Yazar Koray Sarıdoğan yakın zamanda çok güzel bir iş gerçekleştirdi: “90’lar Türkiye’sinde Altkültür: Rock, Dergi, Fanzin, Edebiyat” alt başlığıyla yayımlanan araştırma & inceleme kitabı “Yeraltı Kütüphanesi”, Karakarga Yayınları tarafından basıldı. Bugün doksanları genç bir adam, kadın olarak yaşayan da, o yıllarda henüz doğmuş bir çocuk da gözünü doksanlara sık sık çeviriyor. Özellikle 2000’lerin ilk dönemlerine kadar uzanan da bir belleğimiz var. Örneğin, o dönemler faaliyet gösteren, Korsan Yayınevi’nden çıkan “Rock ve Şiddet” kitabı, rock müzik üzerine çıkan dergiler, Beyoğlu’nda filizlenen rock kültürü ve çok daha fazlası. Bunlar, bugünün insanlarının sık sık gözünü çevirip özlediği, imrendiği dönemlere işaret ediyor. Koray’ın bu kitabını ilk duyduğumda ben de o dönemlere uzanmaya çalışan biri olarak çok heyecanlandım. O nedenle kendisini kutluyor, emekleri için teşekkür ediyorum. İlk romanı Kadran Kadraj ile edebiyat dünyasına giren Sarıdoğan eğitimini de Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yaptı. Daha sonra çeşitli yerlerde editör olarak görev yaptı. Şu anda da KalemKahveKlavye’nin genel yayın yönetmeni olarak işlerini sürdürüyor. Hadi konuşalım!
Koray merhaba. Seni bilenler biliyor ama tanımayanlar için de genelce kendinden bahseder misin?
Selam Mert. Editörlüğü ve yazarlığı seçmiş mektepli bir edebiyatçıyım. Genel anlamıyla gizem kurmacaları yazıyorum, anavatanım roman. Bir koldan da arşiv ve araştırma adalarına gidip geliyorum. Yazmadığım zamanlarda başkalarının yazdıklarını geliştirmeye, düzeltmeye çalışıyor ve bununla geçiniyorum. Sadece yayınevlerine değil alanlarımızın kesiştiği firmalara ve yazar adaylarının dosyalarına da geliştirici editörlük çözümleri sunuyorum.
Sakarya Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı alanında yüksek lisans yapmışsın. Tez konunu merak ediyorum.
Ahmet Mithat Efendi’nin on sayı çıkardıktan sonra materyalizmden ve evrim kuramından sadece bahsettiği, yani herhangi bir savunmaya dahi girmediği yazıları nedeniyle kapatılan, kâfir ilan edilen Mithat’ın da sürgününe neden olan Dağarcık dergisinin çeviriyazısını ve tahlilini yapmıştım. Sosyoloji, felsefe ve edebiyata dair önemli bir kaynak ama henüz basmaya tenezzül etmedi hiçbir yayınevi.
Edebiyat camiasına bir yazar olarak girişin Kadran Kadraj ile mi başladı? Ondan önce & sonra neler yapıyordun?
Kadran Kadraj’dan önce KalemKahveKlavye vardı. Kadran Kadraj’ın da, sonraki kitaplarımın da yayımlanması, yazar ve editör olarak yaptığım her şey KalemKahveKlavye’yi kurmam ve orada yaptığım işte ısrarcı olarak kendimi ifade edebilmem sayesinde oldu.
Kadran Kadraj’dan ikinci romanım Kaosun Kalbi’ne dek epey uzun bir zaman var aslında, beş sene… Ben bu süreçte hem sosyal medya editörlüğü hem de sonraları daha ağırlıklı olarak editörlük işlerimi sürdürdüm, yazmaya da elbette devam ettim. Biri tamamen, biri yaklaşık yarıya dek bitmiş iki dosyam vardı bu süreçte, tamamlanmış dosyam geri çevrildi yayınevlerinden. Zamanı değilmiş diye o çabadan vazgeçmiştim ki KalemKahveKlavye’de çözüm ortaklığı yaptığımız sevgili Yazım Kılavuzu ekibi, Portakal Kitap’la bir yerli süper kahraman serisi fikrini konuştuklarını ve beni düşündüklerini söylediler. Bir sinopsis yazdım, karşılıklı anlaştık ve diğer iki dosyadan önce, iki küsur ay gibi bir sürede yazdığım Kaosun Kalbi çıktı. Sonrası Yeraltı Kütüphanesi, ondan sonrası da malum, 2020…
Yeraltı Kütüphanesi konusu itibarıyla sanki pek çok kişinin beklediği bir kitaptı bana göre. Kitabı ne kadarda yazdın, ne tür araştırmalar yaptın?
