İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hepimiz Gülce’yiz, şimdi sarılmalıyız: Kahraman ve Cellat

Yakından tanıdığın ve böylesine sevdiğin bir yazarın kitabını anlatmak kolay mı yoksa zor mu henüz bilmiyorum. Sanırım yolda öğreneceğim ve yanıtı bende saklı kalacak. Göz pınarlarımda bir damla yaş saklayarak çıktığım yolu birlikte yürüyelim mi?

Şeniz Baş, bugüne dek on iki “çocuk ve ilk gençlik” kitabı yazan, hemen her mecrada yazılarıyla karşımıza çıkan, editör ve yayıncı kimliğiyle de edebiyatımızın pek çok alanında emek harcayan yazarlarından. Kahraman ve Cellat ise ilk yetişkin romanı. Kapağa bakar bakmaz gerçek bir hikâye sizi çoktan içine çekiyor. Badem Kocalar’ın sihirli ellerinin katkısı büyük elbet. İthaki Türkçe’de bizimle buluşan, her bölümün bir başka şarkıya açıldığı Kahraman ve Cellat, Şeniz’in şu selamıyla başlıyor:

“Hikâyelere ve kadınlara şükranlarımla…”

Şeniz Baş

Dikkat! Bu inceleme yazısı “spoiler” içerir.

Hepimiz içimizdeki Gülce’yle sımsıkı sarılmadan kapatmayacağız bu kitabı. Böyle söyleyince de sondan başlamış gibi oldum ama yol bu, kendini bulur. Hem bu işin cinsiyeti yok, çünkü hepimizin içinde bir Gülce var. Bazılarımız çok daha güçlü, o kadar. Çocukluğunu erkenden bir portmantoya asıp hayata karışıyor. Bir yandan da konu şu ki ebeveynlerimiz de birer çocuk ve çocuklukları aynı portmantoda asılı. Ev birden her bir üyeyle genişliyor ve her birimiz aslında evimiz neresi, bilmiyoruz. Bir yere ait olmak için yollar boyu yürüyor, kalbimizden köklenen çınar ağaçlarının dallarına çaputlar bağlıyoruz. Evet, oldukça geniş, aile boyu bir portmanto bu; en maharetli marangozun ellerinden çıkmış. Ömür dediğin en sevdiğimizin kahramanımız mı yoksa celladımız mı olduğunu sorgulamakla geçiyor. Bu hikâyede alıntılamak istediğim ve ödümün koptuğu çok cümle var. Evet, doğru tanım bu: “Ödümüm koptuğu” Çünkü yaşamın ta kendisini yansıtan bir hikâyeye kayıtsız kalabilmek öyle mümkün değil; hele bir de o hikâye aile denen soluksuz zincire aitse. Bizi tüm korkularımızla bir anda öylece yüzleştiriveriyorsa…

“Sonra gidip yatağın altındaki annemin yanına kıvrılıyorum. Bir daha çocuk olamayacağımdan korkuyorum.” (Sayfa 100)

Bir gün düzelecek umudunu hep diri tutan çocuklar olarak büyüyor ve sonra yine her şeyin yoluna gireceğine inanan yetişkinlere dönüşüyoruz. Bazılarımız çok erken büyüyoruz. Bazılarımızsa çocuk davranışlara bir ömür sığınıyoruz. Biyolojik yaşımız ilerlerken ruhumuzun kırgınlıkları aynı kalıyor. Onlar da bir sonraki günü yaşayabilme hevesini, umut ederek buluyor. Kahraman ve Cellat’ın merkezinde acı var, böyle sinsi sinsi yoklayan gerçek bir acı. İnsana, aileyi diğer başka tüm gerçekliklerden tek nefeste ayırmayı öğreten kabullenilmiş bir acı bu. Ailenle bağını kalple kurduğundan, sokağının köşesini dönmeye yetmeyen gücünü her seferinde yüzüne fütursuzca vuran kendini beğenmiş bir acı. Aklın hiç uğramadığı bir lunapark buluşması. Gülce’nin altı yaşından otuzlu yaşlarının başına dek anne ve babası üzerinden anlattığı ailesinde, kahramanı da celladı da aynı kişi. Kardeşleri Cem ve Deren ile ona hem tutkunlar hem öfkeli. Bir yandan soluksuz bir öfkeye esirler bir yandan işte lunaparkta çarpışan arabalardaki o çocuklar; bir yandan arabaların çarpışmasına anlam veremiyorlar bir yandan da eğlenmekten vazgeçemiyorlar. Bu öylesine tanıdık bir his ki! Sonrası hep benzer sorular: Ne zaman kahraman ne zaman cellat; denge nasıl kuruluyor? İnsan yaşadıklarını aslında hep tam bir teslimiyette en başından kabullendiğini, yolun ortasına geldiğinde nasıl fark ediyor? Dahası bu bizi nasıl delirtmiyor? Bu sonsuz bir yaşama sevinci mi, yoksa öğrenilmiş çaresizlik mi?

