Hasan’la bizi buluşturan ilk romanı oldu. Hiyerofant, Hasan Hayyam’ın yayımlanan ilk romanı, ama yazdığı üçüncü dosya. Ve benim bu romanla, yazarının tahmininden daha çok anım var ya da birikecek. Kitap adıyla, kapağıyla ayrı ayrı ilgi çekiyor. Sayfaları çevirmeye başladığınızda anlıyorsunuz ki, asıl ilginç olan akışı. Çünkü hikâye sondan başlıyor ve okuru her şeyin nasıl başladığına dair bir bilmeceye sürüklüyor. Bu romanı okurken başka bir şey düşünme lüksünüz yok. Gözünüzü, kulağınızı ve en önemlisi algınızı dört açmalısınız. Zaman diye bir kavram yok ya da belki de düşündüğümüzden çok. Çünkü zaman burada, gerçekte de olduğu gibi tecrübe ettiğimizin aksine doğrusal akmıyor. Yeterince kafanızı karıştırdıysam söyleşimize geçebiliriz.
Keyifli okumalar…
BENİ ETKİLEYEN BİR KİTAP OKUDUĞUMDAKİ İLK HİSSİM KISKANÇLIK OLURDU
– Hasan merhaba! Seninle aramızda güzel bir arkadaşlık başladı. Bu soruyu sormak onun için daha çok heyecan veriyor. Ulaşılanın dışında, kalemiyle, duygu ve düşünceleriyle kendi gözünden Hasan Hayyam kimdir, anlatır mısın?
Merhaba Damla. Çok teşekkür ederim. Sen kimsin sorusu benim için hep zor bir soru olmuştur. Cevabından dolayı değil ama soruyu cevaplamak için kendimden bahsetmem gerektiği için. Sanırım bu zorluğu ömrüm vefa ettikçe de yaşayacağım. Ulaşılanın dışında dedin. Dolayısıyla doğum, yer, yurt, eğitim ve aileyi dışarıda bırakarak cevap vereceksem en kestirmeden şunu söyleyebilirim: Merak eden biriyim. Büyük sorular soran, meseleleri ele alırken de içine doğduğumuz zamanların sadakatlerinin dışına çıkarak düşünmeye çalışan biriyim. Enis Batur’un o meşhur ifadesinde olduğu gibi, kendi ördek tüylerime sahip ve bunlarla uğraşabildiğim sürece mutlu olan biriyim.
– Hayyam adının da bir hikâyesi var mı?
Ailemin isimlerle ilişkisi başlı başına bir hikâye. Dedemin adı Müştak. Bir de İsmail diye bir ismi var ama onu hiç kullanmamış. Hayatı boyunca da Nezihe’sine adı gibi aşık olarak yaşadı. Öyle o kuşağın genelde yaptığı gibi sevgi sözcüklerinde de hiç cimri değillerdi. Anneannemle sürekli bir meşk halindelerdi.
Bir başka hikâye babamın adı. Hasan dedem Faruk koymuş, ama babaannem pek tutmamış bu ismi ve oğluna Sinan demiş. Vefat edene kadar da Faruk demedi. Nüfusta sadece Faruk yazıyor ama. Neticede babamı çoğunluk Sinan olarak bilir. Hatta babaannemin bu ısrarı o derece etkili oldu ki yeğenimin adı da Sinan oldu.
– Gerçekten de isimlerle ilgili hikâyeler ne çokmuş…
Bunun gibi daha çok hikâye var. Rüyada Jül Sezar görüldüğü için doğacak oğlana Sezar ismini vermeye çalışmalar, herkesin aile içinde kullanılan bir kısaltmasının olması… Hayyam da bu hikâye silsilesindeki bir başka bölüm. Ailemde isimleri çok ciddiye alma ve onları verildiği gibi kabul etmemeyle ilgili bir tavır var herhalde.
– Biyografinde altı yaşında dedenin oynaman için verdiği sarı saman kâğıtlara hayali mektuplar yazmaya başladığın yazıyor. Ve o günden beri hayal kurmayı sürdürdüğün. Nasıl geçti bu süreç, yazar olmaya nasıl karar verdin, biraz anlatsana. Hayalperest misin?