Kişiler kadar arşivciliğimizin de ihtiyaç duyduğu bir kitaptı. Eksiksiz ve bir yenisine ihtiyaç bırakmayan bir kitap değil elbette ama gerek dünü bugüne ve yarına bağlayan, gerek politik arka planından koparmadan mevzuyu gerçekçi bir yerden anlatan bir kitap olması sebebiyle önemli buluyorum.
Kitap kısa sürede yazıldı çünkü malzeme hazırdı: 2015’te sadece “Türkçedeki rock kitapları”nı araştırmak istemiştim, kitap fikri yoktu. Sahaf ve kütüphane derlemelerini online bibliyografya olarak 3K’da Rock Kütüphanesi sekmesinde yayınlamıştım.
Aradan geçen zamanda araştırmalarım, kişisel okumalarım ile işin içine fanzinler, dergiler, edebiyat da girdi ve bir “Doksanlar Aurası” oluştu. Bahsettiğim hazır malzemeyi kitaba dökmem bir ay kadar sürdü, öncesinde on sekiz günlük askerlik sürecinde kafamda planlamam için çok zamanım olmuştu zaten.
Doksanlar alkültürünün sende nasıl bir yeri var? Sen o dönem neler yapıyordun?
Ben çocuktum abi. 2015’te döndüğüm, büyüdüğüm kasabada, Alanya’nın Mahmutlar kasabasında dayısının getirdiği dergiler ve kasetler sayesinde virüsü kapan ama kısıtlı imkânlardan ötürü bir türlü bol kaynağa, bol kasete ulaşamayan bir çocuktum. Öte yandan ne bulursam ne dinlersem de aklıma öyle kazıyordum ki hiçbir şeyi unutmadım. Son birkaç yılımın anıları karışıktır mesela ama çocukluğu çok net hatırlıyorum.
Bir taraftan da politikanın konuşulduğu, çocukça sorulara da cevap verilen bir ailede olduğum için doksanların sadece o janjanlı kısmını değil, gri, tatsız kısmını da öğrendim büyürken. Bir de tabii, bu müziğin ve kültürün âşığı olmaktan hiç vazgeçmedim. Bunların bir gün kitap haline geleceğini hiç düşünmemiştim ama her durumda beni ben yaptılar.
Hazin pek çok politik olay yaşanmasına rağmen doksanları bir kaybolmuş cennet gibi görme eğilimi de var bugün. Bunun sebebi o dönemin rock kültürü mü sence ya da günümüzün zamansızlığı mı?
Nostalji, dozu fazla alındığında gerçekliğin yitmesine sebep olan potansiyel bir hastalıktır. Ama bu, güzel anıları da unutalım demek değil. Sorunun cevabının bir kısmı, zamanla kötü anıları hatırlamak istemediği için sadece iyileri kalıcı hale getiren zihinle ilgili. Bu, bireysel yaşantılarımızda da böyledir. E bir de Türkiye gibi, belleği zayıf, arşivciliği hem beceremeyen hem de arşiv yapmayı muteber bulmayan bir ülkede, geçmişin kötü kısımları da çabuk siliniyor.
Öte yandan, 2000’ler o kadar kötü ki 90’lara rahmet okutuyor. O yapay, görece özgürlük ortamını, bütün ekonomik manevralara rağmen daha organik, daha insani duyguları barındıran şarkılarını, dizilerini özlüyoruz. Bunu özlemekte, hatırlamakta ayıp bir şey yok; ben de hâlâ o şarkıları dinliyorum, çocuk da ergen de olsam o günlerden bu yaşıma taşıdığım tüm duygularıma o şarkılar, o dönemin ruhu fon yaptı ve yapıyor hâlâ ama başta dediğim gibi, bunu yaparken bize yapılan, dayatılan olumsuzlukları unutursak asıl o zaman hataya düşeriz.
“Bugünün müziğinden ikon, ekol, devrim çıkar mı, onu tartışabiliriz. Ama…”
Yeraltı Kütüphanesi’ni kaç bölüme ayırdın?