“Normal bir aile diyebilirsiniz dışarıdan bakınca ama sadece dışarıdan bakınca. Biraz yakınlaşırsanız herkesin üzerindeki üstü örtülmeye çalışılan panik ve gerginlik kendini belli eder o kartal gözlerinize. Böyle ailelere dışarıdan bakmak iyidir, keyfini çıkarın!” (Sayfa 135)

Bazı zamanlar dışarıdan nasıl göründüğümüzü, insanların hakkımızda ne düşündüğünü merak ederiz. Oysa şükürler olsun ki çoğu zaman sadece dışarıdan göründüğümüz kadarızdır. Bizim toplumumuzda aileye bakmak, onu olduğu gibi görmek zordur. Çünkü kutsaldır. Peki, kadınlar ve çocuklar bu yükü taşımasaydı kutsallık nasıl bir boyut kazanırdı? Soru sormanın yanıt bulmaktan daha doğru olduğuna inanırım hep. Çünkü soru sormak iyidir, yüksek sesle verilemeyen yanıtların kuzeyine çevirir insanın kuma gömmek üzere olduğu kafasını. Oysa yanıt bazen üst kat komşundan gelen sestir ve kulakları sağır eden çığlıklarla dönersin yüzünü gerçeklerden. Çünkü aile arasına girilmez. Hem kahraman hem cellat olmayı aynı anda başaran Gülce’nin babası Tahsin de, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla, işte bu ailenin en büyük gerçeği. Akşam 9’a kadar gelmediyse gelmesin diye dua edilen babası. Buna rağmen Gülce’nin çocuk kalbine yerleşmiş, hep o “Ya dönmezse!” korkusu. Karısının kalbine yara, çocuklarının gözüne hep bir tedirginlik, bir korku olarak yerleşen, yaralarından büyüyüp yaralar açan bir toplumsal kabul. Gülce’nin en başında “Benim babam bir alkolik,” diye açtığı bu hikâyenin kederini taşırıp çocuklarına kader eden karakteri Tahsin. Hikâye boyunca hem ona kızıyor hem onu çok yakından tanıyor ve bir de onun için üzülüyoruz.

“Bir anda babamı bir çocuk olarak görüyorum: Evde tek başına bir çocuk. Kimsenin ilgilenmediği, kendi kendine düşünen, çantasını hazırlayan, derslerini yapan, kimseyle konuşmayan bir çocuk. Çok üzülüyorum ona. Annem yalnız başına yatılı okulda, babam yalnız başına yaşlı bir anne babayla bir evde, o yüzden kalabalığı ve bizi kaldıramıyorlar diye düşünüyorum. Biraz daha sessiz olsak her şey düzelir mi? Ama daha ne kadar susabilirim bilmiyorum.” (Sayfa 107)

Hikâyenin izlerine bir ara verip dilinden de söz etmek isterim. Şeniz, böylesine sancılı bir hikâyede yılların su gibi akışını izletirken, bizi bir acı denizinde boğmuyor. Nefis bir dengesi var. Yaşanılanı, tüm gerçekliği ve sadeliğiyle, kahramanlarına ait olduğu hâliyle kabullendiriyor. Evet, en başında sözünü ettiğim o gözyaşı, pınarlarımızda bekliyor ama sicim gibi akmıyor. Elbette akabilirdi de. Sadece bu bir hikâyenin yolculuğuna dahil olurken ne kadar ya da ne boyutta gerekli, onu bilmiyorum. Hayatın akışında olduğu gibi bir kabulde, her şey çok daha anlamlı. Gülce, hikâyesini anlatmaya başladığında altı yaşında. O aslında geçmişini hatırlayan, otuzlarının başında bir genç kadın ve yıllara yaydığı hikâyesini o zamanların duyguları ve sesiyle anlatıyor. Birden kendimi kaptırıp ne çok şey anlattım ama Gülce’den hiç söz etmedim. Aslında o kendini şöyle özetliyor: “Kitaplarım ve hayallerim bana yetiyor.” (Sayfa 28) Gülce, insanlarla konuşmak zorunda olmayı sevmeyen, verdiği sözleri tutma konusunda saplantılı bir çocuk ve büyürken tek sığınağı hayalleri ve kitapları. Evinde yaşadıkları onu düz bir çizgi üzerinde yürütmüyor belki ama o, bir avukat olmayı başarıyor; her şeye rağmen.

