyle zannediyorum ki, dünyada bu kadar münezzeh sokakları olan, peyzajına önem veren bir  şehir daha yoktur. Bu husus, 30 milyonluk bir şehir için düşünüldüğünde muhteşem bir şey. 

Ben etrafı seyrederken, bir aracın tam yanımda durduğunu gördüm. Şoför, camdan bana farklı bir telaffuz ile;

 -‘’Atilla Kan’’ 

dediğinde başımla onaylayıp 

–‘’Si ‘’ 

dedikten sonra, arabanın arka koltuğuna yerleştim. Şoför hareket etmeden önce, cep telefonundan  navigasyona bakıp, sesli bir şekilde mırıldanarak;

 -‘’ Calle Londres doscientos cuarenta  y siete  Coyoacan’’  

dediğinde ben de doğruladım  ve daha sonra yola koyulduk. Arabada sırtımı koltuğa dayadım, camı biraz  araladım ve trafiğin yoğunluğuna göre yaklaşık 20-30 dakika sürecek yolculuğa başlamış olduk. 

Haziran 2019. Mexico City’de beklenen yağmur  mevsimi birkaç gün önce başladı ve halen devam ediyor. Suya hasret toprak , iki ay sürecek ve istisnasız her akşam üzeri yağacak yağmurun coşkusunu yaşarken, yine bu bereket mevsiminde, çok değişik bir konu hakkında heyecan ve hareketlilik var. 

Mexico City’de, televizyonlar ve radyolar hep bir ağızdan çok mühim bir olayı, Frida Kahlo’nun ses kaydının bulunmuş olma ihtimalini konuşuyor. Meksika’nın Kültür Bakanı Alejandra Frausto açıklamasında, bulunan  ses kaydının Frida’ya ait olup olmadığını araştırdıklarını söylüyor.

Meksika Ulusal Ses Kütüphanesinde bulunmuş olan bu kaydın, 1955 yılında bir radyo programında yapılmış bir kayıt olduğundan bahsediliyor. Frida’nın ölümünden bir yıl sonra bu kaydın Radyoda yayınlanması,  akıllarda bu kaydın gerçekten Frida’ya ait olup olmadığı kuşkusunu arttırırken, şehirden hiç kimse bu kuşkuyu umursamadığı gibi, bu haber; sanat çevrelerinde, basında ve halkta çoktan büyük bir coşku ve heyecan kasırgası oluşturmuştu bile.

Kayıttaki ses Frida’ya ait ise, Frida  Kahlo  kendi sesiyle kocası Diego için yazdığı ‘’Diego’nun Portresi’’ adlı makaleyi okuyor.

” Arkadaş canlısı bir yüzü ve hüzünlü bakışları olan dev, muazzam bir çocuktu. Koyu, karanlık, fazlasıyla zeki ve büyük gözleri nadiren yerinde dururdu, göz bebekleri bir kurbağanınki gibi kabarık ve çıkık göz kapaklarından neredeyse dışarı çıkardı.’’   

Yazımın en sonunda dinleme imkanı bulabileceğiniz bu ses kaydı eğer doğrulanırsa,  Frida’nın  ilk ve tek ses kaydı memleketi Meksika’nın tozlu arşivlerinden çıkmış olacak. Dünyanın kalbi taşikardi ritminde atarken, beni en çok tesir altına alan ise, buradaki heyecanın tam ortasında olmam ve bir ülkenin, dünyanın, bir sanatçının sesine  bile itibar göstermesi ve çok kıymet vermesi hususudur.

 Mexico City sokaklarında ilerleyen aracım büyük bir heyecan içinde beni Frida’ya götürürken, bir yandan da camdan etrafı seyrediyorum. Tıpkı bir filmin içindeymişsiniz gibi geçen bu yolculukta, her saniye alışılmışın dışında bir görüntü ile karşılaşmak, o görüntüleri hafızama fotoğraflamak ruhsal tesiri yüksek hisler uyandırıyor bende.

