Dışarıdaki hayatı izlediği penceresinden görüp de önemsemediği inşaat, normalleşme süreciyle birlikte çalışmaya başlamıştı. Halbuki iki yıldır birkaç demir parçasının, sembolik bir vincin bir köşede durduğu, terk edilmiş bir alandı burası. Anlat desen, içindeki girdabı anlatamazdı Ada. Kabına sığdıramadığı ne çok şey vardı. Çoğalanları sağaltarak yakasına iliştirip buluşmalara gitmesi gerekiyordu. Biraz karanfil kokusu gerekti şimdi belki herkese. Pandemiden sonra ortak kaygıların yanında Ada’yı en çok rahatsız eden şey ses oldu. Birazdan anlatınca anlayacaksınız tabii; ama şöyle dersem daha afili olacak: Gürültünün içine bıraktığı mide bulantısı ve kendi iç sesine karışan yanı, onu hayatın karşısında bu kez güçsüz bırakmıştı!
AVM’nin arka çıkışına bakan penceresi, inşaat da tam arada kalıyordu, meğer çoksesli bir çığırtkanlığı yutuyordu. Ada, naif bünyesinin de aynı çığırtkanlığı yuttuğunun ayırdına yeni varmıştı. Şimdi ikisinin de kusma zamanıydı. Günlüğüne bunu şöyle not almıştı:
“Kaç aydır dünyaca yaşadığımız karantina, artık birer rakama dönüşen ölüm haberleri, olayın ciddiyetini kavrayamamışlar ve olayı fazlasıyla ciddiye alanlarımız… Hepimiz bir gitarın telleri arasında balkondan balkona savruluyor gibi yaşıyoruz karantinayı. Benim balkonum da, pencerem de inşaatın cızırtılı notalarına açılıyor. Biliyorum, pek çok şey var kaçırdığımız. ‘Bu yaşadıklarımız, bir inşaatın yanında hiçbir şey!’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama inanın, Çin’in bana yaşattığı tek işkence Korona değil. Kulağımın dibinde zaman tanımayan ve beni tanımakla meşgul olduğum evimde kıskıvrak yakalayan bu gürültü de, tabir yerindeyse bir Çin işkencesi. Ve kalbimin odalarında, bambaşka bir dünya yaratıyor. Çoğu zaman benden habersiz…”
Alışmak diye bir şey yoktu. Alışamıyordu Ada. Bir süre sonra gerçek mi, değil mi ayırt edemediği sesler duymaya başladı. Yeni normalleşme süreciyle bütün gün uyumayan şehir, onu da uyutmuyordu. Her şeye alıştığını zannettiğinde sol yanından yorgun bir horlama sesi yükseldi. Burnunu sıktı, nefes normale döndü. Tıpkı yeni normal gibi… Normal; ama değil. Artık o da normal değildi ve saat çoktan üçü geçmişti. Dili damağı kupkuru! Mutfağa gitmek, buzdolabındaki soğuk su şişesini lıkır lıkır tepesine dikmek istiyordu. Gücü yoktu. Şunun şurasında sabaha ne kaldı, diye düşündü. Caddenin çirkef sesi susuzluğunu bile bastırıyordu. Duymadan edemiyordu. Ne düşünüyordu, bilmiyordu. Artık tavanda da yazmıyordu.
Tavandan okuyamadığı kargacık burgacık birkaç kelime, az sonra uykuya teslim olduğunda rüyasında selamladı onu. Anlamsız bir orkestra sanki Ada’yı şenliğe çağırıyordu. Sahnedeki yeri müthişti. Ama ömrü kısaydı. Çok değil bir iki saat sonra inşaat sesiyle sıçrayarak uyandığında, hafızasında kalanlar şunlar oldu:
“Muziplere ve komiklere yer arıyoruz; hem bizim dairede hem yan dairede.”
Bu karantina işi ve sonrasında gelişenler, Ada’yı biraz fazla yormuştu belki de. Her zaman bir sebep bulduğu gibi, bu kez de rüyalarını uykusuzluğa ve bu yorgunluğa yormuştu.