“Öyle büyük engellerim yoktu, sadece önemli buluyordum okula gitmeyi. Büyümek yolunda aşılması gereken bir engeldi, geçmem gerekliydi.” (Sayfa 28)

Anlatımda ilgimi çeken bir başka konu da konuşulmayan, bir şekilde hep kapanan konular oldu. Şöyle diyor bir yerde Gülce:

“Konu yine kapanıyor, kapanan konular ustasıyız.” (Sayfa 81)

Hangimiz değiliz ki, diyorum kendi kendime. Sizi bilmem ama benim büyüdüğüm yerde pek konuşulmazdı. Bundan hep söz ederim. Üzerine en çok düşündüğüm konudur. Sevgi dolu sözcükler zaten hep suskundur da bir de ah o üzeri kapatılan konular… Kavgası yapılır ya da yapılmaz ama muhakkak kapanır. Bu coğrafyanın kader oluşuna bağlı bir konu mu bilmiyorum ama ben gözlemlemeye çok erken başladım. Tıpkı Gülce gibi…

 “Yine konu kapandı. Kapılar kapanıyor, konular kapanıyor, her şeyin üstü kapanıyor bu evde. Gündüzler gece olanların üstünü kapatıyor, yalanlar gerçeklerin üstünü. Ben bir yalan söylemişim, oysa siz hep yalan söylüyorsunuz. Herkese, bana, Cem’e, komşulara, akrabalara, hatta birbirinize.”(Sayfa 88)

***

“Sonra gelip bana sarılıyor, saçlarımdan öpüyor. Çok az sarılır bana, ya ev işleriyle uğraşır ya da kardeşimle ilgilenir. Akşamları yorgun değilse kitap okur. Cem’e bakmam için talimat verir, yemek yemem için peşimden dolaşır, yıkar, giydirir. Elbiselerim hep pırıl pırıldır. İsmet Teyze, kızına derken duymuştum: ‘Çocuklara pırıl pırıl bakıyor. Bir kere mi pis olmaz, bir kere mi leke olmaz. Olmuyor işte. Gencecik kadın, tek başına iki çocukla helal olsun. Benim diyen kadın eline su dökemez.’ Ama elbiselerimle geçirdiği zamanı benimle geçirmez. O yüzden annem çamaşır yıkamazsa benimle oynar, belki daha az yorgun ve daha az sinirli olur diye çok kıyafet değiştirmiyorum.” (Sayfa 21)

“Annem elbiselerimle geçirdiği zamanı benimle geçirmiyor.” Kulağımda çınlayan Gülce’nin sesi benimkine, şimdi belki seninkine karışıyor. Anneyle yaşananlar mı daha travmatik yoksa babayla yaşananlar mı, bilemiyorum. Bu, anneni mi daha çok seviyorsun, yoksa babanı mı sorusundan farksız. Anlamsız. Sadece şunu biliyorum ki bu cümle bir çocuğun boğazında yumru olur; onun hiç büyümeyen yanı olur. Gülce, babasının ailesine yaşattıklarını anlatırken zamanla kendilerinin de nasıl kimselere dönüştüklerini anlatıyor aslında. Annesi de toplumun hemen her evindeki anne gibi alıyor payını bu hikâyeden. Giderek gülmeyi unutan, acısını sağaltmanın yolunu kafasını bir şeye takmakta bulan, böylece dünyayı kurtaracağına inanan, insanlarla boğuşan Nermin oluveriyor…

“Ben sizi duyuyorum demek istiyorum ama faydası olmayacağından kapının ağzındaki varlığımın fark edilmemesini diliyorum.” (Sayfa 85)

Toplumun aile için seçtiği rollerde en ağır payı hep çocuklar alıyor ve bu evreden kurtuluş yok. Çocuğun payına hep “orada olmamak” düşüyor. Ondan önce söylenmiş sözlere inanmak zorunda olmakla aslında karşı çıkabileceği arasında yıllar geçip giderken, Gülce gibi kapının ağzında fark edilmemeyi diliyoruz hepimiz. Çocuklar orada değilmiş gibi söylenen sözlerin kırmızı balonları uçamıyor çünkü.

