Bilgi ile Sanat İlişkisi
Ayrıntıları işaretlere dönüştüren ve bu paralelde bir mesleği seçen akademisyen, romanını da ne gibi ağlarla ördüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek. Kendini alçak görmesinin arkasında kaliteli bilgi dağarcığının yattığı akademisyen Umberto Eco’nun romancı kimliğinin anlaşılması, daha demlenmeyi bekleyen bir süreçtir. Tabii bu şimdilerde “övülmediği veya sevilmediği” demek değildir. Lakin sanat yapıtının artık göründüğünden daha fazla imgelere sahip olduğunu düşünen Göstergebilim, gittikçe artan bir hızla yayılmaktadır. Dolayısıyla bu ve bunun gibi eserlerin karşımıza daha çok çıkacağı beklenebilir. Bilginin sanat yaratımına nasıl faydası olduğunun somut kanıtı Gülün Adı romanı, ister kabul edilsin ister edilmesin bilgiyle konuşulan bir romandır. Saussure ve Barthes gibi isimlerden sonra Göstergebilim’e iyi katkılar sağlamış isim Umberto Eco’dur. Edebiyat açısından Göstergebilim: Herhangi bir yazıda bulunan göstergelerin insan zihnindeki izdüşümlerinin incelenmesi ve değişkenlerinin tespit edilip o göstergeden yeni çıkarımlar yapılmasıdır. Peki Umberto Eco bunu Gülün Adı romanında kullandı mı? Evet. Zira bu bilim, yazının oluşumundan önce veya sonra uygulanabilir. Umberto Eco, romanın bazı sahnelerinde göstergeleri bize açıkça sunmaktadır. Bu göstergeler imgelere dönüşür ve böylece anlam çokluğu sağlanır. Fakat bu konuya daha sonra devam etmek ve şimdilik bunun hazırlığını yapmak mantıklı olacaktır.
Aristoteles’den itibaren sanat’ın, incelenmesi ve yorumlanması gereken bir üretim olduğu düşünülmüştür. Her incelemecinin temel kaynağı olan Poetika, inceleme konusunda bize ilk örnekleri sunmaktadır. Burada sanat veya o zamanın yaygın türü olan tragedya, yansıtma eylemi gibi düşünülmüş ve böylece bir olayın veya durumun sahnedeki taklidi olarak kabul edilmiştir. Şimdi yeni bir bakış açısı geliştirmek gerekirse en ufak bir taklit eylemi, zihinde öğrenilmiş olan bilginin geri yansımasıdır. Taklit meselesi, en ilkel koşullarda bile öğrenmenin bir ispatı olarak da görülmüştür. Örneğin kuş veya maymunun, eğiticilerinden öğrendiklerini tekrarlaması gibi. Dolayısıyla bu kaçınılmaz gerçek, sanat gibi çok daha karışık bir üretimde de yoğunlukla kullanılmıştır. Bilinenin üzerine “bir yazar muhakkak çok kitap okumalı” gibi yaygın ifadeler bize bilginin belki de yetenekten bile daha önemli bir sanat aracı olduğunu göstermektedir. Sanatın ilk çağlarından beridir bilgiden yola çıkılıp bir birikim oluşturmak, sanat ve bilim için oldukça önemlidir.
Bir başka örnek de sanat akımlarıdır. Bir realist sanatçının romantizm sanat akımını bilmemesi düşünülebilir mi? Romantizmden nefret eder hale gelip hiddetle realizmi savunan yazarlar, romantizm akımının birikiminden faydalanarak ona karşıt bir görüş ortaya atmıştır. “Her yeni gelen sanat akımı’nın bir öncekini kovaladığı” çok nettir. Bu düzenin ilk temeli, belli bir bilgi birikimin artık doyum noktasına geldiği ve gelişmek için sancıların başlamasıyla doğru orantılıdır. Bilgisiz sanat, temeli atılmamış bir bina gibi sallantıdadır ve muhakkak yıkılacaktır. Ülkemizde sallantıda olan binaların halk arasında piyasa işi gibi söylemleri mevcuttur. Bu bir ayrım, ve bu ayrımı görebilmek; İyi ve kötüyü, kaliteli ve kalitesizi, güzeli ve çirkini ayırt edilmesi gibi farkındalık yaratılması demektir. Aksi takdirde her ürüne sanat demenin korkunç sonuçlar doğuracağı görülebilir.