Müzik kitapları, dergiler ve fanzinler, edebiyat olmak üzere üç bölüm… Bir de bunlar haricinde işin radyo ayağı var ama bir bütünlük oluşturmadığı, matbuattan ziyade sesle ilgili olduğu için kitaba eklemedim. Ayrıca bir dosya olarak KalemKahveKlavye’de yayınlayabilirim bir gün.
Kitap, içeriği itibarıyla ister istemez politik bir yana da sahip. Mesela 12 Eylül’ün doksanlar altkültürüne etkileri neler sence?
Etkisi doğrudan: 12 Eylül önce herkesi çiğneyip geçiyor, yeterince öğüttükten sonra da asker postalları çıkıp yerine boyalı ayakkabılar geliyor çünkü yeni bir toplum dizaynı amaçlanıyor. Tüketen, eğlenen, sorgulamayan, gazeteden kupon kesen, senetlerle borçlanan, akşam Televole’sini, dizisini izleyip gündüz arabeskini, popunu dinleyip uyuşan bir toplum… İşte doksanlar altkültürü buna itiraz eden, bu tavrı kendine ifade aracı seçmeyi reddedenlerin oluşturduğu bir altkültür.
Gerçekten müzik altmışlarda, yetmişlerde, seksenlerde ve doksanlarda bitti mi? Bunu şunun için soruyorum: Avrupa’daki gitar dergilerine baktığımızda hala ünlü rock müzisyenlerinin yirmili yaşlardaki fotoğraflarını görüyoruz.
Bitmedi… Yaşlanmaya başlayan her kuşağın dünyayı kendisiyle birlikte bitiyor sanması çok acınası… Bu tuzağa hiçbir yaşta düşmem umarım. Türler, zevkler, tavırlar dönüşür, dönüşüyor. O fotoğrafların sebebi bir yanıyla ikonlaşmalarıyla, bir yanıyla da nostalji düşkünlüğüyle ilgili. Biz bugün yeni tarzları sevmiyoruz diye buna “müzik bitti” dersek komik duruma düşeriz. Müzik bitmedi; iyi ve kötü müzik var ve bunun sayısı da yaşayan insan sayısı kadar.
Ha, bugünün müziğinden ikon, ekol, devrim çıkar mı, onu tartışabiliriz. Ama bu çağın bir parlayıp bir sönme arzusunda kıvılcımlanan o müziklerinin de böyle bir beklentisi var mı, onu da sanmıyorum. Elli yıl sonra Slayer’ı, Metallica’yı, Dio’yu yine dinleyecek çocuklar; K-Pop dinleyecekler mi, dinlerlerse şaşırırım ama yine de yargılamam. Kendini yargılatmayan biri olarak neden yargılayayım, manyak mıyım ben?
Yeraltı Kütüphanesi bize ne, neler söylüyor? Bir iletisi de olmalı diye düşünüyorum.
Ben ne kurmaca ne de kurmaca dışı hiçbir kitabımı mesaj vermek için yazmadım. Didaktik olmaktan da olanlardan da nefret ederim. Bir ihtiyaç gördüm, bu kültüre duyduğum bir borç da vardı, onu ödemek istedim kendimce. Gerçekçiliğe sıkı sıkı tutunarak anlattım derdimi, olan bu, bence şu şu sebepten böyle oldu dedim. Okur hangi mesajı almak isterse alabilir ama ben vermedim.
Bugün doksanların çocuklarının nerede, ne yapıyor olduklarına dair bir fikrin var mı?
Bugün edebiyatta, müzik yayıncılığında, müzik yazarlığında, dergicilikte, yayıncılıkta ve hatta müzikte; bir yerde kaliteli bir tavır, bir ürün görüyorsanız, orada ya doksanlardan bu yana üreten ya da o yılların da beslenip dönüştürdüğü mirastan beslenen birileri vardır. O çocuklar burada…
Yeraltı Kütüphanesi ya da farklı bir konu hakkında eklemek istediğin şeyler varsa onları da alarak bitirelim. Çok teşekkür ederim.
Ben çok teşekkür ederim Mert, keyifle cevapladım soruları. Söylemek istediğim şu: Erkeklik öldürür, İstanbul Sözleşmesi Yaşatır.
İlk yorum yapan siz olun