Şeniz Baş

“İçimden hüngür hüngür ağlamak geliyor ama kendimi tutuyorum. Hiçbir şeye mutlu olamadığımız bir hayat. Her sevinç ve neşeden suçluluk duyduğumuz bir hayat. Gitsek bile aklımızın evde kaldığı bir hayat.” (Sayfa 123)

Son zamanlarda en çok mutluluk üzerine düşünüyorum. Dolayısıyla kitaptan alıntılarla ilerlediğim bu yolculukta beni en çeken sözcüklerden biri de mutluluk oldu. Her bir sayfada, Şeniz’in her bir bölüme belirlediği şarkıda mutlu anlara niyetlenirken buluyorsunuz kendinizi. Sonu yine hep aynı yere varıyor düşüncelerimin; evet, bu gitsek bile aklımızın evde kaldığı bir hayat ve öyleyse mutluluk da benim içimde. Onu bulup ortaya çıkarmalı ve kullanmalıyım; tabii istersem. Nihayetinde mutsuzluk da sonsuza dek sürmüyor. İnsan, bazen insan olmanın keyfini de sürebiliyor. Gülce’nin bir de şöyle bir fikri var aslında:

“Yılları kısaltmanın bir yolu yok mudur acaba?  Madem en uzun gece ve en kısa gündüz oluyor, en uzun yıl ve en kısa yıl da olmalı. Sevdiğimiz yıllar uzun, bizi üzen yıllar ise kısa olsun. Olmaz mı?”(Sayfa93)

Günlerce gecelerce konuşabilirim Gülce’yle, size ondan bahsedebilirim ama artık sona gelmeliyim. Kahraman ve Cellat son sayfasına geldiğinde şimdiki yaşın, şu ana kadar pınarlarında beklettiğin gözyaşın ve yaşama dair kabullenişin oluyor. Şeniz’in kaleminde Gülce’yle bir hikâyenin sonuna gelirken bir başka başlangıcın kapısını aralıyoruz.

“Baba neden sevilir, öğretilir mi bu bize, kandan mı geçer, sana bunları yaşatan baba neden sevilir, ölecek diye neden korkulur? Üremek basit bir süreçtir, tüm canlılar ürer. Niye bu sürecin sonunda insanlar birbirinin başına kalır, neden birbirini sevdiğini düşünür. Sever mi gerçekten? Başım çatlayacak gibi.” (Sayfa 169)

Bazı sorular hayat boyu yanıtını bulmaz. Aslına bakılırsa tek bir yanıtı olmaz. Tüm yanıtlar zaman ve nereden kaynaklandığını bilmediğimiz sevgiyle lezzetli bir yemek olup akşam sofraya konur. İnsan belki de aile olmayı işte böyle kabullenir. Bu öğrenmek değil kabullenmektir çünkü.

“Hastanedeki ilk günden bu yana beş yıl geçti; kimsenin bir yere gittiği yok, kimse cepheyi bırakmıyor. Herkes çaktırmadan birbirinin yükünü almaya çalışıyor. Kimin gücü neye yeterse artık! Tırnaklarını ben kesiyorum, tıraşını Cem yapıyor. Deren gazetesini alıyor, kanalları ayarlıyor, kitap okuyor. Sırayla tatile gidip ara veriyoruz, sırayla gece bir yerlere gidiyoruz, sırayla nefes alıyoruz. İlk zamanlar evde beş kişi olamazdık, şimdi dışarıda beş kişi olamıyoruz. Ey kader, biçtiğin don bir türlü kıçımıza olmuyor.” (Sayfa 176)

Bir gün öldüğümüzden fotoğrafların haberi olmadığı günler gelecek. Ömrümüz boyunca ne kadar kahramanlık ettik ne kadar cellat olduk, hastane bahçesinden başlayacak önemini yitirmeye. Çünkü biz insanız, insanlar böyle yaparlar. Bir ömür öfkesini büyütür, anlamsız kavgaların pençesinde nefreti bölüşür, sevgisizlikte boğulur, susar ve sonra her şeyi öylece bir anda unutur; Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nde de olduğu gibi, hayat hep başa döner.

Şimdi gecenin çoktan yeni güne döndüğü şu saatte Gülce’yle ayrılma vakti. Çocuk yaşlarımızda buluştuk yeniden, oyunlar kuruyoruz. Madem bu kadar yürüdük, hadi oyunumuza da eşlik edin, birlikte oynayalım:

“Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım Gülce, arkasını dönse…”

Kahraman ve Cellat, İthaki Yayınları, 184 Sayfa

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir