Yazın dünyasında dünden bugüne var olan Okşan Svastics (Özferendeci) günümüzde Avusturya/Viyana turist rehberliği yapıyor. Haliyle, Viyana’daki tarihi, şehrin hikayelerini çevremize şöyle bir baktığımızda bize ilk anlatacak kişilerden biri kendisi. Ben birkaç sene önce, İstanbul ile ilgili araştırma kitapları incelerken onun “Yahudiler’in İstanbulu” kitabını da görmüş, kendisini öyle tanımaya başlamıştım. Ankara’da Siyaset Bilimi alanında eğitim gören Okşan Svastics, 1987’de, dönemin meşhur dergilerinden Nokta’da çalışmaya başlıyor. Ardından; sanat, tarih, toplum, ekonomi gibi alanlarda, Tempo, Şehir, Art Deco gibi dergilerde muhabir, editör, yazı işleri müdürü, yayın yönetmeni görevlerini sürdürüyor. 2004’ten bu yana Viyana’da yaşayan Okşan Hanım, İstanbul zamanlarında da azınlıklar arasında ikâmet etmiş biri. Yahudiler’in İstanbulu kitabının beslendiği kaynaklardan biri de bu yaşam yeri olsa gerek. Tarihsel olarak bize anlatacağı çok şey olduğu açık. Bugün Avusturya turist rehberi olarak Osmanlı’dan izleri de anlatıyor, şehrin meşhur merdivenlerini de. Seckau Manastırı’ndan manzaraları da paylaşıyor, Nazi döneminin Avusturya’ya olan yansımalarını da… Son derece güleç bir mizaca sahip olan Okşan Hanım, öğrendiğimiz kadarıyla şahane zencefilli bisküviler de yapıyor. O zaman haydi röportajı okumaya koyulalım!
Sayın Okşan Svastics, selamlar. Sohbeti kabul ettiğiniz için teşekkürler. Bize önce etraflıca kendinizden bahseder misiniz?
İlginiz için ben teşekkür ederim Mert Bey.
Ankaralıyım ben… 17 yaşıma, üniversiteye başlayana kadar mahallemin dışına pek az çıktım. Babamın üç yıllık Ordu-Perşembe şark hizmeti hariç -şark hizmetinin manası için gençlere Google’ı öneriyorum. Ama dokuz yaşımdan itibaren sömestr, yaz tatillerinde ailem beni trene otobüse bindirir, anneannemin, dayımın yanına İstanbul’a yollardı. Balat, Edirnekapı, Fatih’ti İstanbul. Gülhane Parkı ve Taksim Gezi Parkı’na gezmeye, Emirgan’a da “deniz havası almaya” giderdik anneannemle…
Üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’a taşındım. Basının Babıâli’de olduğu yıllarda ve gökdelenli zamanlarının başlangıcında envai çeşit dergide çalıştım. Mütemadiyen yeni iş bulmak gerekiyordu. Dergiler kapanıyordu, işten atılıyorduk filan… Sonra evden çalışmaya başladım, dergilere dışarıdan yazılar yazıp kitap editörlüğü ve düzeltmenlikle geçimimi sağladım. Kadın dayanışması olmasa, Türkiye gibi çok da yazı çiziye kıymet verilmeyen bir ülkede yazı yazarak kira ödemem mümkün olmazdı sanıyorum.
Viyana’ya, bir arkadaşımı ziyarete gittiğimde, şimdiki kocamla tanıştım ve bir yıl sonra da dilini bilmediğim bir ülkede yeni bir hayata başladım. Anadilimde çalışmak istiyordum, kültür ve sanat alanında olsun istiyordum ve bunu yapabileceğim tek iş de turist rehberliği gibi geldi bana… Tabii bu eğitimi alabilecek seviyede Almanca öğrenmek epey zaman aldı. O arada tezgâhtarlık yaptım -annemin deyişiyle 17 yaşıma geri döndüm-, arkadaşlarımın yazdığı kitaplara editörlük edip Türkçe öğretmenliği yaptım. Bir de sözünü ettiğiniz Yahudiler’in İstanbulu kitabını yazdım. Sonra… iki yıllık eğitim ve sınavlardan sonra yeni bir meslek sahibi oldum. Artık turist rehberiyim ama şehrin sokaklarında ve müzelerinde, turistlerden ziyade Viyanalı Türkler ile dolaşıyoruz. Harikulade insanlarla tanıştım bu sayede.
Kent kültürü, mimarisi, yaşayışı üzerine dünden bugüne yazmaya devam ediyorsunuz. Bugün de Viyana turist rehberi olarak aynı alanın bir başka kolunda profesyonelsiniz. Bu ilgi hayatınızda İstanbul ile mi başladı?
