Yazan: Damla Karakuş
“… Gökten üç elma düşmüş; biri bu masalı anlatana, biri dinleyene, üçüncüsü de masal kahramanına…” diye biter eski masallar. Küçükken sonuna kadar zar zor dayandığımız masalların elmaları gerçekte nereye gidiyordu? Şimdi neredeler? Sanırım hiç düşünmedik. Belki de anlatmak istediklerimizdi o elmalar da masal bahaneydi. Biz yine masallara dalıp anlatamıyorduk da. Parıl parıl bir prenses elması aklımızdan geçirip kalbimize sığdıramadıklarımızın karşılığı oluveriyordu…
Neden mi böyle bir giriş yaptım? Çünkü Anlatmayı Çok Düşündüm, sanırım tam olarak bu girişi karşılıyor. Masal anlatmayı çok seven, çocuklara ve gençlere masal, öykü, roman ve siyer alanında birçok kitap kaleme almış yazar Nehir Aydın Gökduman, bu kez uzun soluklu bir gençlik romanını masal tadında aktarıyor. Dostluk, haksızlığın karşısında dimdik durmak, çok sevdiklerinin peşinden gidip onu anlamak, büyürken seni kıskacına alan duygularla kaybolmadan tanışabilmek… İçinde hangi duyguyu ararsan, o var sanki.
Roman, pandemi döneminde dilimize pelesenk olmuş cümlelerden biriyle başlıyor: “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Okulların tekrar açılmasıyla öğrencilerin sayısındaki azalma, kahramanımızın okulunda fark ediliyor. Sadece sınıftan değil ülkeden gidenler ile ülkeye ve dolayısıyla sınıfa yeni gelenler ve tabii olarak bu şartlardan doğan farklılıklar kaplıyor romanın ilk sayfalarını. Pandemi sırasında yaşanan zorluklardan sonra, şimdi de zorunlu olarak başka yerlerde başlayan hayatlar söz konusu oluveriyor…
“Her durumda kendime arkadaş bulabilir ya da kendimle takılabilirim. Zaten insanların içinde de hep yalnızsın, tek kişisin. Küçük Prens’teki ‘Yılan’ haksız sayılmaz. Çevrendeki sesler seni biraz meşgul eder o kadar!” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 8)
Son zamanlarda okuduğum kitaplarda hep karşıma çıkan Küçük Prens vurgusu bu kitapta da yalnız bırakmıyor. Sanırım zor zamanlardan geçerken onun öğretilerine çok ihtiyaç duyuyoruz. Kendimizi en iyi onun söyledikleriyle ya da onun kahramanlarından örneklerle ifade ediyoruz. İşte burada da henüz romanın ilk sayfalarında, çocukların arkadaşlık kurma çabalarına Küçük Prens’in yılanı eşlik ediyor.
Otuz bölümden oluşan Anlatmayı Çok Düşündüm için bir başka özet cümle kurmak istesem, “Tam bir aile romanı,” diye başlayabilirim. Yine parçalanmış bir aile pozisyonu, uzaklara gidip ailesini terk etmiş bir baba üzerinden veriliyor. Baba gidince, biri iki diğeri yedi yaşında olan iki çocuğuna, eskilerin deyimiyle hem analık hem babalık etmek durumunda kalan ve bu nedenledir ki hep çok daha fazla çalışmak zorunda olan bir anne var kitabın temelinde. Şimdi 14 yaşında bir ortaokul öğrencisi olan Asya, onun üniversiteye giden abisi ve bir yayınevinde editörlük yapan annesi bir yanlarının eksikliğiyle hep daha güçlü olmak zorunda kalarak yaşamış. Romanın anlatıcısı Asya, onları on iki yıl önce terk edip Fransa’ya giden babasını hiç unutmuyor. Öte yandan da pandemi sonrasında Fransa’dan İstanbul’a gelen bir aile ve onların ikiz çocukları Alin ile Lina da bizim Asya’nın okuluna denk düşüyor. Fakat okul idaresi “İkizler aynı sınıfta olmaz!” ilkesiyle onları ayırıyor ve Lina’yı Asya’nın sınıfına veriyor. Bunun için “Hayatın karması başlıyor,” diyebilir miyiz? Kesinlikle evet.