Araç kırmızı ışıkta durduğunda, Rahibe kıyafetli bir kadının çiklet satmak için açık camıma gelmesi, şöförün;

–”No gracias”  

dedikten sonra satıcının da üstelemeden, ısrar etmeden, saygılı bir şekilde teşekkür ederek ayrılması, yol kenarlarında  belirgin bir statü ayrımına rağmen, varlıklı  ve  yoksulun, İtalyan takım elbiselilerin ve eski, yırtık, lekeli elbise giyimlilerin, yol kenarlarında ki aynı tacos’cuda yan yana oturup birlikte kahvaltı yapması, bu ülkenin en önemli ayrıntılarından, detaylarından sadece bazıları. 

Tacos’culardan yayılan mısır kokusu altındaki şehrin sokaklarında insanlar, mesut bir şekilde dolaşırken; sanat eseri niteliğindeki grafitiler, inanılmaz güzel duvar resimleri, rengarenk evler, benim bu şehre olan tutkumu, hayranlığımı bir kat daha arttırıyor. Ne yazık ki, bu ülkede  halen   aktif  volkanların olması ve 30 milyonluk şehrin araçlarının dünyanın en kirli havasına sebebiyet vermesi bu coğrafya için acıklı bir durum. Gerçi, yağan yağmurlar havanın kirliliğini azaltmış gibi gözüksede,  benzinli araçlar bir karınca sürüsü gibi şehrin akciğerlerine geriye dönüşsüz kümülatif acılar  bırakarak ilerlemesine devam ediyor.  

Araç, uzun bir yolculuğun ardından üzerinde Londra caddesi yazan çivit mavi evin tam karşısında durdu. Şöföre ücretini ödedim ve araçtan indim. Sağlı sollu insan kuyruğunun olduğu ‘’La Casa Azul’’ diye de adlandırılan  bu çivit mavisi ev Frida Kahlo’nun  evi. 


Frida Kahlo, yine bir yağmur mevsiminde, 6 Temmuz 1907’de dünyaya gözlerini açtı. Ancak, yıllar sonra

-‘’benim doğum günüm 7 Temmuz 1910’’ 

yani Meksika devrim tarihidir diyecek kadar da, ülkesine bağlı ve  kendine özgüveni yüksek bir kadındı. Dört kız kardeşten biri olarak, yerli bir anne ile Macar kökenli bir babadan dünyaya gelmiş ve çocukluğu çok zor geçmişti. Çocuk felci geçirmesi ve bunun sonucunda bir bacağının kısa kalması, arkadaşları tarafından ‘Tatahta Bacak Frida, Tahta Bacak Frida…”  diye alay edilmesi, küçümsenmesi ve bu sesle bir ömür boyu mücadele etmesi… 

Frida’nın kavrama yeteneği çok yüksekti. Ulusal Hazırlık Okulu’na kabul edilen ilk kadın öğrenciydi. Bu okul onun görüşünü, ufkunu çok değiştirmiş, aynı zamanda onu edebiyat ve sanat ile tanıştırmıştı.     


18 yaşındaydı Frida, okuldan çıkmış eve gidiyordu. Bindiği otobüsün yaşamını değiştirecek bir  yolculuğa çıktığından habersizdi. Aniden, büyük bir gürültü oldu. Önce ne olduğunu anlamadı Frida, sonra vucudunda bir sıcaklık  olduğunu hisseti. Sıcak bir kan bacaklarından yere akarken, otobüstekilerin feryatları ve çığlıkları içinde, bir tramvayın bindiği otobüse çarptığını anladı. İşin kötü olan yanı da, tramvayın bir demirinin, Frida’nın kalçasından girmiş, diğer  taraftan çıkmış olmasıydı. 