Evet, 80’li yılların sonunda Dönemli Yayıncılık’ın çıkardığı Şehir dergisinde çalışmaya başladığımda… Çok kıymetli bir dergiydi, ortaçağdan modern zamanlara dünya şehirleri hakkında, mimarlar hakkında nefis makaleler yayımlanıyordu.
Memleketin okul binalarından yayla evlerine, sinemalarına varana kadar, mimariyle, hayatla ilgili bir sürü yazı… Lizbon’u Adalet Ağaoğlu, Mardin’i Murathan Mungan anlatıyordu. Kalamış’ın yahut Beyoğlu’nun Gülriz Sururi’nin hayatındaki yerini öğreniyordum. Gaudi’nin adını ilk o zaman duydum, bir mimarın bir şehri (Barselona) nasıl değiştirebileceğini filan öyle fark ettim.
Bir başka dergi, Gelişim Yayınları’nda çıkan Turkuaz için çalışırken de, İstanbul Kütüphanesi’nin müdavimi oldum (O zamanlar internet de yoktu zaten). Şehrin sokak adlarının dahi ne çok şey anlattığını, o zaman anladım. Bir de bir konuya dalınca konunun ne kadar çok çatallanarak genişleyebileceğini, insana zamanı nasıl unutturabileceğini…
İstanbul yıllarında nerede yaşıyordunuz?
İlk evim Kadıköy, Bahariye’de bir bahçe katıydı. Capcanlı bir çarşı hayatı, hayatıma öyle girdi. Balıkçı Ethem Abi’den balık öğrenip turşuyu pakette değil turşucudan almaya başladım. Hemen yakında pazar vardı, Ankara’dan pazara gitme alışkanlığıyla gelmiştim, o da pek güzeldi.
İkinci evim Osmanbey’de bir çatı katıydı. Alışveriş ve tekstil mahallesi, pazar günleri ölüydü tabii ama haftada altı gün çalışınca iyi geliyordu bu sükunet. Kurtuluş hemen yakındaydı, şahane şarküteri ürünlerinin satıldığı mis gibi kokan dükkânlar vardı orada da…
Arkadaşlarımın mahallesinde yorgancı, kasap, muhallebici, kahve filan vardı. Çok heves ediyordum onlarla komşuluk etmeye, hem şehrin göbeğindeydi hem hakiki mahalleydi. Yıllar sonra becerip ben de Cihangir’e taşındım ama tam vaktinde Viyana’ya gelmişim. Şimdi yorgancı esnafı yok artık orada.
Yahudiler’in İstanbulu kitabını biraz anlatır mısınız?
Şehirlerin Yahudi tarihiyle ilgili seri kitaplar yayımlayan bir küçük yayınevi var Viyana’da. Yahudiler’in Budapeşte’si, Paris’i, Prag’ı vs. Belli bir formatı olan, tarihi ön plana alan gezi kitapları.
Önce 1700 yıllık İstanbul Yahudi tarihini yirmi sayfada özetledim, bayağı bir meydan okumaydı, minicik bir metinde onca bilgiyi toparlamak. Sonra şehrin bölgelerinin tarihini araştırdım, mahalleler, evler… Sonra Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde iz bırakmış kişilerin portrelerini derledim. En güzeli, yazar Vivet Kanetti bu kitap için kendi İstanbul’unu konu alan bir metin yazdı.
Özellikle başlangıçta iğneyle kuyu kazmak zorunda kaldığımı söyleyeyim ama zevkle çalıştım. Sonunda hem İstanbul’da hem uluslararası alanda olumlu eleştiriler aldı kitap, pek iç rahatlatıcıydı, pek güzeldi.
Balat, Galata, Bankalar Caddesi, Karaköy… Buralar geçmişte Yahudiler’in İstanbul’da yoğun olduğu bölgelerdi. Bugün bu bölgelerdeki Yahudi izlerini, özellikle mimari olarak nasıl görebiliyoruz?
Kitap yazıldığında, bütün Türkiye’de 24.000 Yahudi yaşıyordu Türkiye’de, 10 yıl sonra 15.000. Şimdi bilemiyorum kaç kişi? Yani hem mümkün mertebe görünmemeye çalışan bir kültürden söz ediyoruz hem de gitgide azalan bir cemaatten… Sinagoglar var tabii, duvarların gerisinde, görmesi zor. Sivil mimari için gözünü dört açması gerekiyor insanın; Balat’ta yahut Galata’da cephelerinde, Yahudi takvimine göre yazılmış inşaat tarihleri, göçü simgeleyen gemi kabartmalarının olduğu binalar görüyoruz bazen… Meşhur Kamondo ailesinin yaptırdığı Kamondo Merdivenleri yahut Karaköy’deki eski Nordstern Han, Balat’ta bir hamam gibi izler de var. Ama savaş yıkımına maruz kalmadığı halde; konakların, camilerin, yalıların, Mimar Sinan eserlerinin bile yok olmaktan kurtulamadığı bir şehirde çok da fazla görünür iz yok sanırım.