Roman Üzerinden Bilgi ile Sanat İlişkisi
Yazarımız, Orta Çağ Tarihçisi, Dilbilim Uzmanı ve Düşünürdür. Umberto Eco’nun kendi bilgi birikimini Gülün Adı romanında başarılı bir kurguya oturtabilmesi takdir edilmelidir. Bilginin kesinlikle doğru yönlendirme ile sanata dönüştürülmesi farklı yararlar doğurmaktadır. Örneğin bu roman birçok bilgi ve öğretiye de ev sahipliği yapmaktadır. Eserin dili üst dil olmasa da belli bir bilgi dağarcığı kabil olması, okunabilirliğini doğru orantılı etkilemektedir. Temel birkaç bilgisi olan her okuyucuya yeni bakış açıları ve yeni bilgiler katacağı da yadsınamaz. Peki bu gibi yararlarından ziyade edebi bir estetik oluşması nasıl sağlandı sorusunu tartışmak yararlı olacaktır.
Roman Üzerinden Bilgi ile Estetik İlişkisi
Bizzat yazarın da bahsettiği birkaç konuyu yeniden düşünelim; İnandırıcılık meselesi edebi eser için önemli yapı taşlarındandır. Orta Çağ tarihine yakın olan Umberto Eco’nun, bir Orta Çağ rahibinin nasıl konuştuğunu veya bir Fransisken rahibinin diğer mezhepteki rahipler ile ne gibi çatışmalar yaşayacağını bilmesi, inandırıcılığı olumlu etkileyen faktörlerdendir. İkinci önemli nokta, kurgudur. Kurgu tahmin edilesi bir hal aldığında zayıflamaktadır. Çıkmaza girdiği noktada okuma isteğini baltalar. Dolayısıyla kurgu çok ince bir çizgidir. Eco, birkaç temel olayın üzerinden şekillendirdiği bir kurgu yazdığını ifade etmektedir. Bu yöntem doğru yollardan biridir. Şöyle ki; Yazar, bir rahip öldürmek istediğini ve bir kütüphane kurmak istediğini önceden bilmektedir. Fakat ciddi bir polisiye de yazmak düşüncesinde olmayan Eco, tarikatları birbirine kırdıracağı ve ortaya yeni bakış açıları koyacağının farkındadır. Dolayısıyla bu olayları sıkı sıkıya bir tutmak istediği için tek mekan seçmektedir. Bu mekan el değmemiş bir kütüphaneye ihtiyaç duymaktadır. Böylece yükseklerde yalıtılmış bir manastır kurma fikri buradan doğmuştur. Romanın karakterleri ise inanılmaz farklılıklar gösteren çeşitlilik konusunda sıkıntılar yaratmayacak şekilde çizilmiştir. Bir karakterin birçok ruh halini beraber yaşayabildiği Gülün Adı romanı yaşayan bir manastır yaratmada başarılı olmuştur.
Bilimin yeraltından yürütüldüğü Orta Çağ’da sanıldığı kadar ilmi ilerleme sıfırlanmamıştır. Okuyucuya güzel bir hikaye ve kurgu ile birlikte bilimin ilerleyişinin ayrıntılarını veren Gülün Adı, şimdinin gözlük, öncelerin de mercek dediği aletin ehemmiyetini çok güzel anlatmıştır. Kimilerinin Şeytan işi olarak görmesi kimilerinin ise zararsız büyü dediği icatları o günün gözüyle okumak çok keyifli bir hal almaktadır. Bunların haricinde tıbbi gelişmelerin devam ettiği Orta Çağ’da, şifalı otların birbirleriyle karıştırılıp bir insanı sağlığına kavuşturduğu veya hata yapılırsa öldürdüğü de bilinmektedir.