Mücize eseri hayattaydı Frida. Acele bir şekilde hastaneye kaldırıldı. Böylelikle, uzun sürecek hastane odaları,ağır tedavi seansları başlamış oldu. Izdırap artık Frida’nın vucudunda misafir olacak, onları ayrılmaz bir ikili yapacaktı. Ömrü boyunca bu acıklı olay Frida’nın yakasını hiç bırakmadı ve onun travmatik, melankolik bir yaşam sürmesine sebebiyet verdi. Son nefesine kadar da hep böyle sürüp gitti. 

Ümidini yitirmeyen Frida’nın 32 defa ameliyat masasına yatması, her ameliyat sonrası uzun uzun yatağa çakılı kalması, dinmeyen bel ve bacak ağrıları Frida’yı bir arayışa sürükledi. Frida’nın bir şekilde bu acıdan kaçması ve yaşananları bir şekilde geride bırakması, yaşama tutunması  gerekiyordu. Sonunda Frida çıkış yolunu buldu  ve   uzun  süreler   yattığı yatağında resimler yapmaya  başladı.

Annesi bu  sıkıntılı  günlerinde kızına destek oluyor, her  gününün güzel geçmesi için  gayret gösteriyordu. Bir gün  Frida’nın  başucunda, onunla ilgilenirken, aklına bir fikir geldi. Ranza gibi ahşaptan yapılmış yatağının üst tarafına büyük bir ayna  yerleştirdi. Böylelikle Frida  yattığı yerden kendini seyredebiliyordu. Frida o günden sonra, yatağında resim yaparken, tuvale en güzel nakşettiği şey,  sureti ve suretindeki  ızdırap, hüzün, acılardı. Uzun  müddet  yatakta yatması ve yine uzun uzun yüzüne bakması, yüz hatlarının her yerini ezberlemiş olması,  Frida’ya ömrü boyunca 55 otoportre yapmasını sağladı. Yaşamı  boyunca da  otoportre  dışında ise sadece 88 adet resim yapabildi. 

Frida 22 yaşına geldiğinde,  gönlünü kendisinden yaşça büyük birine Diego Rivera’ya kaptırdı ve kısa bir süre sonra da onunla evlendi. Kendisinden yaşça büyük, toplumda çok önemli bir konumda olan biri olan  ve rahat tavırlı olan Diego ile mutluluğu yakalayabildi mi? Hayır!  Evlilikleri içinde hep bir hüzün ve ihanetler  vardı. Bu bedbaht yaşam  Frida’nın  tablolarına da yansıdı.

Yıllarca süren acılar, doktor kontrolleri, ilaçlar  bir türlü Frida’nın yakasını bırakmıyordu ve Frida, 46 yaşında iken  bir bacağının kangren olmasına ve nihayetinde de bacağının kesilmesine tanık oldu. Çocukluğunda arkadaşlarının söylediği   ”Tahta bacak Frida”   sözünden kaçamamış ve protez bacağı ile gerçekten de Frida  ‘’Tahta bacak Frida’’ olmuştu. 

Bacağının kesilmesi meseleyi çözüp, sorunları kökünden kesip attı mı? Hayır! Bu olay tetikleyici problemlerin  devam etmesine sebebiyet verdi. Frida’nın durumu daha da kötüleşti. Bacağından akciğerlerine taşınan kan pıhtıları, akciğer damarlarının tıkanmasına, göğüs ağrıları ve nefes darlığı çekmesine yol açtı. Zaten acıya tahammül edemeyen  Frida, bir de üzerine nefes alamamaya başlayınca,  47 yaşında Akciğer Embolisi tanısı ile yaşama veda etmiş oldu.

Şimdi içinde bulunduğum bu çivit mavi ev, Frida’ nın 1954’te  ölümünden dört yıl sonra, Dieogo  Rivera  tarafından müze haline getirilmiş olan evi.  Girişte duvarın solunda, Frida ve Diego’nun duvara çizilmiş resmi karşılıyor sizi. Sonra, içeride  mavi bir  duvarda, kırmızı  bir çerçeve içine alınmış,  ‘’Frida ve Diego bu evde yaşadı  1929-1954’’  yazan bir yazı var.