Viyana’da turist rehberliğine ne zaman başladınız?
2018’de sınavları verip rehber oldum. Her yıl şubat ayında Dünya Turist Rehberleri Günü vesilesiyle ücretsiz turlar düzenliyor Viyana Rehberleri Derneği. 2019 Şubatı’nda Ulusal Kütüphane’nin Barok Salonunda bu çerçevede yapılan etkinlikle aktif olarak çalışmaya başladım. Orada da Osmanlı’ya dair epey iz var.
Viyana’da Osmanlı izlerine dair birkaç örnek verebilir misiniz?
İstisnasız bütün turlarımda Osmanlı hikâyeleri geçiyor. Şehir Parkı turunda, 1700’lerin sonlarında o civarda bir çadır kurulu olduğunu, akşamları Türk müziği çalınıp kahve ikram edildiğini anlatıyorum mesela.
Pek çok yerde top gülleleri var; 1683’ten, 2. Viyana kuşatması zamanından kalmış. Viyana’daki Osmanlı tebasının Pasarofça anlaşması sayesinde kurduğu kilise var, müzelerde envai çeşit obje…
Sanat Tarihi Müzesi’nde, yağlıboya tablolardaki Osmanlı izlerini büyük bir keyifle anlatıyorum. Hem görünür kültürel etkiler var, hem de görünmez izler ve hikâyeler… İkisi sokaklarda, ikisi müzelerde dört ayrı tur yapıyorum Osmanlı izlerine dair. O turlar dışında da, yaptığım bütün turlarda mutlaka birkaç kez konusu geçiyor.
Üstelik, lale zamanı bütün şehir Osmanlı izi; laleyi Avrupa’ya getiren 1500’lü yıllarda İstanbul’da Avusturya adına diplomatlık da yapmış olan botanikçi Busbecq Bey çünkü!
Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” kitabında anlattığı bir Avusturya ve Viyana var. Dünya savaşları döneminde geçiyor. Sizin gözünüzle dünya savaşları, Hitler dönemi Viyana’ya nasıl yansıdı?
İlk dünya savaşı sırasında çocukların savaş öncesine göre on santimetre daha kısa olduğu, çekilen açlık nedeniyle çocukları Macaristan, İsveç gibi ülkelere yolladıkları örneğini verebilirim durumun vehametini açıklamak için. Tabii savaş başlamadan önce büyük heves duyuluyor savaşa, bunun kanıtlarını müzelerde görüyoruz; objelerde, bildirilerde…
Ama 2. Dünya Savaşı, şehrin dokusunu da değiştirmiş: Binaların yüzde 40’ından fazlası bombardımanlardan etkilenmiş. Hasar görenler, savaş sonrası ekonomisinin elverdiğince tamir edilmiş. Kimi tümüyle yıkılmış -mesela Gestapo’nun kullandığı, Stefan Zweig’ın Satranç kitabındaki Bay B’nin sorgulandığı otelin cephesi yıkılmadığı halde, binayı tümüyle yok etmişler sonra, kötü hatıralar!
1955’e kadar tüm Avusturya gibi Viyana da dört işgal kuvvetinin egemenlik alanı olarak bölünmüş. Semtine göre, ABD, İngiliz, Fransız ve Sovyet güçleri idare etmiş Viyana’yı.
Mesele şu ki, 1938’den itibaren alenen Hitler’i destekledikleri halde -direniş grupları da varmış gerçi- savaş sonunda kurban olarak nitelenmişler ve 1980’lere kadar da itiraz edilmemiş buna… Thomas Bernard’ın Kahramanlar Meydanı oyunu bu suçlu ama kendine kurbanlığı yakıştırmış toplumu silkelemek için yazılmış mesela.
Turist rehberliği görevinizde Viyana’da nereleri anlatıyor, gezdiriyorsunuz?