Gülün Adı romanı, Doğu ilminin 1000-1400’lü yıllardaki yükselişinden faydalanan Avrupa, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt, daha sonraki yıllarda İbn-i Haldun, gibi Anadolu ve Doğu topraklarında yaşamış bu gibi bilim insanlarının önemini çok iyi yansıtmıştır. Orta Çağ’da her ne kadar homojen dağılmış bir anlayış dönemi saltanat sürse de doğu ilmini iyi görenler de vardır. Eserde sık sık adı geçen Tanrıbilimciler Doğu ilmini iyi okumuş, bilime açık, sorgulayabilen insanları yansıtmaktadır. Tarikat olarak da aynı yansımayı gösterenler ise Fransiskenler’dir. Birçok dini liderin gelip geçtiği Orta Çağ’da farklı papa anlayışları ile bölünmüş ve ağız dalaşına girmiş tarikatlar mevcuttur. Papa Johannes’in yolundan gidenler’in bilime daha sıcak insanlar oldukları görülmektedir. Fakat bu ayrımların hepsinin daha üstünde önemli bir durum daha vardır. Bu durum Kilisenin güç sarhoşluğu yaşamasından kaynaklanır. İki önemli tezin çarpışmasının da sebebi Kilisenin gücünün korunması ve hatta İmparatorluğu yönetebilmektir. Bahsettiğimiz iki tez: Hz. İsa’nın üstündeki kıyafetler kendisinin miydi? Yoksa değil miydi? Çok basit gibi duran bu sorunun önemini açıklayayım; Beşeri hayatın içerisinde mal edinmemek ve sadece iman doğrultusunda yaşamak kabul ediliyorsa evet, Hz. İsa’nın üzerindeki kıyafetler onun değildi. Yani bir mal varlığı edinmemişti. Dolayısıyla Kilise’nin kendi bünyesindeki değerli taşlar, altın paralar, görkemli tapınaklar anlamsızdı. Kilisenin maddi açıdan askeri düzeyde ihtiyacının giderilmesi yeterliydi. Peki ekonomiyi elinde tutamayan Kilise, İmparatorlukta güç kaybetmez miydi? Orta Çağ’da ekonomik gücü barındırmak aynı zamanda orduyu da yönetmek demekti.
Burada işimiz Orta Çağ tarihi yapmak değil lakin Baskerville’li William’ı anlamanın önemi buradan geçmektedir. Kendisi Fransisken rahibi olup aynı zamanda da sorgucudur. Daha ufak olaylara bakan sorgucular’ın Engizisyon yargıçlarına göre daha tarafsız olduğu düşünülebilir. Baskerwille’li William’ın, ilerici tavrı ile diğer rahiplerden hemen sıyrıldığını görmek mümkündür. William karakteri, bilime düşkün ve en önemlisi din, ırk gözetmeksizin yapılan çalışmalara açık zihniyetli çizilmiştir. Ayrıca hiç bilgi verilmese de William’ın realist bir tavrı da vardır. Sorguculuk yaparken soyut safsataları ikinci plana atarak her zaman gördüğü somut kanıtlar ve izler ile yola çıkmaktadır. Böylesine katı din öğretileri içerisine batmış manastırda, William aklı, sevgili çömez rahibimiz Adso da umutlu geleceği temsil etmektedir. Bu gibi vurguların yanında dönemin siyasi oyunları da arka planda yaşayan bir dünya yaratmakta çok önemli bir rol oynamıştır. İmparatorluk ile Papa’nın saltanat mücadelesi yaşanırken hangi tarafa yanaşacağını düşünen tarikatlar birbiriyle çatışmış, sapkın denilen dini öğretilerden uzaklaşmış gruplar peyda olmuş ve iç savaş bile yaşanmıştır. Dolcino bir rahip olarak din öğretilerini saptırmış ve günahkar bir grup yaratmıştır. Bu grup birçok savaşa da sebebiyet vermiştir. Burada önemli bir durum söz konusudur. Fra Dolcino tarih sahnesinde sosyalist bir tavır sergilemiş, kilisenin yozlaşmasına karşı çıkmış ve dinde maddiyatı reddetmiştir. Lakin o dönemin katı dini koşullarında bu durum nasıl görülmektedir? Birçoğu Şeytanın yolundan gittiği için suçlamış bir kısım kadınların erkekler ile beraber yaşamasına sapkınlık demiş ve belki de Dolcino hiç anlaşılamamıştı. Bu gibi durumların karakterde yarattığı korku, endişe, üzüntü ve gurur duygularını hissetmek, Eco’nun tarih bilgisini nasıl estetik değeri olan bir edebi romana dönüştürebileceğini göstermektedir.
“Amma karışık iş. Peki, Dolcino kimsen yanaydı? Bilmiyorum; kendi başına bir taraftı o, bütün bu çatışmaların içindeydi; yoksulluk adına başkalarının mallarına karşı giriştiği savaşta bunlardan yararlanıyordu. Dolcino, sayıları üç bini bulmuş olan adamlarıyla Novara yakınlarında Parete Calva denen bir tepede kamp kurdu; orada kaleler ve barınaklar yaptılar; Dolcino utanç verici bir açık saçıklık içinde yaşan bütün bu erkekler ve kadınlar kalabalığını yönetiyordu. Oradan, kendisine bağlı olanlara mektuplar gönderiyordu. Ülkülerinin yoksulluk olduğunu, hiçbir dışsal bağlılık zinciriyle bağlı olmadıklarını, kendisinin, peygamberlerin mührünü kırmak, Eski ve Yeni Ahitleri anlamak için tanrı tarafından gönderilmiş olduğunu söylüyor, yazıyordu.” (Umberto Eco, Gülün Adı, 2019, s.321)
Eleştirel Bakış ve Felsefi Tartışma
Yazının çoğunda kurgudaki cinayet olaylarından hiç söz edilmemesinin en önemli sebebi, aslında Umberto Eco’nun polisiye bir roman yazmadığı ve bunu sadece bir maske olarak kullandığını anlatmaktır. Çömez rahip Adso’nun -ki kendisini romanımızı anlatan kişidir.- öğrenme açlığını gidermeye çalışan olgun ve bilge rahip William’ın birçok felsefi ve eleştirel tartışmalarına bir Orta Çağ manastırında tanık olmak çok keyifli sahneler doğurmaktadır.
