Filistin asıllı yazar Etaf Rum’un “Kadının Sesi Yok”u kaybedilen hayallerin, umutsuz hayatların ve kadınlara “ikinci cins” muamelesi yapan baskıcı bir toplumun dehşete düşüren hikayesi. Rum, Arap-Amerikalı ailelerin geleneklerinin, kültürünün ve toplumsal beklentilerinin hesabını tutarken, iç sesini dinlemeye ve onu takip etmeye cesaret ediyor. Rum o sesi tüm dünyayla paylaşarak kadınların eşitlik mücadelesinde büyük bir hizmette bulunuyor.
İnceleyen: Avşar Ülgen
İster fantastik bir dünya anlatsın, ister distopik bir evrende geçsin, ister günlük yaşamın kurgusal bir halini sunsun; kitabın temel amaçlarından biri okuyucuya bilgi vermektir. Yazar, okuyucunun merakını giderirken, onu tatmin edecek gerçekliklerin yanında, yüzleşmeye hazır olmadığı bilgileri de kabul etmek zorunda bırakır. Gerçekler acıdır. Kitap okuyorsanız bunu kabullenmek de vardır işin ucunda. Etaf Rum’un ilk romanı “Kadının Sesi Yok” Arap-Amerikalı ailelerin geleneklerinin, kültürünün ve toplumsal beklentilerinin hesabını tutarken, aynı zamanda Arap kadınlarının insanı dehşete düşüren gerçekliğini de gözler önüne seriyor.
Etaf Rum, Brooklyn-New York’ta büyürken, avukat olmayı hayal ediyordu. Ancak Filistinli göçmen bir ailenin dokuz çocuğundan en büyüğü olarak, ailesinin ve cemaatinin istediğinin bu olmadığının çabucak farkına vardı. Genç yaşta evlenmesi, çocuk sahibi olması ve kendisinden önceki kadınlar gibi yaşaması bekleniyordu. Dış dünyayla çok az iletişime izin veren bir topluluğun ferdi olarak yaşaması isteniyordu. Hayatı ev içi bir tabloyla sınırlıydı. Rum’un otobiyografik izler taşıyan “Kadının Sesi Yok”unun anlatıcısı “Benim geldiğim yerde sessizlik cinsiyetimden kaynaklı bir durum, tıpkı bir kadının göğsündeki memeler kadar normal, karnında büyüyen sonraki nesil kadar gerekli. Benim geldiğim yerde durumumuzu saklamayı öğrendik. Sessiz kalmayı, sessizliğimizin bizi kurtaracağını öğrendik. Ancak şimdi bu hikayeyi yazarken sesimin çıkmaya başladığını hissediyorum” diyor. Etaf Rum büyüdüğü Brooklyn’deki birbirine sıkı sıkıya bağlı ve çoğu zaman kapalı Filistinli-Amerikan topluluğunda bir kadının varoluşu olarak görülen sessizlik yeminini bozuyor. Rum risklerin de farkında. Kitapla birlikte zaten için için yanan Arap karşıtlığına da benzin döküyor. Ama sussa ‘Kadının sesi’ nasıl çıkacak. Kitabın en sonuna koyduğu ve “Sevgili Okur” diyerek başladığı “Yazarın Notu’nda dediği gibi, “Kadının Sesi Yok’u yazmaya başladığımda, sürekli korkuyordum. Bu hikâyeyi anlatmak cemaatimdeki süregelen inançlara meydan okumak ve sessizlik yeminini bozmak demekti… Görücü usulü evlilik ve aile içi şiddet gibi tartışmalı konulardan uzak durduğum sürece kimsenin beni eleştirmeyeceğini ya da bana hain demeyeceğini biliyordum. Fakat kendime korkudan ötürü sansür uygulamak, kendi dünyamın gerçeklerini yansıtmayan bir hikâyeyle sonuçlanacaktı. Kimseyi üzmemek adına, ayrımcılığı ve sorunları dikkatlice kenara itmiş bir hikâye. Süzgeçten geçirilmiş, güvenli ve tartışmaya kapalı bir hikâye. En önemlisi de sahte bir sese sahip bir hikâye olacaktı.”
