İnceleme: Meltem Deniz Doğan
İthaki Türkçe’nin Suat Derviş Serisi’nin yirminci kitabı olarak yayımlanan Şoför Mustafa, 1963 – 1964 yılları arasında tefrika edildiği göz önünde bulundurulduğunda gerek ele aldığı konular gerekse de anlatım tekniği bakımından oldukça çağdaş bir roman.
Birçok Türk edebiyatı okurunun Fosforlu Cevriye ile olmasa Emine romanıyla tanıyacağı Suat Derviş, Şoför Mustafa’da da döneminde pay biçilmemiş insanların hikâyelerini anlatıyor. Cumhuriyet’le gelişen iki büyük kadın yazar; Halide Edip ve Suat Derviş, her ikisi de edebiyat tarihimize farklı ve önemli noktalardan dokunuyorlar fakat Derviş’in dokunduğu yer biraz daha özel, biraz daha azınlık, biraz daha bireysel kalıyor.
Şoför Mustafa, ancak modern zamanlarda kavuşabildiğimiz tarzda, nevi şahsına münhasır, büyük ukdelerle yola çıkan karakterlerin değil, normal zamanlarda sesine kulak vermeyeceğimiz, hayatın akışı içinde bazen karşılaştığımız fakat belki dönüp bir kere daha bakmaya ne zamanımız olan ne de ihtiyaç duyduğumuz kimseleri anlatıyor. Bu kimselere modern edebiyattan alışkınız. Büyük kahramanlıklar yapan, devleşmiş isimler değiller ve onların, ekmeğin aslanın ağzında olduğu dönemlerde hayatta kalma mücadelelerini de birçok kez dinledik fakat belki de onlara, hiç bu açıdan, tüm sıradan gerçeklikleriyle bakmamıştık.
Romana ismini veren Mustafa karakterini izleyecekmişiz gibi açılıyor hikâye. Eski İstanbul’un, hâlâ az çok benzer nitelikler taşıyan semtlerinde, hâlâ az çok benzerlikler gösteren bir meslekle meşgul olduğunu dinliyoruz. Hayatı nasıl, neleri istiyor, neleri istemiyor, kavgası neyden kaynaklı; bunları öğreniyoruz. Sonra, romanın evirildiği yerde görüyoruz ki bu, ilk bakışta Mustafa’nın hikâyesi gibi görünse de başkahramanımız, Mustafa değil. Suat Derviş’in, artık geride bıraktığımızı düşündüğümüz hikâyelere kattığı yorum -onu çağdaşlaştıran asıl unsur- burada devreye giriyor. Mustafa’yı henüz tanımaya başlarken, birden, diğer karakterleri, kendi bağlamlarında dinlerken buluyoruz kendimizi.
Suat Derviş’in karakterleri, günümüzde rastladığımızda övgüler yağdırdığımız o karakterlere benziyor: Siyah yahut beyaz değiller, gri alanlarda geziyorlar. Hepsinin, bir diğeri için siyah ya da beyaz gözükse de aslını, hikâyenin tüm tarafları dinlendiğinde bulduğumuz anlamları var. Bir tanesi hakkında kesin bir hüküm vermeye kalktığınız anda, diğer köşeden bir başka yargı yetişiyor. Bu kısımlarda yazarın müdahalesini hissediyorsunuz. Yazar sizi, o karakterle ilgili ne düşüneceğinizden, neden böyle düşünmemeniz gerektiğine kadar, her aşamada yönlendiriyor. Aklınıza gelen soruların cevapları bir sonraki cümlede mutlaka veriliyor ve tanıştığınız her karakterin, her davranışının nedeni size sunuluyor. Tüm bunlar bir anlamda, yazarın karakterleri için bahaneler bulması, onlar için savaşması ve onlar adına konuşması demek: Hayal gücünüze, “Yerinde olsam ne yapardım”, demelerinize ve bu süreçten kaynağını alan empatinize yer yok. Diğer yandan romanın anlatım tekniği, bu denli kısıtlayıcı değil. Şoför Mustafa ile açtığımız hikâyeye, eşi Munise ile devam ediyor; ondan sonra Mustafa’nın kardeşi Melek’e ve Melek’in düğümünü çözecek olan Zerrin’e geçiyoruz. Bu geçişler bazen insanın dikkatini dağıtacak kadar keskin bazen de birbirini tamamlayacak şekilde uyumlu nitelikteler. Romanın bugünlerde, artık geride bıraktığımızı düşündüğümüz olay örgüsüne kattığı değer bu yüzden anlattıklarından daha ziyade kullandığı anlatım tekniğiyle bağlantılı.
Üçüncü ve hem okurun hem de karakterlerin dışında kalıp da her şeyi bilen bir anlatıcıdan dinlediğimiz hikâyelerde, eğer doğrusal bir anlatımın içerisinde değilsek, merakı sürdürmek zordur. Karakterin henüz öğrenmediği pek çok şeyi bilirsiniz, olayların nereye bağlanacağı ile ilgili de bir fikriniz olmuştur. Şoför Mustafa’da tek tek, karakterlerin geçmişiyle ilgili muallakta kalan boşluklarımız olsa da romanın başından itibaren, bu hikâyenin ne ile ilgili olduğunu biliyoruz. Başkarakter Mustafa’nın çevresindeki, iletişime geçtiği insanlarla olan son durumundan haberdarız. Fakat bir şekilde, ne olduğuyla değil de nasıl olduğuyla daha çok ilgileniyoruz. Roman bunu, okuruna ipuçlarını takip etmesi gereken çeşitli gizemler oluşturup, sonraki sayfalarda neler olacağını da bir şok unsuruna dönüştürmeden aktarabilmeyi başarıyor. Tıpkı yıllar öncesinde kalmış bir hatıranızı düşündüğünüzdeki gibi, zihninizin uzun dönemli hafızasından çıkartıp önünüze bir anda getirdiği anıları, zamanı ve yeri gelince sunuyor Suat Derviş; ne sündürüyor anlatımını ne de sizi gereğinden fazla uçurumun kenarında bırakıyor.
Şoför Mustafa, anlattığı hikâyenin tabiatı gereği, bugünden bakıldığında daha önceden dinlemediğiniz yahut bir şekilde içerisinde bulunmadığınız hikâyeler vaat etmiyor size. Suat Derviş’in farklı medyalarda uyarlanan eserleri gibi, mesela hüzünlü bir Yeşilçam filminde rast geleceğinizi tahmin ettiğiniz bir hikâye bu. Arkasında bin yıllık mazinin bulunduğu bir şehrin kalabalığında kaybolan bireyler, birisi kökten değişim getiren iki büyük savaştan yeni çıkmış bir toplumun, büyük resimde unutulan halkından birkaçının yaşama tutunma çabası; süregelen düzenin gelenekleri ve yenilikleri, bütün bu çabanın ortasında dünyanın en eski mesleğini icra eden hayat kadınlarının iç burkan geçmişleri ve temelinde, her sabah uyanıp yeniden ‘merhaba’, dediğiniz bu coğrafyanın kalıntılarını soluyorsunuz romanda. Hiçbiri, her ne kadar tanıdık gelseler de gözünüze parmak sokmak amacında değiller. Tanıdıklığın getirdiği nostalji hissini aştığınızda elinizde, o nostaljinin içerisinde dahi, Derviş’in cesaretiyle adı anılmayanların sesi kalıyor.
İlk yorum yapan siz olun