Evin iç avlusu klasik Meksika tarzı yüksek duvarlarla çevrilmiş halde. İçinde ağaçlar, çiçekler, kaktüsler ve bitkilerin yoğun olduğu bu avlu, Frida’nın kuş sesleri içinde gezdiği huzurlu bir bahçeye dönüşmüş. Bu evin sahipleri sadece yeşillikle yetinmemiş, aynı zamanda bahçesine küçük bir Aztek pramidi yapmışlar ve piramidin de basamaklarını tarihi heykeller ile dizayn etmeye çalışmışlar. 

Frida’nın çalışma odasına çıktığımda ise, zeminde aşı kırmızı altıgen karolar dikkatimi çekiyor. Çok güzel ahşap bir masaya, oturma düzeneği hasırdan yapılmış bir sandalye  eşlik ediyor. Küçük kavanozlarda rengarenk toz boyalar, farklı ebatlarda fırçalar, taşınabilir resim yapmaya uygun ahşap bir çanta, boya ezme havanı Frida’nın yaşam tablosunu oluşturan öğelerden bazıları sadece. 

 İnsana en çok tesir eden ise,  ahşaptan yapılmış, tıpkı bir giyotine benzeyen büyük bir şövalenin önüne konmuş tekerlekli bir sandalye. Bir an, Frida’nın bu şövaleye tuvalleri sıkıştırıp, uzun saatler boyunca  tekerlekli sandalyesinde resim yaptığını hayâl ediyorsunuz. Bu atölye, bahçeyi gören duvardan duvara ışıklı bir pencereye sahip olsada, her köşesinde bir gam, keder ve hüzün mevcut. Bu  hüznün tek  şahidi  ise, onu  tek başına resim yaparken sessiz bir şekilde seyreden, karşı  duvarda ki boydan boya olan kitaplık.

Kitapları inceleye inceleye, Frida’nın acılarının  diğer tanığı olan odasına  yöneliyorum. Burada sizi, üstü  cibinlik maksadı ile kapatılmış aşap  bir yatak karşılıyor. Eğilip baktığımda yatağın ahşap tavanında büyük bir ayna yerleştirildiğini görüyorum. Bir insan kaç saat kendini seyredebilir?, kaç saat yüzüne bakabilir? diye düşünürken aklıma, Yunan mitolojisinde geçen Echo  ve  Narcissus’un  hikayesini geldi.

 Kahin Tressias,Narcissus’un doğduğu gün bir kehanette bulunur. Narcissus’un  mutlu ve  çok uzun bir ömür süreceğini, ancak bunun bir şarta bağlı olduğunu söyler. Bu  şartın  ise, Narcissus’un hiçbir zaman kendi yüzünü görmemesi, yüzüne  bakmaması ile gerçekleşeceğini söyler.

Narcissus  büyür, çok yakışıklı bir delikanlı olduğunda ise genç kızlar bu güzelliğe aşık olurlar. Genç kızların, perilerin bu hayranlık duygusunun hiçbirine  Narcissus karşılık vermez,  onları umursamaz. Bir gün peri Echo’da bu güzelliği görür oda diğer kızlar gibi Narcissus’a aşık olur. Narcissus, dünya güzeli bu peri kızının aşkına da karşılık vermez. Echo bu duruma çok içerlenir, üzülür ve o günden sonra da perişan olur, günden güne erimeye başlar. Narcissus’un  aşkına karşılık alamayan genç kızlardan  biri bu olayı duyunca çok öfkelenir ve Narcissus’tan intikam almak  ister. Gider  intikam tanrıçası Nemesis’ten  yardım  ister. Nemesis  bu isteğe olumlu karşılık verir ve   Narcissus’un  kendisine aşık olmasını sağlayacak bir sihir yapar.