“Kadının Sesi Yok”ta üçüncü tekil şahıs anlatıyı kullanan Rum üç farklı zaman içinde aynı aileden üç farklı kadını takip ediyor. Anlatıcı ilk olarak 1990’da 17 yaşında kendisinden 12 yaş büyük Filistinli Adem ile görücü usulüyle evlendirilen İsra ile tanıştırıyor okuyucusunu. Kafasındaki “Binbir Gece Masalları”yla dolu romantik bir aşk yaşayacağını düşündüğü Adem ile Birzeit Filistin’den Adem’in yaşadığı Brooklyn’e taşınıyor. Yazar ikinci olarak 2008’de İsra’nın en büyük kızı 17 yaşındaki Deya’dan bahsediyor. Uzun zaman önce anne ve babasını trafik kazasında kaybeden Deya, üniversiteye gitme hayalleri kursa da babaannesi Feride onu evlendirmek istiyor. Üçüncü kadın ise Feride. Feride’nin ailesi için niyetleri ve sırları ile birlikte 1998’den başlayarak İsra’nın hikayesindeki boşlukları dolduran ve Deya’nın hikayesini açıklamaya yardımcı olan anlatı geliyor. Rum, okuyucuya İsra ve Deya’yı iki zıt kadın karakter olarak sunuyor. İsra itaatkar, sessiz ve uysalken, Deya meydan okuyan, meraklı, açık sözlü ve neredeyse bas bas bağırabilen bir kişiliğe sahip. İsra ve Deya sadece iki önemli özelliği paylaşıyor; üzerlerinde toplanan toplumsal evlilik beklentileri ve kitap sevgileri. Üç kadın içinse ortak tek nokta; topluluklarının onlardan istedikleri evlilik görevi. Annesinin İsra’ya dediği gibi; “Şunu aklından asla çıkarma. Bir kadın için bu hayatta evi ve yuvası dışında hiçbir şey yoktur. Kadın evlenmek ve çocuk doğurmaktan başka işe yaramaz.” Böyle bir toplumda tabii ki en önemli annelik görevi de doğurduğun çocuğun erkek olması gerektiği. Bu evlilik ve annelik durumu bir erkek doğuramayan ve Adem’e 4 kız çocuğu ‘verebilen’ İsra’nın hayatına hükmediyor. Annesinin erkek çocuk isteği üzerine baskı altında kalan Adem ise İsra’yı her yeni doğan çocukla birlikte daha fazla dövmeye başlıyor. Bu doğumlar başarısızlık olarak görülürken, İsra’nın sessizliği daha da derinleşiyor. Kız çocuk doğuramaması ona suçluluk duygusu olarak yansıyor. İsra okuduğu kitaplardaki mutlu sonu hiçbir zaman yaşayamayacağının farkına varıyor. Deya ise Feride’nin ve kız kardeşleri de dahil ailenin geri kalanının kendisinden beklentilerini anlıyor. Ama kabullenmek yerine üniversiteye gitmek istediğini söyleme cesaretini gösteriyor. Deya bir gün evin kapısının önünde bulduğu nottaki verilen adrese gidiyor. Notun sahibinin yanına gittiğinde, her Arap kadınıyla aynı olan kaderini değiştirecek ve ona ihtiyacı olan cevapları verecek soruları Feride’ye sormasını sağlayacak cesareti buluyor.
Rum kitap boyunca iki kavram üzerine araştırmasını temellendiriyor; Sessizlik ve aidiyet. Romanın ilk cümlesinden son cümlesine kadar sessizlik o kadar büyük rol oynuyor ki neredeyse romanda bir karakterin kendisi gibi görünüyor: “Benim geldiğim yerde bu hikâyeleri kendimize saklarız. Başkalarına anlatmak duyulmuş şey değildir, tehlikelidir, büyük bir utançtır.” Rum sessiz kalmayla ilgili tüm sorunları yıkmaya çalışırken, sessiz kalma durumunun sadece kadınlara özel olmadığını erkeklerin de topluluğa boyun eğdiğini baskı ve sorumluluklarının onları ezdiğinin altını çiziyor. Aile içi şiddet ve tacizlerin temelinde yatan şeyin ise bu baskı olduğunu söylüyor.
Deya kendisi ve ailesiyle ilgili şok edici gerçekle birlikte, kendi geleceğini kendi istediği gibi kurmak için Feride’nin karşısına geçebiliyor. Kitap, muhafazakar bir toplumda kadınların ezilmesi, kadınlara duygusal ve fiziksel işkence, namus, aile bağları, ataerkilliğin kadınlar üzerindeki olumsuz etkileri, göçmenlerin sorunları, mücadeleleri ve göçmen yaşamının zorlukları gibi birçok temaya değiniyor. Arap erkeklerinin kadınlara davranışlarının yanı sıra kadınların da kötü standartları bir sonraki nesle nasıl aktardıklarını gösteriyor kitabı boyunca Rum. Rum kendi bu döngüyü kırmak istese de çoğu zaman iğneyi de kendine batırmadan edemiyor. Kadınların hayalleri ve istekleri değil de sadece görev ve sorumlulukları var gibi gözüküyor. “Kadının Sesi Yok”un, biz Ortadoğulular için konuya ne kadar aşina olsak da kolay okunan bir kitap olmadığı ortada. Kasvetli ve karanlık tonları çok fazla. Konunun kendisi, Batılı ya da Doğulu olsun herhangi bir okuyucuyu rahatsız edecek şekilde aktarılıyor.
İsrail’in Filistin topraklarını işgaliyle ortaya çıkan silahlı askerler, kontrol noktalarındaki aşağılanmalar ve mülteci kamplarındaki sefaletle yükselen şiddet mirasına da değiniyor yazar. Filistin’deki şiddet Amerika’da da olsalar kalıcı ve silinmeyen izler bırakıyor herkesin üzerinde. Ama kadınlar erkeklerden farklı olarak işgalle birlikte muhafazakar kültür tarafından iki kez mağdur olmuş oluyor. Rum ‘İkinci Cins’e İsra gibi sessiz ve itaatkar olmayıp Deya gibi sesini çıkarırsa eşitliği sağlamanın temellerini atacağını söylüyor.
İlk yorum yapan siz olun