Bu bir karardan daha çok bir histi. Arkadaşlarım vardı tabii çocukken ama her daim onlarla oynamak için çıldırmazdım. Büyük bir kütüphanemiz vardı evde. Anlamasam da o kütüphanede kitaplarla vakit geçirmeyi daha çok severdim. Sonra AnaBritannica vardı. Yaşı yetmeyenler için söyleyeyim, ansiklopedi. Gazete bayilerinden fasikül fasikül alınırdı. Bir cilt tamamlanınca da yine bayiden alınan sert kapakla ciltçiye gidilir, birleştirilirdi. Babamın ya da annemin o fasikülleri eve getirdiği günler benim için küçük bayram vakitleriydi. Daha sonraları klasiklerin içine düştüğümde bu hissin bir başka tezahürüyle tanıştım. İyi ya da kötü değil de beni etkileyen bir kitap okuduğumdaki ilk hissim kıskançlık olurdu. Bunu keşke ben yazsaymışım diye deşifre edebileceğim bir ergen hadsizliği. Ama sanırım yazmak biraz da bu. Bir had kabul edememe hâli ve de bunun doğal sonucu olarak kendi hududunu çizme çabası. Tutulan güncelerin sonu gelmeyince, kurulan hayaller gece uyutmayıp günden vakit çaldıkça da bu his eyleme, hikâyeler uydurmaya evirildi.
– Yazma rutinin var mı? Yazarken masa başında nasıl bir Hasan var?
Var ama bu, “Gece 3’te kalkarım, yazmadan önce 15 dakika su altında nefesimi tutarım,” gibi beden terbiyesine yönelik şeyler değil. Aynı zamanda yazabilmek için çok detaylı tasarlanmış mekanlara ihtiyaç duymanın “yazma kasımız” için bir zafiyet yarattığını düşünürüm. Bu sebeple benim rutinlerim değişkenlik gösterebilir, ama hepsinin tek bir amacı vardır: Yazmaktaki temel motivasyonum olan keyif unsurunu sürdürülebilir kılmak. Güncelerimi daktiloda yazarım mesela. Çok sevdiğim LC Smith Corona marka büro tipi bir daktilom var. 1947 model. Müthiş bir sesi var. Onu çalmak için her gün vakit ayırırım. Üzerinde çalıştığım kurgu için tuttuğum notları çalakalem sağa sola değil de özenli bir el yazısıyla küçük defterlere yazmaya gayret ederim. Kurgularım için ise insanların arasında, bir kafede ya da hatta bir barda çalışmak ayrı bir keyif verir. Kısacası rutinlerimi, bir performans arttırma aracı olmaktan çıkarıp yazma neşesi ile ilişkilendirerek tasarlamaya özen gösteririm.
ZAMANI SADECE DOĞRUSAL BİR ŞEKİLDE TECRÜBE EDEBİLİYORUZ VE BU, BİZİM İÇİN BİR PROBLEM
– Hiyerofant yazdığın değil ama yayımlanan ilk romanın. Bize yazılma hikâyesini anlatır mısın? Bu hikâye seni nasıl buldu?
Neil Gaiman’ın Sandman’deki bir hikâyesini çok kıskanmıştım ve sanırım Hiyerofant’ın tohumu da zihnime ilk olarak o vakitlerde düşmüştü. Ama tabii tohum, ki tohum dediğim benim için her zaman kallavi bir soru olur, toprak olmayınca hiçbir işe yaramaz. Bu sebeple sadece hikâyelerin yazanı bulduğunu değil, aynı zamanda anlatıcıların da o hikâyeleri hep içlerinde taşıdıklarını düşünürüm. Bu durumu şu soruyla daha iyi ifade edebilirim galiba: Bir yazar onca hikâye arasından neden anlattığı hikâyeyi seçiyor, tercih ediyor?
– Bir sohbetimiz sırasında Hiyerofant’ın şans eseri ilk roman olduğundan bahsetmiştin. Onu anlatır mısın? Hayatta her şeyin bir zamanı olduğu üzerine düşüncelerin neler?
Önceki soruda belirttiğin gibi, Hiyerofant yayımlanan ilk romanım, ama tamamladığım üçüncü dosya. Yıllarca ana teması 7 ölümcül günah olan bir Beyoğlu hikâyesi üzerine çalışmıştım. Sonra da hayatımda çok önemli bir yere sahip olan mahallem ve Yeni Çarşı Caddesi hakkında bir başka dosya tamamladım. Bu iki dosya ile dolaşırken, şimdiki sevgili editörüm Şebnem’le bir toplantı şansı yakalamıştım. İşte o toplantıya da sonrasında bir yerde oturur üzerinden geçerim diye Hiyerofant’ın yazdığım ilk bölümlerini yanımda götürmüştüm. Toplantı biterken de Şebnem “Elindekiler nedir?” diye sormuş, açıklayınca da “Onları da bırak istersen,” demişti. Sonra kendimi burada, senin karşında buldum ☺
– Ne güzel bir yolculuk… Roman önce ismiyle ilgi çekiyor Hasan. Peki, Hiyerofant senin için neyi ifade ediyor?
Zamanın aman bilmezliği karşısında, insanın cebinde taşıdığı tek numara. Kısa ve net olarak bendeki karşılığı bu.