Sokak yürüyüşlerinde en güzel -bazen gizli- yollardan geçip gidiyoruz gideceğimiz yerlere; şehrin göbeğindeki vaha gibi avluların, insanların, sokakların, heykellerin hikâyelerini anlatıyorum. Yalnızca hikâyesi bilinince dikkat çeken, yahut insanın başını havaya kaldırmadıkça göremeyeceği ayrıntıları gösteriyorum. Elmalı strudel’ın hikâyesinden Ayasofya’da evlenip buralara gelin gelen Bizanslı prensese, parklardaki heykellerden ağaçlara her şey…
Müzelerde Gustav Klimt’in Sonja Knips resmindeki kırmızı kaplı defterden Osmanlı okçu yüzüklerine kadar binbir hikâye var. Ortaçağın daracık sokaklarında da öyle… Tabii isteyenlere kişiye özel, ilgilerine uygun program da hazırlıyorum; Jugendstil mimari yahut Habsburg’ların mezarlığı…
Malum, bir şehrin yerlisi bile olsak, şehirler sürprizlerle dolu. Doğma büyüme Viyanalı kocamı görmediklerini gösterip epey şaşırtmışlığım var.
Pandemi sürecinde Viyana’daki sanatsal, kültürel etkinliklere ne yönde bir düzenleme geldi?
Önce her yer kapalıydı, malum; bütün müzeler, bütün konser salonları, lokantalar, yiyecek ve ilaç satanlar hariç her yer. Altı hafta sürdü galiba. Sonra mayıs başından itibaren aşama aşama açıldılar. Önce geniş alanı olan büyük müzeler, sonra küçüklerin çoğu da açıldı. Başlangıçta maskesiz gezilemiyordu, şimdi grup olarak değil de tek başına gezenler için maske zorunluluğu yok.
Bazı etkinlik ve festivaller iptal edildi, bazıları ertelendi, kimisi online yapıldı kimisi de seyirci sayısını azalttı. Yazın açık havada yapılan sinema gösterimlerinde sandalyeler birbirinden epey uzak yerleştirildi filan…
Ama bu, her an her şeyin değişebileceği bir konu tabii.
Görkemli saraylar, devasa müzeler, dünyaca ünlü kütüphaneler… Viyana mimari açıdan büyük bir ihtişama sahip gibi. Peki insanların yaşadığı evler nasıl?
Hiç fena değil. İki dünya savaşı arası sosyal demokratların yönettiği “Kızıl Viyana”, onbinlerce sosyal konut yapmış. Susuz, güneşsiz odalarda yaşayan yoksullar; çocuk yuvası, çamaşırhanesi, bahçesi, güneş gören penceresi, banyosu olan devasa sosyal konut komplekslerine yerleştirilmişler.
Bugün de bu sosyal konutlar tüm kiralık konutların içinde önemli bir yer tutuyor. Ama eski binalarda tuvaleti evin içinde değil de apartman koridorunda olan daireler bugünü bilmiyorum ama on-onbeş yıl önce hâlâ vardı.
İstanbul’a, Türkiye’ye gelip gidiyor musunuz?
Son yıllarda İstanbul’a gitmedim hiç, Datça yarımadasında buluşuyoruz ailemle…
Yeni kitap çalışmalarınız, farklı projeleriniz var mı?
Aslında Yahudiler’in İstanbulu’ndan da önce, 2005’te bir yayınevinin siparişiyle yazdığım Kilitli Şehir Viyana kitabı vardı ama onun talihi yaver gitmedi. Sosyal medyada Viyana Anahtarı adıyla yazmamın sebebi de kitabın adıydı zaten… Şimdi o kitabı yeniden ele mi alsam yoksa zamanın ruhuna uygun, minik bilgilerle bir fotoğraf kitabı mı hazırlasam bilemiyorum, belki röportajı okuyanlar, yönümü belirlemem için öneride bulunurlar.
Sevgili okuldasım, Okşan’cıgım;
Roman yazarken bile karakterlerı tarıhsel -sıyasal doku üzerınden biçimlemek gerekırken; bununla sokaklarda, köşebaşlarında karsılaşmak ne degerli… İlk geldiğimde Vıyana’ya, onca turıst kalabalıgı içinden benim seçilip Müzenin yerının sorulmasıyla onore olmuştum:)
Dilerım bir gün, senın rehberliğinle donanıp bu onuru gercekten hak ederım. Kutluyorum, tekrar ve hep????
Çok güzel bir söyleşi olmuş. Değişik bilgiler edindim.
Teşekkürler
Sevgili Okşan.., Yazılarındaki ustalığın, akıcı anlatım ve öğrenme yeteneğin, o küçüklüğünden bu yana çalışma azmin, rehberlik konusunda da senin mükemmeliyetçiliğini öne çıkartmış.. İçindeki o öğrenme ve paylaşma isteğin hiç bitmesin…Tebrikler.