Genellemenin zararlarına vurgular yapan roman, sapkın grupların bile birbirinden ayırt edilmesini söylemektedir. Çünkü esas olarak aklı aldığımızda bu sapkınların farklarını ayırt etmek aynı zamanda ortak noktalarını da gerçekçi bir şekilde görmeye yarayacaktır. Dolayısıyla sapkınları bir denize akan nehir kolları gibi görmek de mümkün ve kısmen doğrudur. Eser her tarikatın farklı özelliklerini saydıktan sonra (s. 284-285) neden birbirlerine karıştıklarını sorgulamaktadır. Bu noktada birkaç tez geliştiriyor; ilk etapta bu gibi tarikatların doğuşu ve bitişi büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir. Bir başka etmen ise eski öğretilerin üzerine gelen yeni cahil nesil’in bambaşka yorumlamalar ile tarikatın kaderini başka yerlere yönlendirmeleridir. Fakat bu gibi farklı görüşlere karşı çıkan katı görüşlü kesim, bu gibi tarikatları karalamak adına halkın hassas olduğu cinsellik konularından iftiralar atıldığını ve bunun katı görüşlüler için en iyi taktik olduğunu da irdelemektedir. (s.286)
Eserimizin dönemi itibari ile gülme eyleminin inanılmaz derecede büyütülüp sorgulandığı, sapkınlıkla suçlandığı bir olaylar zincirini de içerisinde barındırması kaçınılmazdır. Dönemin elde kalan sanatı, Aristo ile birlikte irdelenen tragedya’dır. Bu gibi taklit ve sahne sanatlarına seyircinin gülmeler ile etkileşime girmesi ruhban sınıfını rahatsız etmektedir. Bunun en önemli sebebi gülmenin getirdiği özgüveni ve umursamaz tavrı, din öğretileriyle çelişkili bulmaktır. Bu konu üzerine tartışmaların odağı İsa’nın gülüp gülmediğidir. Bunun ayrıntısına fazla girmemekle birlikte William gibi ilerici düşünürler, gülmenin insancıl ve zararsız bir eylem olduğunu içten içe kabul etmişlerdir. Bu olaylar tarih sayfalarında doğru, fakat eserin sayfalarında birer göstergedir. Gülme eyleminin aslında kontrol altına alınmak istenmesinin en önemli temeli halkın hiçbir anında özgür hissetmemesini sağlamaktır. Halkın ensesinin dibinde her zaman kilisenin bekçilik yaptığını bilmek halkı tedirgin ve itaatkar yapacağı düşünülmektedir.