– Kurgusunun ve adının yanında akışı da çok ilginç bir roman Hiyerofant. Tüm hikâye sondan başa akıyor ve okuru da bir oyuna davet ediyorsun: “Bakalım her şeyin nasıl başladığını anlayabilecek misiniz?” Şimdi burada iki sorum var: İlki, tabii ki böyle bir akışı kurgulamaya nasıl karar verdiğin, ikincisi de aldığın tepkiler. Her şeyin nasıl başladığını anlayan okurlarından geri dönüş aldın mı?
3 boyutlu evrende var olan canlılar olarak zamanı sadece doğrusal bir şekilde tecrübe edebiliyoruz ve bu, bizim için bir problem. Daha doğrusu ölümle ilgili sorunumuzu ortaya çıkaran yapı bu. Mircea Eliade “Dinler Tarihine Giriş” kitabında insanın bu sorunla mücadele yöntemiyle ilgili bir tespitte bulunur. Zamanımızı kutsal olan ve olmayan diye ikiye ayırma çabamızdan bahseder. Kutsal zaman, bizim bu mutlak bitişe akan tükenişten, zamanın kurtarmaya çalıştığımız kısmıdır. Bireysel yaşantımızda doğum günleri, evlilik yıldönümleri, vefat etmiş aile büyüklerinin anmaları, mezuniyetler, şirketlerdeki 5,10,15. yıl plaketleri toplumsal hayatımızda da bayramlar, yılbaşı ve 14 Şubat gibi özel günler işte hep bu kutsal zamana dahildir. Peki, bu kutsal zaman ne işe yarar? Bireysel veya toplumsal olarak deneyimlediğimiz o ilk tecrübelerin tekrar yaşatılarak zamanın dikiz aynasında kaybolmasının önüne geçmek. Bir anlamda ölmelerini engellemek.
– Örnekler misin? Sen akışı böyle mi kurguladın?
Misal, artık gazı kaçmış ve yorulmuş ilişkilerimizi yıldönümlerinde canlandırma çabamız… İlk tanışma zamanlarının heyecanını anımsamak ve o heyecanı tekrar deneyimlemeye çalışmak içindir. Kişisel olarak doğum günlerimiz, homo sapiensler olarak yılbaşları… Aslında çok şükür bu sene de ölmedik kutlamaları şeklinde okunabilir.
Akışı kurarken ben de zamanın bu farklı biçimlerini ele almaya çalıştım. Doğrusal olarak giden bir akışın yanında döngüsel mi yoksa tamamen donmuş bir anın içindeki sonsuzluk mu olduğu pek belli olmayan bir akamayış… Fakat bunları kelime kelime anlatarak laf kalabalığına ya da nutuk çeken tipler basitliğine düşmekten de çekindiğim için, kurgunun biçimi üzerine hatırı sayılır bir mesai harcadım.
– Genel anlamda geri dönüşler nasıl?
Geri dönüşler olumlu. Birkaç defa okunabilecek bir roman olduğu söyleniyor genelde ki bu da beni çok mutlu ediyor.
AŞİYAN’IN YERİ ÇOK DAHA MÜSTESNADIR BENDE, ÇÜNKÜ AŞİYAN TÜRKÇE KONUŞUR
– Ruşen nasıl bir karakter Hasan? Onunla nerede, ne zaman, nasıl tanıştın, merak ediyorum doğrusu.
Ruşen aslında ölememe özelliği haricinde çoğumuz gibi yaşadığı devrin insanı. Fakat problemi, devirlerin Ruşen’in sıra dışı yaşam süresi boyunca çokça değişmesi. 1860’larda bir romantik, 1890’larda açgözlü bir tüccar, I. Cihan Harbi’nde bir asker, 1920’ler Berlin’inde bir hedonist, 1930’larda da bir Nazi… Hayatındaki savrulmalar aslında insanlığın savrulmaları ile paralel. Hepimiz gibi de aslında tek bir sorunun cevabını alıyor: “Bu benim başıma neden geldi?” Başına gelen şey ise hepimizinkiyle aynı; var olmak. Bu açıdan kendisiyle bir yerde ya da anda tanışmadım. Ezel evvel tanıdığım biriydi.
– Aşiyan’ın sendeki ve romandaki yerinden de söz eder misin?