“İnsanlar sana bir şeyi anlatmaktan sakınıyorsa sen de araştırmaktan sakın! Bazı şeyleri hiç bilmemek biliyor olmaktan çok daha iyidir.” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 75)
Geçen yıldan çok sevdiği arkadaşı Hülya, ailesinin memleketine taşınınca yalnız kalan Asya, kendisine yeni arkadaş olarak Lina’yı düşünüyor, ama bunun nasıl olacağını da kestiremiyor. Lina öylesine içine kapanık, kendi dünyasında yaşamak, mümkünse kimseyle iletişim kurmak istemeyen gizemli bir kız ki… “Bu karma için talihsiz bir olay şart!” dersiniz siz de değil mi? Evet, öyle oluyor; Asya ve Lina’nın yaşadığı bir kaza sonucu aileler yakınlaşıyor. Tam da bu noktada, Asya’nın Fransa’daki, Lina’nın da Türkiye’ye yeni dönen ailesinde babasının ağırlıklı geçişleri romanda merak uyandıran bir seviyeye ulaşıyor. Sonrası tabii ki sırlar, anlatılanlar, anlatılmayanlar, sorular, soranlar ve sorulamayanlarla dolu bir karmaşa bulutu. En yaşlı karganın son uğultusu. Eşi çanak antenin tepesinde etrafı seyrederken bir çatının bacasında gizlenmiş güvercin…
“Ah şu umut! Bazen, ülkesi savaşta baştan aşağı yakılan yıkılan bir çocuğa baharda çiçekler açacak demek kadar gereksiz bir şeyken neden benim içimde hep capcanlı durur?” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 111)
Her şey hem gün yüzü gibi açık hem de karanlıklara kapılmışken, Asya’nın dinmek bilmeyen baba özlemi ve bir gün kapıdan girecek babanın kendisine olan hasreti, asılı kalmış zamanın bir yerinde boyuna çarpışıyor. Onu bulma uğruna göze alınan tehlikeler, yaşanan badireler… İşte bu umut, aslında romanın dönüm noktası da sayılır. Okul, son sınıf öğrencileri için on günlük bir Paris gezisi düzenliyor. Konu Paris olunca Asya geziyle yakından ilgileniyor ve bu geziye gitmek için bütün şartları zorluyor. Tıpkı hayallerindeki gibi babasını bulmayı ve mümkünse annesiyle barışması için ikna etmeyi bir kez daha düşlüyor.
Asya’nın bu hayalinden bahsetmişken, annesinin hayatına yeni bir insanı alma konusu da kitapta yerini buluyor. Kaos bu ya, Asya annesinin evlilik planları yapmak istediğini tam da babasının izini bulma hayaliyle gitmek istediği Paris gezisine ekonomik destek aradığı dönemde öğreniyor ve çok üzülüyor.