Başlangıçta başka evlerde yanan ışıkları merak etti bir süre. Bu ortak korkuyla evlerin nasıl başa çıktığını? Çünkü güneş bile artık nereyi ışıtacağını bilemiyordu. Oysa güneş her şeyi bilir zannederdi Ada. O da susmuştu. Bir süre her şey sustu. Meğer o günler, beyninin en huzurlu günleriymiş. Ada, insan olmanın dayanılmaz çelişkisinde bir kıskaçtaydı şimdi. Bu kıskaca ilk ne zaman takıldığını sordu kendine. Galiba biliyordu ve bildikleri, canını çok yakıyordu…
Pandemide artık alışma evresini yaşıyordu dünya. Garipti; ama çabuk alışılmıştı. Ada, henüz gürültüyle boğuşmaya başlamamıştı. Yani gürültü bunlardan biri değildi diyelim. Aksine, bir dehlizde sessizliğin kimyasını bozan yanlarıyla bir savaştaydı. O zaman da alıştığı gürültünün eksikliğini yaşıyordu. ‘Keşke yaşadığım tek eksiklik bu olsaydı.’ diyeceğinden habersizdi. Kalbinin bir odacığının tamamen kapanacağını bilmiyordu. 2 Nisan’ı, 3 Nisan’a bağlayan gece yine uzun uzun yazdı. Bilgisayarını kapattığında saat çoktan sabahı geçmişti. Güneş doğmuş, Ada uyumamış olmasına rağmen pencereden bakmayı bile kaçırmıştı. Oysa pencerede ne çok zaman geçirirdi. Bugün ve bundan sonraki birkaç gün değil güneşin doğuşu, zamanın nasıl aktığını bile hiç fark etmeyen bir ruha dönüşeceğinden bihaber, kendini yatağa bıraktı. İçinin sessizliğini, huzursuz yanını yine yorgunluğuna verdi. Ne kadar yorulursa yorulsun, kolay uyuyamayanlardandı. Tavanda yazılı düşünceler aydınlıkta daha net olur; bir süre onları okudu ve usulca, zamanını kestiremediği bir yerde nihayet uykuya daldı.
Ve sonra telefonun acı acı çalışına uyandı.
Tamam, bu nasıl olur bilmiyordu. Çalan pek tabii sıradan bir telefon titreşimiydi. Ama sonrasında yüreğine bırakacağı boşluk, filmlerde, romanlarda çalan acı acı telefonların anlamını bir cümlede portakal çiçeklerinin esintileriyle, annesinin sesinden öğretiverdi:
“Halanı kaybettik.”
Hepsi bu kadar. Hiçbir şey diyemedi Ada bu cümleye karşılık. Ona annelik eden, bu yaşa gelmesinde emeği olan iki gözünün çiçeğinin toprak olduğu ve Ada’nın son görevine yasaklar sebebiyle yanına gidemeyeceği gerçeği tavandan inmiş, aynanın yanına boylu boyunca asılmıştı. Telefon öğretisinden sonra Ada’nın takıntılı aklına gelen ilk şey, romanları boşuna okuduğu filmleri boşuna izlediği oldu. Nasıl olmuştu da değerlisinin, Ummuş’unun bu dünyadan gidişini hissedememişti? Tek bir soru birkaç saat kemirdi içini:
“Benimle bir vedalaşma anı yaşamadan mı gitmişti yani?”
Telefonuna düşen bildirim, öylece gitmediğinin yanıtı gibiydi. İki gece önce ansızın aklına düşen Ummuş’la bir anısını anlattığı küçük öyküsünün yayınlandığı haberini veriyordu. Meğer Zafer Kırtasiyedeki gece mavisi elbiseli bebeğin özlem dolu hikâyesiyle kalben vedalaşmışlardı ya da buna inanmak ona çok romantik geliyordu. Bu, bundan sonra onunla hep konuşmaya devam edeceğinin, bunca çocuk suskunluğunun yanında onunla şimdi yeniden tanışacağının da titreşimli işaretiydi. ‘Benden vazgeçmemiş. Bizimkisi öylece sıradan, dünyalık bir hala yeğen sevgisi olarak kalmayacak işte.’ diye düşündü. Onu andıkça, yazdıkça hep sevmeye devam edecekti ve o da hiç ölmeyecekti. Gözyaşları, çok sevildiğini hissettiği bencil bir sevince karıştı. Ona bir de bu haberin ardından yazdı ve şöyle bitirmişti vedasını:
“Seni çok seviyorum.
Ben gelene kadar kimselere bana sarıldığın gibi sarılma, baktığın gibi bakma.”