Mezarlıkların ortak özellikleri sessizlikleri diye düşünürüm. Hatta Galata Mevlevihanesi’ndeki küçük mezarlığın girişinde “Hamuşan” yazar; “Sessizlerin Yeri” demek. Ölmek susmaktır aynı zamanda. Bu kurala istisna olan birkaç yer var. En ünlüsü Paris’teki Pere Lachaise Mezarlığı. Oscar Wilde, Maria Callas, Jim Morrison, Edith Piaf, Chopin, Rossini, Balzac, Moliere, Gertrude Stein ve bizden Ahmet Kaya ile Yılmaz Güney… Burada gömülü olan isimlerden sadece birkaçı. Pere Lachaise’i gezdiğim ilk seferde aklımda beliren kelime “geveze” olmuştu. Diğer mezarlıkların aksine bu kadar çok konuşan bir mezarlıkla sadece Aşiyan’da karşılaşmıştım. Ama tabii ki Aşiyan’ın yeri çok daha müstesnadır bende. Çünkü Aşiyan Türkçe konuşur. Hem de bütün o şairlerden ve musikişinaslardan olsa gerek Türkçe’nin en latif halini konuşur. Romandaki yeri de aslında bu özelliği ile ilintili. Biz yaşayanlara bir şeyler anlatmaya çalışması ve hâlâ konuşması.
– İnsanın var oluşunu ve yaşamı nasıl değerlendiriyorsun? Bu konuda ne düşünüyorsun?
Zor soru. Bir tarafım ne bileyim ben yaşıyoruz işte, diye cevap vermek istiyor. Sanırım o tarafımdan olsa gerek, biraz Dr. Manhattan gibi düşünüyorum bu konuda. Watchmen’de, Alan Moore onun ağzından şöyle der: “Yaşam fazlaca abartılmış bir olgudur.” Muhtemelen insanın kendi önemliliği ya da bir başka ifadeyle egosu sebebiyle nasıl bir yaygara kopardığına dikkat çekmek istemiş. Belki de yaşama o yaygara ve egodan azade bakabilmeyi başarabilirsek, onu daha sağlıklı bir şekilde takdir edebiliriz. Sanırım Seneca’nın ölüm öğrenilmesi gereken bir şeydir, derken kastettiği bu.
– Peki, kendini hikâyenin ne kadar içinde görüyorsun ya da ona hangi mesafeden bakıyorsun? Yanına hemen eklemek isterim, bir yazar sence eserine hangi mesafeden bakmalı?
İleride yazmayı isteyebileceğim şeylerden ötürü rahmetli Erol Taş gibi sokakta taşlanmak istemediğim için, hiç içinde değilim, diye cevap vermek en güvenlisi. Ama hakikat öyle değil. Yazmak bir açıdan da bir öğrenme çabası. Yazarın kendisini, duygularını, eğilimlerini, kısacası başka gerçekliklerde olabileceği tezahürlerini teste tabii tuttuğu bir deneyim. Bu açıdan yazar metni karşısında kadri mutlak bir varlıktır. Hikayedeki yaşam onun içinden doğar, bu da onu hikâyenin her yerinde var eder.
Yazar ne mesafede durmalı… Bu konuda genel bir şey söyleyemem. Her yazarın öznel deneyimi neticede. Sadece şu; bir yazar vakti geldiğinde metniyle vedalaşmayı bilmeli. Benim uygulamaya çalıştığım altın kural bu.
– Romanda kurgularken seni en çok büyüleyen sahne hangisiydi?
Türkan’la Ruşen’in tanıştığı sahne. Çünkü romandaki tüm gerçek üstü öğelere rağmen var olan tek büyü orada.
– Hadi biraz roman üzerine hafızanı zorlayalım. Romanların ilk cümlesi hep çok ilgimi çeker ve Hiyerofant tırnak içindeki şu cümleyle başlıyor: “Bu karanlıkta farklı bir şeyler var. Neredeyse kusursuz… Sanki yıllardır tek bir mum alevi yutmamışçasına aç.” Tabii senin akışında bu son bölüm, o ayrı ☺ Peki, yazdığın ilk cümle neydi, onu hatırlıyor musun? Ya da bu cümleyi yazdığın ve ilk cümlen olmasına karar verdiğin anı?
Yazdığım ilk cümle buydu. Zaten doğru cümleyi ve de isimleri bulmadan yazmaya başlayamıyorum. Bu açıdan ilk cümleler benim için biraz da baraj duvarındaki o ilk çatlak gibidir. Gerisi tufan oluyor…
– Bu sefer kolay sordum bak ☺ Artık bitirmemiz gerekiyor. Peki, şimdi sırada ne var? Neler yapıyorsun?
Çocukluğumdan beri Orta Çağ Akdeniz dünyasına büyük bir ilgi beslemişimdir. Özellikle de 11. yüzyıl. Sadece bizim için değil Avrupa ve Orta Doğu uluslarının da günümüzden bakınca tanınır hâlde şekillendiği bir çağ olduğunu düşünürüm. Bu dönemde geçen bir roman üzerine çalışıyorum. Bunun dışında da hayal kurmaya devam ediyorum…
İlk yorum yapan siz olun