İnceleme: Damla Karakuş
“İnsanın neresi ağrıyorsa, canı orasındadır Cülüğüm,” derdi hep Ummuş’um. Küçüklüğümden beri her canım acıdığında halamdan duyduğum bu söz, onun pek çok sözü gibi yerleşti içime. Dizimi kanatsam canım bileklerime inerdi, bademciklerim şişse boğazıma kadar çıkardı. Sonra büyüdüm. Başka büyük hastalıklar duydum. Sokakta ip atlarken anlam veremediğim pek çok şey, zaman gelecek, bir kitap olup içimi sızlatacaktı. Onlardan en elim olanı kanserdi ve kanser, insanlığın yakasını hiç bırakmadı…
Neslican’ın (Tay) yaşam mücadelesini yazarken ya da sonradan Alzheimer teşhisi konan bir kadının kanserinin iyileşme hikâyesini okurken zaman akıyor ve kansere bir türlü çare bulunamıyordu. “Neslican, mücadelen çok güzeldi çiçeğim,” diyebiliyorduk. Evet, belki de aslolan yolun sonuna gelmek değil, o yolu hakkını vererek yürümekti.
Bu kez sondan başlayıp sayfaları arasında savrulmak istediğim bir kitaptan söz edeceğim size. Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası sayfasını kapattığımda içimden geçenler tam olarak bunlardı. İnsan, ölümü yakıştıramadığı kim varsa hepsini düşünüyor. Çok sevdikleri, hiç tanımasa da hikâyesine hayran oldukları, kendi yolunu yürürken onlardan heybesine aldıkları; hayat belki de tüm bunların toplamı…
“Ortalama bir insan, hayatı boyunca dünyayı beş kez dolanacak kadar yürür.
Hatta şimdi bu altıya veya yediye bile çıkmış olabilir, siz de hissedersiniz.
…
Geçmişe dönüp baktığımda her zaman
beyazlı bir ışık altında hızla bir şey içtiğim an gözümün önüne geliyor.
İnsandaki harikalara kadeh kaldırıyorum,
diline, vücudundaki bağlara,
eklemlerine ve diz kapaklarına,
çoğu biraz yıpranmış,
dünyayı beş kez turlamaktan
yorulmuş.” (Sayfa 82)
Orijinal adı Maps Our Specteculer Bodies olan Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, yazarı Maddie Mortimer tarafından haziran ayında yayımlanmıştı. Ülkemizde ise bu kitaba Rabia Elif Özcan çevirisi ve Timaş Yayınları etiketiyle kasımda, birkaç hafta önce kavuştuk. “Kavuştuk,” diyorum, çünkü insan sarıp sarmalamak, sarılıp sarmalanmak hissinden uzaklaşamıyor. Hani olur ya, bir şeye ulaşana kadar o şeye ne kadar ihtiyacın olduğunu bilmezsin, ama bir şeyler de eksiktir. Sanırım bu kitabı kendi içimde böyle çözümleyebilirim.
İlgimi çeken bir detay var; Maddie yirmi beş yaşında. Ve Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, bu yıl Booker Ödülleri’ne aday gösterilen, uzun listeye girmeyi başaran bir ilk roman. Ayrıca Goldsmith Ödülü’ne de aday gösterildi ve Desmond Elliott- Erken Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Nasıl nefis bir başarı, değil mi? Bize bunu söyleten sanırım yaşadığımız hayatın kendisi. Aslında neden şaşırıyoruz ki? Elbette olabilir. Olsun da zaten. Çoğu zaman yaşadıklarımız kalbimizin odacıklarında tepecikleri aşıp yüksek dağlar oluşturduğunda, yaş denen şey sayılardan ibaret değil midir?