“Ne kadar terapi alırsam alayım içindeki düğüm çözülmedi, adalet istiyorum! Bu dünya sadece benim için değil, bizim için, bütün çocuklar ve insanlar için güvenli bir yer olsun istiyorum! Böyle adamların cezasız kalmayacağını herkes görsün istiyorum. Bu çabam başka çocuklara da ilham olsun istiyorum.” … “Seine Nehri ne kadar güzel akıyor?” … “Dalgaları kıyıyı nazikçe okşar gibi ve yönünü ileriye çevirmiş. Büyük bir okyanusa döküleceğini biliyor. Orada deniz suyuyla birleşince güçlenip daha da mutlu olacak. Bir de onun önüne bir set çektiklerini düşün. Su setin önünde birikir ve eğer başka bir yol bulamazsa çevresine taşar. Her yer su altında kalır değil mi? İşte benim içimdeki duygu da buna benziyor Asya. Ancak bu işi çözersem hayatın içine bu nehir gibi tasasızca akabilirim.” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 212)
Diğer taraftan Lina, abisi ve annesiyle bir yıl önce terk ettikleri Paris’e içindeki adaleti arayış duygusunu susturamadığından ve artık arkadaş olduklarından, Asya’yla birlikte gitmek istiyor. Lina’nın da amacı sadece gezmek değil. Bir taciz nedeniyle uzaklaştığı ülkesine dönüp, yaşadıklarının tek görgü tanığı eski arkadaşı Jasmin’i bulmak istiyor. Olay yaşandıktan sonra Lina ve Jasmin karakolda şahsı tarif etmiş, hatta robot resminin çizilmesini sağlayıp suçluyu yakalatmış ama ailesi korktuğu ve kızlarının adının bu davada geçmesini istemediği için Jasmin, mahkemede tanık gösterilememiş. Böylece suçlu serbest kalmış…
“Bazen önemli şeyler için gecikebiliriz ama önemli olan üstümüze düşeni er ya da geç yapmaktır değil mi?” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 267)
Neyse ki Lina bu geziye gidiyor ve Jasmin’i buluyor. Arkadaşlık ve dostluğun ördüğü dayanışma duygusu içinde Jasmin’i mahkemede tanık olması için ikna ediyor. Böylece karakolda bir yıl önceki dava dosyası tekrar ortaya çıkıyor. Bu kez Jasmin’in ailesi de ikna oluyor ve mahkeme görülüyor. Taciz davasının zanlısı ağır bir hapis cezasına çarptırılıyor. Lina, böyle adamların cezasız kalmayacağını herkese ispatlamış ve diğer çocukları korumaya bir adım da olsa yaklaşmış olmanın gururla dönüyor evine…
“Ama bir şeyden vazgeçtiğinde senin olabileceğini ancak o gün anladım ben.” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 175)
Bu arkadaşlık ve dostluk ilişkisinin ördüğü çabadan nasibini alan bir diğer isim de Asya oluyor; Paris’te “Asia” adında bir cafe işleten babasını bulup onunla yüzleşiyor. Babasının yeni hayatını görüp, onun Paris’e gelme nedenine ikna olan Asya, ona karşı artık olumlu duygulara sahip olacağını düşünüyor. Artık onu özlerken yüreği küçük bir kız çocuğu gibi sızlamaktan fazlasını hissetmek için çabalıyor. Çünkü biliyor ki babası da çocuklarını hiç unutmamış…
“Hayat kırmızı bir güle benziyor Asya. Eğer gülüne emek verirsen etrafa mis gibi kokular saçar.” (Anlatmayı Çok Düşündüm – Sayfa 268)
Bu on günlük Paris gezisi, sıradan bir okul gezisi olmaktan çok daha fazlası oluyor; Asya ve Lina’yı gerçek dostluk bağlarıyla birbirine bağlıyor. Hem Asya’nın hem de Lina’nın ailelerinde yaşanan olumlu gelişmelerle aile fertleri, omuzlarındaki o yorucu büyük yüklerden nihayet kurtuluyor. Asya ve abisi Mert babalarıyla görüşmeye başlarken, anneleri ilgilendiği insanı hayatlarına alıp mutlulukla yaşama devam ediyor.
Lina, Paris sokaklarına gömdüğü sırrını çözüp hakkını aldıktan sonra psikolojik destek almadan annesi, abisi ve babasıyla mutlu olmanın yollarını bulabileceğine artık inanıyor.
Ne demiştik en başında; “Gökten üç elma düşüyor.” Bu kez biri Asya, diğeri Lina ve diğeri de siz değerli okurların başına…
KÜNYE:
Anlatmayı Çok Düşündüm
Nehir Aydın Gökduman
Genç Timaş Yayınları
272 Sayfa
İlk yorum yapan siz olun