Hayatın şifresini çözmüş gibi hissediyordu. Tabii uzun sürmedi. Sürmezdi. O ilk aklını çelen sevincin ardından, birkaç taziye telefonuyla kafasına balyozla vurulmaya başlandı. Herkes teselli etmek için başta zor geleceğini; ama nasılsa alışacağını, daha az üzüleceğini söylüyordu. Oysa Ada üzülmekten korkmuyordu ki, onu unutmaktan korkuyordu. Ondan başka çocuğu yoktu. Babasından başka kardeşi yoktu. Annesi yoktu. Babası yoktu. ‘Biz olmasak onu hatırlayacak belki birkaç komşusu vardı; birlikte salça kuruttukları, yufka ekmek yaptıkları. Ama onlar da zamanla hayatın telaşına düşüp unutmaz mıydı?’ diye iç geçirdi. Unuturdu ya! Unutulmaz mı hiç! İnsanlar, her gün ekranlardan o gün virüsten kaç kişi öldüğünü kontrol ediyor ve sonra rakamlara alışıyordu. Ölüm bu, insan alışırdı.
Ada’nın şimdi hayattaki en büyük korkusu, Ummuş’u unutmaktı. Başkalarına göre kendine işkence ediyordu. Evet, belki de bu bir çeşit işkenceydi; ama onu asıl şimdi tanıyordu. Akdeniz; sıcağından mıdır, bolluğundan mı, pek sessizdi. O çocukken hiç konuşulmazdı. Yani konuşulurdu da, büyükler büyüklerle konuşurdu işte. Şimdi anıları, aslında kalbinde, hafızasında kendi yazdıklarından ibaretti. Ada, Ummuş’uyla asıl şimdi gerçek bir sohbet alanı inşa ediyordu kendine. Varsın ona deli desinler, bu deliliğe eziyet desinlerdi. O, sadece Ummuş sonsuz olsun diye öyle uzun uzun konuşuyor, uzun uzun yazıyordu. Günlüğündeki bir başka çığlıklı cümlede şöyle diyordu:
“İçimden dökülenler, çocukluğumun bilyeleri mi sanıyorsunuz? Onlar, kadınlığımın günebakan çiçekleri; ışığını arıyor…”
Yine de bu arayışa gelmek kolay değildi. Önce ülkenin geri kalanından da derinleşen bir sessizliğe gömüldü. Kimseyle konuşmadı. Hırçın değildi; ama konuşmak, gülmek, yemek, hiçbiri gelmiyordu içinden. Sadece kedisini seviyor, yemeğini, suyunu veriyordu. Sessiz ve yazı dolu geçen günlerin ardından bir nebze olsun ferahlık günleri esti. İlginçtir, ona yaşarken bile bu kadar sarılmadığını düşünüyordu. Oysa kulaklarında çınlıyordu; Ummuş bir ‘Cülüğüm’ derdi, bin ‘Cülüğüm’ dökülürdü o tatlı dilinden. Şimdi salondaki köşe koltukta bir sohbetleri peyda olmuştu. Yüzü ne zaman düşecek olsa, Ummuş karşısındaydı. Her gündüz düşünde ruhundaydı; hissediyordu. Yorgun hissettiği, canının yandığı her anın sonrasında dinlendiren düşleri vardı artık. ‘Yaşarken kıymetini bilmemek böyle bir şey mi? Ya da ben ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal bir dünyanın içindeyim böyle?’ diye yazdı günlüğüne. Kendisine zalim olma nöbetindeydi yine. Bir yandan da, bazen hayalin gerçeğinden daha tatlı bir gerçek olacağını bilecek kadar büyümüştü. Hem hala çocuktu, hem değildi. İç içe geçmiş tazeliklerdi bunlar. Zaten kime ne zararı vardı, tahta kaşıkla soğanları pembeleşinceye kadar kavururken Ummuş’la ettiği sohbetlerin? Biliyordu. O, Cülüğünü merak edip şöyle bir yoklamaya geliyordu.
Hepsi bu.