Maddie, annesini kanserden kaybettiğinde sadece on dört yaşındaymış. Ve ilk bakışta bilimsel bir çalışma olarak göze çarpan bu kitapta, işte bu deneyimden yola çıkarak bir hikâye anlatıyor bize. Eminim hiç anlatamamış olmayı dilerdi; bunun ne demek olduğunu hiç öğrenmemiş olmayı… Oysa Maddie, romanında kelimelere, hayata, bedenine, ölüme ve aşka edebiyatın ta içinden sesleniyor. Hayata dair farklı seslerle bezeli farklı bir üslup denemesini kelime oyunlarıyla okuyoruz. Bu açıdan romanın edebiyat adına bilimsel bir deneme olduğunu söyleyebiliriz belki. Çünkü Maddie, su gibi içtiğimiz kurguyu bize deneysel bir yazım süzgecinden geçirerek veriyor. Her bir organ, kanserin bedene olan uyumsuzluğunun bilincinde ve hücre hücre okunuyor gerçekler. Hikâyeye yer yer kuşlar, renkler, başka insanlar karışıyor. Hayal ve gerçek başrolde, kıran kırana bir savaşta. Muhteşem bedenlerimiz, kendi coğrafyasının ellerinde. Evet, bu bir kurgu ama öte yandan, yaşamın ta kendisi. Bu söylediklerim sizi yanıltmasın, çok canınız yanabilir, gözyaşı dökebilirsiniz de ama emin olun, kafanızın içi pir-ü pak olacak. Çünkü kahramanımız Lia, aslında kendi ruhunu sağaltırken okura da yardımcı oluyor. Oysa kelimeler savaşırken, kemoterapi o sırada bir saç köküne daha göz koymuş. Yine de acı, kendi içinde yoğurulan bir başka acının hafifleticisi oluveriyor. Hayatın kendi içindeki dengesi ne tuhaf, değil mi?
“Olan bitene karşın her bir kelimenin savaşı” diyor Lia; hayatının kıyısına oturur gibi oturmuş yatağının ucuna, kocasının ağzından çıkan kelimelere tepeler, kıvrımlar ve belirgin çukurlarla şeklini veriyor. Harry’nin ağzından çıkan “Daha önce de yaptık, yine yapacağız,” ya da “Bununla savaşacağız,” cümlelerinin tavanda dans edişi, okuru, hüzünden ayrılamadığı o gülümsemenin koynunda avutuyor. “İşte böyle,” diyorsun kendine. “Gidişlerine yüzümüzün eğildiği kimseler,” düşüyor aklımıza. Evet, acı dört koldan saldırmaya devam ediyor.
Böyle bir oradan bir buradan devam edince çok mu acıya boğdum hem kendimi hem sizi? Biraz öyle oldu galiba, değil mi? Oysa daha hikâyeye giriş bile yapamadım…
“Kötü haberi duymaktan kötüsü onu başkalarına anlatmaktı.” (Sayfa 16)
Kahramanımızın adı Amelia. Ama o, kendisine Lia diye seslenilmesini seviyor. Lia, hep hayalini kurduğu gibi çocuk kitapları çiziyor. Harry’yle aşk dolu bir evliliği ve Iris adında on iki yaşında bir kızı var.
Geçtiğimiz yıl gelmiş ilk kez şehrin bu tarafına. Gözleri bir arabaya takılıyor. Araba ilerlerken bir adam kaldırımdan iniyor ve karşıya geçiyor. Arkasından bir grup genç kız da iniyor kaldırımdan. Araba durmuyor. Lia, onlara bakıyor. Araba kızlardan birine çarpıyor ve ilerliyor. Kız bir anda yere düşüyor. Etrafına onlarca insan birikiyor. Kız ayağa kalkıyor ve arkadaşlarıyla gülüşerek yürümeye başlıyor. Her şey yolunda gibi. Herkes yoluna devam ediyor. Ve Lia da hastaneye gidiyor. Doktoru onu muayene ediyor. Ama burada haberler kötü. Çok kötü. Evet, kanser tüm vücuduna yayılmış. Bununla nasıl yüzleşeceğini düşünerek eve geliyor. En iyisi telefonda söylemek. Söylemek ve telefonu kapatmak. Harry’yi arıyor ve haberi veriyor: “Nüksetmiş.”