Eserdeki Göstergebilim Meselesi
“Gösterge, genel olarak, kendi dışında bir şeyi temsil eden ve dolayısıyla bu temsil ettiği şeyin yerini alabilecek nitelikte olan her çeşit biçim, nesne, olgu vb. olarak tanımlanır.” (Mehmet Rifat, Göstergebilimin ABC’si, 2009, s.11)
Birincil amacımız bu yazıda Göstergebilim uzmanı yaratmak değildir. Buradaki birincil amacımız eseri iyi anlamaya yöneliktir. Bunun için geçeceğimiz yolu Göstergebilimi temel düzeyde göstermek ve eser ile bağdaştırmak ile son düzlüğü bitirip yolu tamamlayacağımızı öngörmekteyim. Gösterge kavramının zihnimizdeki herhangi bir şeyin yansıması olduğunu anlatmıştık. Yansıyan kavramların farklı farklı yorumları, yani hatıraları veya izdüşümleri vardır. Bunların olumsuzları ve çelişiklerini de anlamak mümkündür. Güzel-güzel olmayan- çirkin-çirkin olmayan gibi. Anlamsal düzlemde düşündüğümüz kavramların karşıt ve çelişiğini bulabiliriz. Güzelin karşıtı çirkin, çelişiği ise güzel olmayandır. Genelde çelişiklik meselesi karıştırılır. Şöyle düşünelim; güzel olmayan kavramı ne derecede çirkin demektir. Kulağınıza tam karşıtı veya zıttı gibi görünmez. Bir şeyin olumsuzu tamamen zıttı vermemektedir. Sadece güzel olmadığının ifadesidir. Yani siyah ile beyaz, güzel ile çirkin gibi kesin karşıtlık bildiren anlamlar değildirler. Olumsuzluk sadece bir şeyin “değildir” tam zıddını ifade etmemektedir. (Göstergebilimin ABC’si, s.80)
Dikkat edilirse sembolden ziyade Gülün Adı eserinde göstergelerin bulunmasının sebebi şöyle açıklanabilir; örneğin bir sorgucunun tam zıttı engizisyon yargıcıdır. Fakat bu sorgucu olmayanın engizisyon yargıcı olduğunu göstermez. Elimizde sorgucu, yargıç, bilim, kitap gibi göstergelerin olmasını kısaca tanımlayalım; yargıç bağnazlığın karşılığıdır. Sorgucu özgür düşüncenin karşılığıdır. Bilim ilericiliğin karşılığıdır. Kitap bir geçidin karşılığıdır. (eserde kitap bencillik ile ilerici olmanın anahtarı görevindedir.) Görüyoruz ki tanıdık bağdaştırmalar olduğu gibi tanıdık gelmeyen bağdaşmalar da vardır. Dolayısıyla biz bu durumda tam da yukarıdaki alıntı gibi bir karşılık almaktayız. Bu gibi kavramların nelere karşılık geldiğini anlamak aslında bir spor gibidir. Bu sporun branşını Göstergebilim olarak kabul edersek, ne kadar egzersiz yaparsak o kadar arka plandaki metnin ne dediğini duyabiliriz.
Peki Umberto Eco, Gülün Adı’nı yazarken Göstergebilime uygun olması için çabalamış mı? Açıkçası bunu bilemeyiz. Ayrıca bunun pek bir önemi de yoktur. Çünkü ayrıntıcı bir tavırla yazılan her eserde yoğun ölçüde gösterge malzemesi çıkmaktadır. Bu bir ölçüt müdür? Hayır. Bu bir romanı roman yapan şey olmasa da -ki roman yapan şey tek bir madde olamaz- romanın anlam katmanını masaya serip rahatlıkla incelemek için bir araçtır. Cinayetlerin işlenişinden Fransiskenler ile Minoritlerin tartışmalarından ve farklı tarikatlardaki rahiplerin tavırlarından bile göstergeler çıkarmak mümkündür. Dolayısıyla bu yazıda sadece bir kesit sunmak amaçlanmıştır.
Son Olarak; Eserde Bilgi ile Kütüphane İlişkisi
Belki de en çarpıcı olarak görülebilecek bir kurgu; bilgi şehvetini yaşayan Orta Çağ rahiplerinin girdiği mücadelelerdir. Bugün kütüphaneyi bilginin üretildiği, mevcut olan bilginin ise yayılması adına toplandığı mekanlar olarak görmekteyiz. Bu durum çok farklı bir hale bürünmüş şekilde, Orta Çağ’ın ilmi kitap severlik ile ilmi kitap düşmanlığının yoğunluğu arasında kurgulanmıştır. Dinin tabiatı gereği dogmatik tavrını iliklerimize kadar işleyen roman, zararlı görülen bilginin yayılmaması uğruna girilen mücadelelerde kütüphane, gizli hazine adasından başka bir görev üstlenmemektedir. Lakin bugünün popülerlik, para, şatafat gibi olumsuz değerleri bir yana, bugüne değin korunmuş olan bencillik ise Orta Çağ rahiplerinde bile gözükmektedir. Halka nazaran kitap ve bilgiyi elinde tutan kilisenin, bilimi de istediği gibi yönetmeye çalıştığını görmek mümkündür. Merak ile yıkanmış insanoğlunu zincirde tutmanın mümkün olmayacağı gibi, kilise kendi adamlarını bile bu bilgi merakından sakınamamıştır. Dolayısıyla Gülün Adı eserinde Kütüphane bilginin saklandığı yer olmaktan öteye gidemeyecek durumda kalmışsa da ilerici insanlar için çok önemli bir ilim aracı olmaya devam etmiş ve edecektir mesajını da vermekten geri durmamaktadır.
Yazan: Çağrı Aytaç
İlk yorum yapan siz olun