İnceleme: Elif Nihan Akbaş
Hikâyeler üzerine çok söz söylenmiştir. Hemen hepsi de bir açıdan gerçeğin bir parçasını yansıtır bize. Hatta bilim insanları, insan beyninin dünyayı hikâyeler üzerinden anlamlandırdığına, beynin anlayabilmek için gördüğü hemen her şeyi hikâyeye dönüştürdüğüne dair birtakım iddialar da atmışlardır ortaya. Yine de bu konuda söylenmiş sözler içinde zihnimde en çok yankılananı, Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı kitabında geçen “Hikâyeler bizi kendi kuyumuzdan çıkarır, başkalarının kuyularına atar,” sözü. Tunç’un ifadesi bilimsel iddiaların en zarif destekçisi gibi gelir bana. Kendi kuyumuzu biliriz çünkü, başkalarının kuyularını dışarıdan, yerin üzerinden görürüz.
En nihayet bir hikâye bizi oraya attığında da o kuyuyu içeriden görme imkânını elde ederiz. Hikâyesini öğrendikçe anlarız tanıdığımızı sandığımız insanları. Anladıkça da fikirlerimizin önemi kalmaz, zira kuyunun derinliklerine indiğimiz anda, duygular girer devreye ve birçok temele dayandırdığımız, dipnotlarla süslediğimiz o çok sağlam düşünceler, duygular karşısında bir kimyasala maruz kalmış gibi erimeye başlar. Çünkü farklı farklı vesilelerle olsa da aynı yahut benzer duygulardan geçmiştir zaman zaman bizim yolumuz da. Yahut karşımızdaki insanın yaşadıklarında en derin korkularımızı buluruz. Bazen, kuyular yer altından birbirine bağlanır ve bu tüneli ancak hikâyeler kazabilir. Çünkü anlamanın bir dili varsa, hikâyelerdir bu dil ve alfabesi de duygulardır.
Ece Karaağaç’ın Holden Kitap’tan çıkan ikinci romanı Kökler ve Kanatlar da varlığını herkesin gördüğü ama içini neredeyse hiçbirimizin bilmediği bir kuyunun içine atıyor okuru. O kuyuya ışık tutuyor ama özel bir ışık düzeneğiyle yalnızca belirli yerleri aydınlatıp okura ille de buraya bak baskısı yapmıyor. Hiçbir manipülasyona tevessül etmeden, tertemiz bir anlatımla okura rehberlik ediyor hikâyenin derinliklerine inerken. Tabiri caizse her kafadan bir sesin çıktığı, en keskin, en uç fikirlerin havada uçuştuğu son derece güncel bir konuda, olabildiğince sakin ama gerçeğin yaralarından, acıtan yanlarından da kaçınmadan bir hikâye anlatıyor yalnızca. Ki bu da son dönemlerde kendi adıma eksikliğini en çok duyduğum şey. Herhangi bir fikir yahut duygu dayatmayan; bir düşünceyi kabul ettirmek, birilerini bir şeylere ikna etmek maksadı gütmeyen, bir anlamda yazarın kendini görünmez kıldığı, kapıyı çekip çıkmadan önce hikâyedeki bütün izlerini özenle sildiği, geride yalnızca karakterleri ve onların hikâyesini bıraktığı bir roman.
Taksim’deki bir patlamayla yolları kesişen Afra adındaki mülteci bir çocuk ile bir süredir hayatını koca bir yara olarak yaşayan Ayfer adındaki bir anne arasında filizlenen hikâyenin peşine düşüyor Kökler ve Kanatlar. Afra ve babası Musab üzerinden mülteciliğin bilinmeyen karanlıklarında gezdirirken okuru, “Sonra Afra geldi ve ben onu yaramın üstüne bastım,” diyen Ayfer’in zaman zaman acımasızlık sınırlarında gezinen düşünceleriyle anneliğin, evlatlığın, sevginin ve hayata bir yerinden tutunma çabalarının çalkantılı hallerini gözler önüne seriyor. Dilin akıcılığı ve kurgunun sürükleyiciliği iki yüz sayfayı bir çırpıda okuturken yazarın geniş bir coğrafyaya yayılan mekân kullanımı ve kısa sayılabilecek bir romanda bütün karakterlere çabasızca derinlik kazandırabilmesi, gerçeklikleri konusunda şüpheye yer bırakmaması da dikkat çekiyor.
“Tarih ana haber bültenlerinde, müfredat kitaplarında, öyle siktiriboktan gazete sayfalarında filan yazılmıyor, tarih burada yazılıyor, hafızada. Unutulmaması için de anlatılması gerek,” diyen Ali’nin sesine kulak veren Musab gibi, Ece Karaağaç da bu sese kulak veriyor ve anlaşılması, unutulmaması gerekeni anlatıyor usulca.
İlk yorum yapan siz olun