Lia, kalbinde ve çevresinde çok büyük bir sevgiyle yaşıyor; bu illetle bir kez daha savaşacağına ve onu yeneceğine emin. Öyle ki daha on ikisindeki Iris bile büyük bir olgunlukla karşılıyor bu haberi; belki de bir “alışkanlıkla” demeli. Öyledir çünkü, çocukken tanık olduğumuz şeyler bize sıradan gelir. Nereden bildiğimi sormayın, biliyorum işte.
Evet, Iris’in olgunluğu da kendi içinde bir yerde gerçek anlamını buluyor nihayet. Çünkü o, annesini kaybetmekten korkan ve aslında ne yaşadığını anlayamayan “bir çocuk.” Hepsi bu. Olgunluk, belki bir yerde “büyümek” zannettiği şey de pek çok sorunun sesiz habercisi. Çığlık gibi büyüyen bu sessizlikte Iris, artık açık bir hedef…
Iris, annesinin kanseriyle ilk kez tanıştığında yedi yaşında. İçinde kocaman bir boşluk oluşturuyor bu haber. Aslında galiba fark eden bir şey olmuyor; Iris, beş yıl sonra da yine kocaman bir boşlukta, oradan oraya savruluyor. Bu girdaba ilk girdikleri o yıllarda, okuldaki öğretmeni ebeveynlerinin mesleklerini yazmalarını ve bunu anlatan bir de resim çizmelerini istiyor. Iris, uzun kızıl saçlarıyla gülümseyen annesini bir hücrenin başını okşarken resmediyor. Kâğıdın üstünde ise kocaman harflerle “KANSER” yazıyor. Lia’nın büyüdüğü evde resim yapmak günah. Annesi öyle diyor hep. Oysa Lia’nın hayali hep renkler üzerine. Iris doğduğunda o, kızını böyle büyütmemeye karar veriyor. Bu resme baktığında ise kızına, kendisini “kel” çizmediği için teşekkür ediyor. Bu illet, saçlarını söküp alıyor ama Iris’in gözünde annesi, kızıl saçlarıyla var oluyor.
“Fakat bir şeyin yokluğu varlığından daha yoğun hissettirir ya kendini.” (Sayfa 24)
Kendine dönüyor Lia. Büyüdüğü evi düşünüyor; Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu ve buna inanmanın muhasebesini yapıyor uzunca bir süre. Ölüme daha yakın olduğu düşüncesinin korkusuyla yüzleşiyor bir yandan. Bu bölümde Yavuz Abi’nin (Ekinci) Günün Birinde kitabı düşüyor aklıma. Huzurun tedirginliğe, tedirginliğin ölüm korkusuna dönüşmesini ilmek ilmek ne de güzel işler kitabında. İşte Maddie de romanda yer verdiği zamanda dönüşlerle, Lia’nın ölüme giderken neler yaşadığını hissettiriyor bize. Halbuki ailedeki herkes bu gerçeği kabullenmiş ve yaşamlarını Lia’nın tedavisine göre düzenlemiş durumda. Iris’in savruluşunun yanında Lia da kanser hakkında her şeyi bilmeye odaklanmış. Ancak doktorlar bile kanserden ölüyor ve Lia, bunu çok ironik buluyor. Oysa “Bir şeyi her yönüyle bilmek, onun gücüne karşı bağışıklık kazandırmaz kimseye.” (Sayfa 38) Tüm bu düşüncelerle en başa dönüyor Lia, kendi bedenine; kanserin başladığı meme uçlarından, bütün bedenine nasıl yayıldığını düşünüyor…
Hani olur ya, filmlerde gösterilir en çok, ölürken insanın yaşamı film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. Sanırım ölüme yakın hissedince insan, uzun metraj bir film çekiyor yaşamından.
“Her bir parmak arasını kâğıt havluyla kurularken yıllar içinde hastalıkla ellerinin dışına çıkan damarlarına baktı; harita üzerinde dağılan yollara benziyorlardı. Tenine göz gezdirdi; kendi kokusuna, boğazının gerisindeki o bildik tada, omzunun üzerine nazikçe dokunan soğuğa odaklandı.” (Sayfa 43)
Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası, pek çok açıdan insanı saran bir roman. Aşk olmadan olur mu hiç? İnsan ölümcül bir hastalığın pençesine düşer de aşk nasıl hemen ilişmez oraya? Bir kere Harry’nin hep “orada” oluşu ısıtıyor içimizi. Lia’nın üzerine titriyor, gözlerinin içine bakıyor Harry. Lia ise ölümünden sonra Harry’ye olacakları düşünüyor. Yas tutmayı çabuk bıraksın, üzülmesin, bir an evvel âşık olsun istiyor. Bu, kalple ve hatta bedenle yetinmeyen, sınırları aşıp geçmişe, bugüne ve geleceğe sirayet eden türde bir aşk ve okurun içini ısıtıyor.
Lia ile Harry, Thames Nehri’nin kıyısında tanışmış ve aşkla bağlanmışlar ancak, Lia’nın ilk aşkı Harry değil. Lia iki kez şanslı olanlardan. Henüz on beş yaşındayken âşık oluyor Metthew’a. Papaz babasının Tanrı’sına duyduğu sevgiyle her bir köşesi dinle çevrelenmiş evine getirdiği bu kimsesiz çocuk Matthew ve Lia, birbirlerindeki eksikleri tamamlıyorlar. Lia, gerçek aşkı bulduğuna öylesine kalpten inanıyor ki, buna emin. Matthew, önce üniversiteye, oradan da çalışmaya gidiyor. Bir gün aynı çatı altında yaşamayı da tadıyorlar. Lia, kıskançlığı da biliyor artık, kaybetme korkusunun en çok hangi organı mengenesine aldığını da. Ama Matthew, yine gidiyor…
Lia, bir daha olmaz, bir daha kimseyi sevemem zannederken çarpılıyor Harry’ye. Matthew’a göre olmuyor, yapamıyorlar ama aslında öyle değil. En azından Lia bir kez olsun “Yanılıyorsun Matthew, bu gerçekti,” diyemediği için ilk aşkı hep derinde bir yerde kalıyor. Zamanı geldiğinde, bir gece yarısı nöbetinde bu yüzleşme de gerçekleşiyor neyse ki.
“Günler gittikçe zorlaşıyor, Lia artık eskisi gibi nehir kenarında yaptığı sabah koşularına çıkamıyordu. İşe yaramazlık hiçbir şeye benzemiyor.” (Sayfa 83)
Hastalığının sonlarına doğru Lia, kendini işe yaramaz hissediyor. Bahçe işlerini çok seven Harry, karısına her konuda destek olmaya çalışıyor ancak, karısı bu hastalıkla mücadele ederken evliliklerini korumak çok zor. Annesinin öleceğini kabul edemeyen Iris ise giderek daha da hırçınlaşıyor. Kanserle mücadele eden aile, birbirlerine yaslanmaya çalışırken bir yerde birbirlerinden ayrılmanın eşiğinde. Lia, belki de en çok bu sebepten çareyi geçmişe dönmekte arıyor; kocasıyla ilk tanıştıkları yeri düşünüyor, ilk diyaloglarını… Lia’nın Harry’ye sorduğu ilk şeylerden biri “Neye inanıyorsun?” olmuştu. Bunlar pek Harry’nin düşündüğü şeyler değildi. Doğrudan bakıp gayet emin bir şekilde şöyle demişti: “Yabancıların nezaketine inanırım.”
“Doğrusu, rutin işleri ve evliliklerine özgü alışkanlıklar zamanla gevşemiş, bir zaman sonra tümden kaybolmuştu.” (Sayfa 186)
Lia’nın aklı her an biraz daha doluydu. Bir türlü geçmeyen çocukluk günleri, oyunlar, muhafazakâr anne, papaz baba, arkadaşlar ve tabii ki ilk aşk… Sanki bütün geçmişiyle aynı anda karşısındaydı. Nihayetinde bu yüzleşme, evliliğiyle ve en sonunda da kendi bedeniyle yüzleşmeye dönüşüyordu.
“İşte bir gerçek: Ölümden daha kötü bir şey varsa, o da ölümün yaklaştığını bilmektir.” (Sayfa 248)
Tüm hikâyenin en çarpıcı noktası işte bu: Ölümün yaklaştığını bilmek. İnsan bu cümlenin anlamını biliyor olmaktan nefret ediyor. Tüm hücreleriyle ondan uzaklara kaçmak istiyor ama olmuyor. Hayata tutunma çabaları, uzayıp giden doktor kontrolleri… Lia’nın içini çürütüyor ve günden güne varılacak o sona yaklaştığını hissettiriyor.
“Bazen” demekten kaçınıyorum ben de artık; insanlar, genellikle güzel yaşlanmıyorlar sanırım. Kamburları çıkıyor, dizleri ağrıyor ve hepsinden öte erken yaşlanıyorlar. Lia’nın anne ve babasıyla ilişkisi de artık anlamış olacağınız üzere bir küs bir barışık dalgalanarak seyrederken, hastalık onları yakınlaştırıyor. Ancak bu sefer de yaşlılık giriyor devreye. Bu, kanseri bir kez daha nükseden Lia’nın hikâyesinden çok daha fazlası aslında. Lia gerçeklerle yüzleşince, en baştan başlayarak kızı, kocası, eski sevgilisi ve ailesiyle ilişkilerinin nasıl dönüştüğünü anlatan bir hikâye bu.
Burada birçok hikâyenin dönüşümünden söz edilse de anne kız ilişkisi de ayrıca dikkat çekiyor. Lia’nın hem evlat hem anne oluşu… Oklar elbet okurun dönüp kendi hikâyesine bakmasını sağlayan o çomağı sokuyor yaşamına.
“Annelik, en dikkatsiz kişiyi bile uyanık hale getirir; ama hiç kimseyi iyi yapmaz.” (Sayfa 325)
Hayat devam ediyordu ama kanser de bir bedeni bitiriyordu. Sonunda kaçınılmaz olan geldi işte… “Harry, bedenini sevgili bahçesine götürdü. Dizleri üstüne çöktü ve yavaşça toprağı dağıtmaya, elleriyle diktiği her bitkiyi sökmeye, toprak altında büyüttükleri her bir bağı koparmaya başladı. O sinirlendikçe bahçe daha da canlanıyordu sanki. Yılların emeğini çalışmasını aşkını sökerken toprak da onunla birlikte ağlıyordu.” (Sayfa 372)
O ölüyor ve hayat devam ediyor. Söz konusu ölüm olunca en korktuğum şey “onun sesini unutmak.” İnsanlar, bir yakınını kaybedince seni teselli etmek için “Merak etme, alışacaksın, geçip gidecek…” gibi şeyler söyler ya! Oysa zaten en korktuğun şey budur; unutmak! Dilerim Lia, her ne olursa olsun hep Harry’nin ve Iris’in kalbinde yaşamaya devam edecek. Tıpkı Ummuş’umun hep kalbimde çınlayacağı gibi.
Böyle bitirsem çok afili olurdu ama kitaptan bir alıntıyla bitireyim istiyorum. Çünkü aslında anlatmak istediklerim bitmedi. Ama sabırla buraya kadar geldiyseniz, önce tebrik ediyorum, sonra da size şu kısmı hediye ediyorum:
Kendime Notlar
Artık şunlardan uzak durmam gerek:
1. Diğerlerine söylemek.
2. Araya girmek.
3. Tıkınmak.
4. Dikkatimin dağılması.
5. Fazla huysuz ve/veya negatif olmak.
6. Hassasiyet.
7. Tanrı’yı mutlak doğru saymak.
8. Suçluluk. (Sayfa 251)
**
KÜNYE:
Muhteşem Bedenlerimizin Coğrafyası
Maddie Mortimer
Çeviren: Rabia Elif Özcan
Timaş Yayınları
416 Sayfa
İlk yorum yapan siz olun