Ona, karşı komşunun küçük kızı ile adını dahi bilmeden gülümseyerek arkadaş oluşlarını anlatıyordu. Yağmur sonrası aklına gelen bahçelerindeki yenidünya ağacını, Nisan yağmurlarında saçı uzasın diye ıslanışını, ürttüğü bilyeleri, sokakta hep sekerek yürüyüşünü, hep gülen bir çocuk oluşunu konuşuyorlardı. Şen şakrak gülerek ‘Bekleyemez daha yeşilken yerdin yenidünyaları. O Nisan yağmurlarında da hep hasta olurdun.’ diyordu Ummuş. O hallerine Ada da gülüyordu. Tavşan dişlerinden sebep fotoğraflarda hiç gülmeyişi düşüyordu aklına, ses etmiyordu. Onu hep gülen bir çocuk olarak hatırlayışına seviniyordu…
Gündüz düşleri iyi de, geceler çok zor geçiyordu. Düşler, pencereyi kapatıp mesafeyi uzatınca inşaatın sesini bastırıyor da, gece olunca beyninin içindeki sesleri susturamıyordu. Bir vesvese, bütün sevdiklerini kaybedeceğini fısıldadıkça yatağa, sevdiğinin kollarına, gözyaşlarına, eve sığamıyordu. Bazen hayatın omuzlarına dokunup güç verişini ve kulağına fısıldadığı tatlı sözleri kaçırıyormuş gibi geliyordu. Görüyor, duyuyor; ama zihnindeki gürültüden karşılık veremiyormuş gibiydi. Sanki bir an düşünmezse ve şu inşaat susmazsa unutacak ya da delirecekmiş gibi…
O, kendi iç dünyasında bunları yaşayıp yazarken dışarıda neler oluyor, kestiremiyordu. Sessizliği fark ediliyor muydu, yoksa hali bir yerden sonra normal mi geliyordu? Tuna’dan kaçmıyordu tabii aynı evin içinde. Artık en azından kendisiyle konuşması için ısrarcıydı. ‘Ben senin hayat arkadaşınım. Yalnız bırakma kendini, bari bana anlat.’ diyordu sürekli. Belli ki fark eden birileri vardı. Bunun, kalbinde bir yere iyi geldiğini hissetmişti. Dayanamayıp böyle gecelerden birinde kalbini korkutan o konuyu konuşmak istedi. Bir soruyla başlamak en iyisiydi:
“Tuna, sen ölmekten korkuyor musun?”
Ada’nın çoktan ıslanmış gözlerine bakarken sanki bu soruyu bekliyormuş gibi bir çırpıda, ‘Senin benden önce ölmenden korkuyorum.’ diye yanıtlamıştı Tuna. Demek o da düşünmüştü. Yine de şaşkındı Ada. Bu net yanıtın karşısında ‘Neden?’ diyebildi. Yine yanıtı kısa ve bu kez çok derindi:
“Çünkü sen daha güçlüsün, bununla baş edebilirsin; ama ben edemem.”
‘Demek ben daha güçlüyüm!’ dedi Ada; ama içinden. Konuşma kendiliğinden gecenin ışıkları arasında yatağa gömülmüştü. Ada buna alışkındı; ama demek onun da şaşırmaya devam etmesi gerekiyordu. Belli ki Tuna’nın, Ada’nın yüreğinde kopan fırtınalardan ve gücünün tükendiğinden haberi yoktu. Tuna derin bir uykunun kollarına teslim olurken Ada, yataktan usulca sıyrıldı. Salonun yolunu tuttu. O gelip de koltuğa boylu boyunca uzanınca, kedi de uyandı. Hemen ayaklarının dibindeki yerini aldı. Günlüğüne şunları karaladı Ada, kedinin sıcaklığında:
“Bir yanım suskun olsa da, bir yanım her şeyle dalga geçip gülüyor diye bu beni daha güçlü biri yapıyor sanırım. Artık buna ikna oluyorum. Çevremdeki herkes beni tanımlarken bu yönümden mutlaka söz ederdi. Peki ben aslında böyle hissetmiyorsam, bu şimdi beni yalancı mı yapıyor? Hayda, al sana bir kemirgen düşünce daha!”
Yaşamak neden bu kadar zordu? İnsan, ölümle karşılaşınca bedenini bir inşaatın zemininde buluyordu demek. Şimdi Ada’nın sınavı da bu gürültüden güçlenerek çıkmaktı. Demek o ölümler karşısında güçlüydü ha! Ah bir anlasalar o, Ummuş onu bırakmadı diye güçlüydü. Tamam, belki hepsi kafasının içindeydi. Belki hayal ediyor diye vardı. Tüm bu düşüncelerin kıskacında, günlüğüne büyük harflerle şu soruyu mühürledi:
“BEN NE ZAMAN DELİRMİŞ SAYILACAĞIM?”
Pandem, yaşam ve ölün üzerine çok anlamlı bir hikaye Kalemine sağlık.