21 Ekim – 21 Kasım tarihleri arasında Galeri Selvin’de “Çünkü Bu Bir Oyun” isimli kişisel sergisiyle sanatseverlerle buluşacak olan başarılı sanatçı Ozan Ünal ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Ünal’ın kadın ve erkek figürlerinden türeterek öykülediği heykellerinin yer aldığı kişisel sergisi, Adem ile Havva’dan bu yana, kendimize ve birbirimize oynadığımız; belki bazen esneyen gerilen, hatta dönüşen ancak hiç değişmeyen oyunlar üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor. Röportaja başlamadan önce sizlere bu güzel sergiye gitmeyi mutlaka tavsiye ediyorum.
Elif Patan: Merhabalar Ozan Bey, eserlerinizde genelde bir fikirden ya da duygudan yola çıktığınızı görüyoruz. Her eserinizde bizlere bir şeyler anlatıyorsunuz. Kendiniz de eserlerinizde hikayeler anlatmayı sevdiğinizden bahsediyorsunuz. Anlattığınız hikayeler nasıl ortaya çıkıyor? Esinlenme sürecinden bahseder misiniz?
Ozan Ünal: Merhaba. Bende bir şeyler üretme isteği bir fikir ile başlıyor evet. Aslında hisle demeyi tercih ederim. Bu his genelde bir karalamaya dönüşür. Sonrasında belki öyle kalır belki de heykele dönüşür. Somut görüntülerden etkilenmem genelde. Soyut görüntü ya da somut hallerin bende oluşturduğu soyut histir beni üretime iten. Bir hikaye denebilir mi bilmiyorum ama anlatmak isterim arkasından bu hissin. Çizerek ya da yazarak, çoğu zaman beraber. Heykele dönüşme süreci bundan sonra başlar genelde. Dönüşebilir ya da dönüşmez.
Hayatınızda çok önemli biri olduğunu belirttiğiniz Ahmet hocanın sizi önemli bir konuda yönlendirdiğinden bahsediyorsunuz. O da “okumak”. O zamana kadar ağırlıklı olarak çizen ve üreten buna oranla daha az okuyan biriydiniz. Yetenekle ya da yeteneği geliştirmeye çalışmakla birlikte okumanın da sanatçıyı çok fazla beslediğini ve tekniksel bilgiyi de arttığını söylüyorsunuz. Önemli ancak kimi zaman atlanılan bir detay olan okumanın sanatınızı nasıl beslediğinden bahseder misiniz?
O zamanlar benim üniversiteyi bitirme sürecim. Karalamayı okumaya daha çok tercih ettiğim; elimden kalem kağıdın düşmediği zamanlar… Okumakla ilgili bir şeyler söyleyebilecek durumda olduğumu sanmıyorum. Naçizane okumak geniş bir yelpaze. Bana o zamanlar hocamın bu öğüdü vermesinin nedeni; karaladığım palavraları neden yaptığımı anlamamı sağlamaktı. nerede olduğumu nasıl olduğumu… daha çok kendimle ilgiliydi yani. İyi bir okuyucu olarak görmem hala kendimi. bir yazarı sevdiğim zaman genelde ne yazdıysa basılan; hepsini okurum. bilgiyle ilişkim biraz karışıktır. Palavralar uydurabilmek için bilgi kadar; belki daha çok öz sezgi ve yoruma gereksinim olduğunu düşünüyorum. Hatta bununla ilgili uydurduğum bir alegori vardır ki; “sanat sanmaktan gelir.”
“Bir Var-lık Bir Yok-luk” isimli kişisel serginizin ardından yaptığınız söyleşilerden birinde “Birçok heykelimde şunu fark ettim aslında siz onu izlemiyorsunuz, o sizi izliyor” diyorsunuz. Neden bilmiyorum bu lafınızı duyduktan sonra her eserin karşısına geçip onu izlerken sanki ben de izleniyormuşum gibi hissetmeye başladım. Sanat aslında biraz da bir eserin karşısına geçip onda kendimizden bir şey bulmaya benziyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Her bir eserin karşısında kendimizden bir şey bulmak mümkün değil zaten. Gerek de yok. Ama bazı işler vardır ki izlersiniz ve yoğun bir empati hissedersiniz. Bir şey anlamadım ben bu eserden diye bir şey yoktur mesela; bir şey hissetmedim vardır. Kendi üretimlerimde figürle bir ilişki kurarım ister istemez. Sadece benim hikayemin başrolü değildir O. Onun anlattıklarını da dinlerim. Bana ne söylediğini. Ve bittiğinde siz O’nu izlerken O da sizi izler. Eğer hissederseniz; o da sizi duyar.
Şimdi biraz geçmişe gitmek istiyorum. Selvin Galeri’de “İnsan Kara Bir Leke Değildir” isimli ilk kişisel serginiz 2014 yılında sanatseverlerle buluştu. Bu biraz da hayatınızda “ben bunu yapmak istiyorum” dedikten sonra gelen ilk kişisel sergi oldu. Süreçten bahseder misiniz? “İnsan Kara Bir Leke Değildir” nasıl ortaya çıktı?
Atölyemi açıp çalışmaya başladıktan 13 sene sonra gelen bir sergidir. “İnsan Kara Bir Leke Değildir”, Elinden bir sürü iş gelen bir adamın; kim olduğunu, ne yapmak ve nasıl yapmak istediğini aradığı bir sürecin sonunda; demirle anlaştığı ve onu yoldaş bilmesiyle başladı. Biriktirdiğim ne varsa ortaya döktüğüm; üretirken öğrendiğim, anlattıkça hatırladığım… Hikayeler vücut buldukça olmam gereken yerde olduğumu anladım. Sonrası aynı sürecin; içinde hep devinen gelişen bir parçasıdır. Hala dinliyorum ve hala o kara lekelerin peşinden gidiyorum.
Sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil bana sorarsanız tüm insan ilişkilerinde geçerli olan bir şeyi, bizi bir parça çocukluğumuza götürerek anlatıyorsunuz. “Tahteravalli” bizi insan ilişkilerindeki dinamikler üzerine düşündüren bir sergi. Tüm bu dinamiklerle birlikte denge, sizin de deyiminizle “Cebinde ortak ağırlıkları olanların ödülüdür.” Tahteravalli’yi sizden dinleyebilir miyiz?
Bir çubuk üzerinde duran bir kadın ve erkeği çizmem; ve ilişki denen şeyin bu dengeyi korumak olduğunu fark edip karalamam neredeyse okul yıllarıma uzanır. Yıllar sonra derinleştirmeye karar verdim çünkü hiç bir şey değişmemişti. Üzerine düşümdüm ve kısa öyküler yazdım bronzdan ilişkilere dair. Temanın plastiğin önüne geçtiği bir heykelle karşılaşmak izleyici için de kendini düşündüğü bir deneyim oldu sanırım.
Türkiye’de sanatın konumu üzerine ne düşünüyorsunuz? Heykel, sizce ülkemizde hak ettiği yeri bulabiliyor mu?
Bu beni aşan bir konu. Sanat tarihçileri ya da toplumbilimciler bu konuda daha çok yorum yapabilirler elbette. Şunu gözlemleme şansım oldu ki bu topraklar birçok etnik kökenin ince işçiliklerine tanık olmuş. Zanaat sanattan önce gelmiş hep ve hatta öyle bilinmiş. Özellikle heykel gibi bir disiplinde, işçiliğe saygı duyuluyor gördüğüm kadarıyla. Zira bizler atölyelerimizi genelde sanayi bölgelerinde açıyoruz ve üretimlerimiz sırasında etkileşim halinde olduğumuz insanların da çoğu zanaatkar. Kabul edilme genelde saygı ile başlıyor. İzleyici için de çok farklı değil durum. Manipüle edilmemiş izleyici öznel beğenisini oluştururken, altta bir yerlere sanırım bu beklentiyi de koyuyor.
2020 yılında Barcelona’da “Çünkü Bu Bir Oyun” isimli kişisel bir sergi yaptınız. Serginizin oluşum sürecinden bahseder misiniz? Yurtdışında nasıl tepkiler aldınız?
“Çünkü bu bir oyun” ilk olarak Barselona’da açıldı. Aslında açılamadı ilk anda pandemi nedeniyle 3 ay ertelemeyle açıldı ancak sergi sırasında yine durum kötüleşti orada. Çok bir şey anlayabildiğimiz bir organizasyon olamadı ne yazık ki. Zira işler halen orada; muhtemelen daha iyi bir zamanda tekrar değerlendirilecek. Ama yurtdışı ilgisiyle ilgili bir şeyler söylemem gerekirse; ne kadar yerel hikayeler de anlatsanız bazen; konuştuğunuz dil samimiyse; orada da anlaşılıyor. Bunu çok kez gözlemledim ve çok hoşuma gidiyor. Geçen sene İstanbul’da da yapmayı planlıyorduk bu sergiyi ama olamadı. Bu sene açıyoruz ama bir terslik olmazsa. 21 Ekim’de Galeri Selvin’in Arnavutköy’deki salonunda 1 ay süreyle sergilenecek.
Hazırlığı içinde olduğunuz kişisel bir sergi planı var. Bizi son serginizde neler bekliyor?
Dediğim gibi pandemide herkesin programları kaydı ister istemez. Geçen sene açamadığımız sergiyi açıyoruz bu sene. Önce size bu sergiden bahsedeyim:
“çünkü bu bir oyun ” insanın kendine / kendiyle ve karşısındakilerle oyunu etrafında dönen bronz figüratif heykellerden oluşuyor. Onlar için bir oyun olduğu kadar benim için de öyle. Dediğim gibi bende üretim karalamayla başlar. Heykelin başına geçtiğimde yapacağım şeyi; en azından büyük kısmını biliyor olurum. Bu grupta ben de bir oyun oynamak istedim. Kendimle, sınırlarımla, konforumla… Sadece bir kadın ve bir erkek figür yapıp onu onlarca adet çoğalttım. Önüme aldım hepsini ve oynamaya başladım.
Değdirdim…Uzaklaştırdım. Birleştirdim… Ayırdım. Ekledim… Çıkardım. Oynadım kendileriyle; kendi kendileriyle. Birileriyle; birbirleriyle. Ve orada dinledim bana ne anlattıklarını. Onlar konuştu; ben sadece yol açtım.
Bu sene için düşündüğümüz sergim de umarım seneye açılacak. Üzerinde şimdiden neredeyse 2 yıldır çalışıyorum. “rüya anıdan sayılır mı?”
Büyülü gerçekçi bir havası var. Beton demir ve paslanmaz çelik işler olacak. Genelde büyük boyutlu heykeller. Birçok detay düşündüm bu sergide. Büyük heykellere göndermeler yapan daha küçük heykeller / formlar vs. olacak bir dolu mesela. Bu grup için çizdiğim onlarca karalama var. Hepsi heykel olmadı tabi; kimi bir detay oldu, kimi hiçbir şey; sadece his olarak kaldı. “rüya anıdan sayılır mı”nın mutfağı; tüm karalamalar, eskizler, yazılar bir kitapta toplanıyor. Sınırlı edisyonda basılacak…
Bunun gibi bir sürü şey… 21 Ekim’de sergiyi açmamızla beraber tekrar bu seriye devam edeceğim.
Son olarak röportaj için teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.
İlk yorum yapan siz olun