Narcissus bir gün avlanırken ,yorgun ve bitkin düşer ve dinlenmek için nehir kıyısına gelir. Su içmek için eğildiğinde suyun yüzeyinde kendi yansımasını görür ve kendi suretine aşık olur. Kahin Tressias’ın kehaneti gerçekleşmiş ve Nemesis’in intikam büyüsü tutmuştur. Adeta büyülenmiş bir halde  donakalmış olan Narcissus, saatlerce kendi yüzüne bakar.

Bir kara sevdaya  tutulmuşcasına, günlerini, haftalarını kendini  hayranlıkla izlemekle  geçirir. Ne yemek yiyebilir, ne de su içebilir. Bu izleyiş onu tüketir, onu sona doğru götürür. Vakti zamanı gelince de bir gün  Narcissus su başında ölür. Öldükten  sonrada  Narcissus’un  bedeni orada  Nergis çiçeklerine dönüşür.  

Kahin  Tressias   Frida ile ilgili bir kehanette bulundu mu bilinmez ama, her daim yaşama bağlılığı, mücadeleci kişiliği  Frida’yı  uzun yıllar ayakta tutup, uzun bir ömür yaşatacakken, yatağının tavanına konan aynanın lanetinden midir, Nemesis’isin  büyüsünden midir bilinmez, Frida’nın   Narcissus  gibi saatlerce kendi yüzünü seyretmesi, kendine hayranlık beslemesine, kendisine aşık olmasına ve  kısa ömürlü olmasına sebebiyet vermiş olabilir. 

Fridan’ın  mavi evinin her karışını  gezerken, hayâl  dünyanız sizi  rahat bırakmıyor.  Yaşanmış  hikayeyi bildiğinizden midir, yoksa bu evde yaşanan acılardan mıdır bilinmez ama, burası bir müzeden çok, bir ziyaretgâh veya ilaç kokan hastane hissi uyandırıyor insanda. Tek farklılık ise hastane içinde kokan dezenfektan kokusunun yerini ağır bir hüzün kokusu almış durumda. Mavi eve sinen bu hüzün o kadar çok  derin ki, bu hüznün yansımalarını  Frida’nın  resimlerinin  içinde görebiliyorsunuz.

Hayat, dünyanın hayran olduğu bu kadının vücudunu eritip bitirirken, sadece ismini  bitiremediğini anlıyorum ve bu ismin sonsuza dek yaşayacağını bilerek oradan ayrılıyorum. İçimde biraz hüzün, aklımda Frida’nın melankolik renkleri ile dışarı çıktığımda, kapı önünde Frida’lı ürünler  satan satıcılar başıma toplanıyor. Bende günün  anısına, çağırdığım taksi gelinceye dek, Frida’dan  izler taşıyan hediyelikler alarak ve Frida’nın evinin önündeki büyük ağaca son kez  dokunarak, gezdiği sokakta  yürüyerek vaktimi tamamlıyorum. Taksim  geldiğinde ise, Frida ile vedalaşıyorum ve  La Casa  Azul’dan,  mavi evden uzaklaşırken sizleri Frida Kahlo’ya ait olduğu tahmin edilen ses kaydı ile başbaşa bırakıyorum.

ATİLLA CAN

Haziran 2019

Mexico City

5 Yorum

  1. Nilsu ÖZGÜN Nilsu ÖZGÜN 21/07/2019

    Ne hoş bir anlatım, evet gerçekten öyle diye diye bir çırpıda okudum. Bayıldım ♥️

  2. Zeynep Su Zeynep Su 21/07/2019

    Tek kelimeyle mükemmel

  3. Zeynep Su Zeynep Su 21/07/2019

    Mükemmel

  4. Özlem Özlem 22/07/2019

    Ne güzel bir anlatım yüreğine sağlık.

  5. Seval ersoy aler Seval ersoy aler 01/09/2019

    Çok güzel bir yazı kaleminize ve yüreğinize sağlık hocam

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir