Ne zaman ‘’değeri öldükten sonra anlaşılan yazarlar’’ bahsi açılsa, akla ilk gelen isimlerden biri Oğuz Atay olur. Bu yanıtı vermekte haklıyızdır, zira Oğuz Atay Bey’in eserleri yazar yaşamını yitirdikten sonra ilgi görmeye başlar. Bugün artık ona olan ilgiyi tartışmaya gerek yok, ancak Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’daki şu sözleri yüreği sızlatmaya devam etmekte: Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum. Yaşarken anlaşılmamak, değer görmemek konusunda onunla aynı kaderi paylaşan Nahid Sırrı Örik’in ise günü hala gelmedi. Bu yazıyla biz belki biraz ‘’erken öten horoz’’ olmayı üstlenebilir, onun da zamanının bir gün mutlaka geleceğini söyleyebiliriz. Tabii Örik hakkında öyle çalışmalar oldu ki, bu yazı onların yanında elbette mütevazı kalacaktır.
Nahid Sırrı Örik, 22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, o eski konak yaşamının hüküm sürdüğü bir atmosferde dünyaya gelir. Babası Hasan Sırrı Bey, eğitim alanında bakanlıkta çalışmış olması bir yana Shakespeare’den iki de oyun çevirir. Annesi Melek Hanım emekli asker İbrahim Paşa’nın kızıdır. Soylu bir aileden gelen ebeveynlerinin birliktelikleri ise yazar dört yaşındayken son bulur, anne ve baba yollarını ayırır. Bu ayrılığın Nahid Sırrı Bey’in yaşamındaki yansıması ise üvey anne ve babayla yaşamaya başlaması olur.
Erken dönem eğitim hayatını özel hocalardan ders alarak geçirir. Fransız mürebbiyelerin terbiyesiyle yetişen Örik bir müddet Fransız mektebinde de eğitim alır. Öğrenimini yarım bıraktığı Galatasaray Lisesi’nde ise yatılı olarak okur. Ayrılmış bir anne – baba, üvey ebeveynler ve yatılı okumanın getirdiği tek başınalık Nahid Sırrı Bey’in ileride içine kapanık olmasına neden olan önemli unsurlardır.
Birinci Cihan Harbi’nden itibaren Cumhuriyet’in üçüncü senesine değin Berlin, Viyana, Paris, Roma gibi Avrupa şehirlerinde yaşar. 1928’de memlekete dönen muharrir; Cumhuriyet gazetesinde yazarlık, Ankara’da mütercimlik yapar. Bugün en köklü edebiyat dergilerimizden biri olan ve Yaşar Nabi Nayır’ın önderliğinde kurulan Varlık Dergisi’nin kurulmasında kendisi de finansal bir rol üstlenir. Babası Hasan Sırrı Bey’in 1939’daki vefatının ardından Ankara’dan İstanbul’a döndüğünde adresi gazete ve dergiler, işiyse hikâye ve roman yazmak olur. Gazeteciliğin tanıdığı imkânlar dahilinde Karadeniz ve Marmara çevresini, İç Anadolu’yu ve İzmir’i gezer. 18 Ocak 1960’da İstanbul’da yaşamını yitirişi basında pek yankı bulmaz ve Örik eski köşk yaşamına olan özlemi, maziye duyduğu hasreti, yayımladığı roman ve diğer eserleriyle bu dünyadan göçüp gider.
Yazar bazı eserlerinde de göreceğimiz üzere; tarihe meraklı bir tabiata sahiptir. Tarih Dünyası ve Resimli Tarih gibi dergilerde de tarihî konularda makaleleri yayımlanır. Verdiği nitelikli eserlere rağmen sanat – edebiyat camiası içerisinde adı hakkaniyetli bir şekilde geçmez. Bunun iki ana sebebi vardır: Birincisi Nahid Sırrı Bey; içine kapanık, sessiz bir kişiliğe sahiptir, dil ve üslubunu eski konak hayatlarında görebileceğimiz üzere ağdalı bir şekilde kullanır. O eski konak ve yalı hayatının özlemini duyan bir ‘’mazi insanı’’dır. İkinci nedense Örik’in özel yaşamıdır. Günümüz yazarlarından Selim İleri’nin de belirttiği üzere; eşcinsel bir yazar olması çevresinde oldukça yadırganmasına sebebiyet verir. Yusuf Ziya Ortaç’ın “Kırıtarak gelirken uzaktan Nahid Sırrı/ Sanırım pantolonlu ceketli bir kız gelir” dizeleri bu dışlamanın alenî örneklerinden biridir.
Kişiliğine biraz daha eğilelim. Ressam ve yazar Şener Öztop, yazara dair Cumhuriyet gazetesinde şunları ifade eder: ‘’O, edebiyatın her dalında ürünler veren çok yönlü bir yazardır. Öykülerinde geçmişten gelen yaşama biçimini, ölmeye yüz tutmuş gelenek ve görenekleri, aristokrat ailelerin zamana nasıl yenik düştüklerini, ‘belli belirsiz bir ironi ile hüzün arası’ bir atmosferde anlatır.’’ Yine Varlık Dergisi’ni ortaklaşa kurduğu yakın dostu Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı 31 Mayıs 1931 tarihli mektubunda şunları aktarır: “Dâirede olduğu gibi şimdi evde yalnızım. Beraber oturduğumuz zat İstanbul’a vazifeten gitti. Nerde ise tek başıma konuşur olacağım. Hepinizi fevkalâde özledim. Bu hepinizi dedikten sonra bunların kim olduğunu düşününce senden başka kimseyi bulamadım; bu da ayrı mesele.’’ Yazar, kimi zaman ”İltan” soyadını da kullanır.
Hülasa, Nahid Sırrı Bey Cumhuriyet’le beraber etkisini yitiren yalı hayatının insanıdır. Dilini, yiten o devrin gösterişli üslubunu referans alarak kullanmaya devam etmesi de bunun en açık göstergelerinden biridir. Artık mazide kalmış bu hayatı arayarak yaşayan, boşanmış anne – babanın çocuğu olarak büyüyen ve çağında oldukça yadırganan eşcinselliği tercih eden Nahid Sırrı Bey tüm bu nedenlerle dışlanır, ilgi görmez, tabiri caizse oyunun dışında bırakılır.
Yazarın ilk romanı Kıskanmak, ilk kez 1937’de tefrika edilir, 1946’da kitap olarak yayımlanır. 1990’lardan sonra oldukça ilgi gören Kıskanmak, esere konu olan kıskançlık duygusunun etrafında filizlenir. Romanın başkişisi Seniha’nın duyduğu kıskançlık, oldukça başarılı psikanaliz dokunuşlarla ele alınır. Örik’in özellikle kadın karakterler yaratma konusundaki başarısını hatırlatırsak Seniha karakterinin oldukça gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz. Yazar ayrıca günlük hayatında olduğu gibi edebî kariyerinde de ölçülü, soğukkanlı bir dil kullandığından kelimelerin şehvetine kapılarak taraflı bir hava yaratmaktan oldukça kaçınır.
En meşhur eseri Sultan Abdülhamid Düşerken ilkin 1957’de yayımlanır. Tarihî konulara önem verdiğini belirttiğimiz yazarın bu romanına dair yazılan tanıtım bülteninden bir alıntı yapalım: ‘’Nahid Sırrı Örik’in, ’31 Mart Vakası’ olarak anılan tarihi olay etrafında, Sultan Hamid ile İttihat Terakki arasındaki iktidar savaşını, merkezinde tutkulu bir kadın kahramanın yer aldığı sürükleyici bir macera ve kendine özgü ‘zehirli’ bir dille anlattığı Sultan Hamid Düşerken adlı romanı (…)’’ Yapıt 2002’de Ziya Öztan yönetmenliğinde filme de uyarlanır.
Kurun gazetesinin 31 Mart 1936’da yazarla yaptığı röportajda Örik’in edebiyatımıza dair önemli görüşleri var. Hararetten uzak, son derece ölçüp biçen bir yapısı olduğunu söylediğimiz Nahid Sırrı Bey, aktardığı görüşlerinde de bu dengeli bakış açısını koruyor:
Gazete ‘’Dünkü ve bugünkü edebiyatımız hakkındaki fikriniz?’’ diye sorar. Örik de şöyle yanıtlar:
Dünkü edebiyatın ve bugünkü edebiyatın hudutları nedir? Eğer dünkü edebiyat Tanzimat’a kadar gelen edebiyat ise onun hakkındaki malûmatım umumî hatlarını bilmekten ve en meşhur parçalarını okumuş olmaktan ileri geçmez. Ancak bunları beller ve okurken duyduğum alaka ve aldığım haz pek derin ve büyük olmamış demek ki, daha esaslı bir surette alakaya beni sevk edememiş. Fakat dünkü edebiyatın manası söyleyenlerin telkinlerine ve yaşlarına göre değişiyor. Bazen on, on beş yıl evvele ait kimselerin dünkü edebiyata mal edildiklerini görüyorsunuz. Ben dünkü edebiyatla divan edebiyatını anlıyorum ve bu edebiyat hakkında fazla bir bilgim olmadığını, ona dair söz söyleyemeyeceğimi itiraf ediyorum. Bugünkü edebiyat ise bence Garp edebiyatlarının yahut sadece Fransız Edebiyatı’nın tesirleri altında vücut bulan ve ta Şinasi ile Namık Kemal’den başlayarak bugüne kadar gelen edebiyattır. Bu hudut içinde ise, birbirlerinden mutlak surette ayrılmış nesillerin mevcut olmadığı kanaatindeyim. Nitekim birbirlerini şiddetle ret ve inkâr edenler arasındaki esaslı benzeyişleri bulmak hiç de güç değildir. Binaenaleyh ben bu edebiyatın her devresine mensup bazı şahsiyetleri sevebiliyor ve her devirle de alakadar olabiliyorum. Mesela en yenilerden Sait Faik’in, evvelce de söylediğim gibi hayranıyım. Berrak, taze, yepyeni sanatına, insana eşini yazmak pek kolaymış zannını veren fakat eşsiz lisanına hayranım. Fakat bununla beraber en iyi Garp müelliflerinin kuvvetli mantığı ve mutlak vuzuhuyla eski Şark münşiliğinin bütün hünerlerini birleştirerek o girizgâhlı, o istitratlı, o otuz, kırk, elli satırlık cümleli Sait Paşa’nın hatıralarını da büyük bir zevkle, meftuniyetle okuyorum.
Nahid Sırrı Bey anlatmakla bitirebileceğimiz cinsten bir isim değil. Piyesler de yazmış, makaleler de. Resim sanatını değerlendiren yazıları da var, değişen edebiyat nesillerini de. Sona doğru Örik’in Kıskanmak yapıtında, Seniha karakterinin kendisini çirkin bulduğu için yaşadığı kıskançlığa dair bir alıntı aktaralım ve tüm eserlerini basan Oğlak Yayınları’na teşekkür ederken hep birlikte şunu söylemeyi deneyelim: ‘’Nahid Sırrı Bey, sizin de gününüz gelecek!’’
Ve çirkinliğinden dolayı duyduğu hüznü artık tamamıyla unutmuştu. Eğer çirkin olmasaydı, bütün hayatını kemiren kıskançlık hissini bu kadar şiddetle duymayacak, duymayınca da şimdi varlığını ürperten bu hudutsuz sevinci, zafer sevincini tadamayacaktı.
Kaynak: https://nahidsirriorik.wordpress.com/
Hazırlayan: Mert Bekçi
İlk kez duydum adını ve yazınızı zevkle okudum ilk fırsatta kitaplarını okuyacağım. Teşekkür ederim.