Psikolojinin demirbaş isimlerinden, psikiyatrist Carl Gustav Jung, insanlar arasında taktığımız birden fazla “maske” olduğuna kanaat getirdi ve buna da “Persona” adını taktı. Persona, toplum içerisinde kabul görmeyi istiyorsak, hayvansı eğilimlerimizi ehlileştirmemiz ve onun yerine bir “maske” takmamız anlamına geliyor. Carl Gustav Jung, insanın, toplum içerisinde var olmak için böyle bir yönteme gitmesi durumuna “Persona” dedi. Peki bu kelime etimolojik olarak nereye dayanıyor?
Avrupa’nın, Orta Çağ’dan sonraki aydınlanma döneminde referans aldığı döneme kadar götürebiliriz Persona’yı. Yani Antik Yunan’a. Eski Yunan tragedyaları, tiyatro sahnesinde maske takan oyuncularla doludur. Maske nesnesinin tiyatro ile bu kadar özleşmesi ve alttaki şu meşhur görselin de yine tiyatroyu temsil etmesi buna dayanır.
Persona sözcüğü de işte, çeşitli rolleri canlandırırken oyuncuların taktığı maske anlamına geliyor. Avrupa kökenli olan bu kelimeyle akraba olan farklı kelimeleri aslında Batı dillerinde güncel olarak da duyuyoruz: Person (kişi), personal (kişisel) gibi. Carl Gustav Jung’un “Persona” sözcüğüyle anlatmak istediklerini biraz daha açalım şimdi.
İnsan evladında, toplumun beklentilerine uygun hareket etme eğilimi vardır. Meraklı, canının istediği gibi davranan, tutkulu, hırçın çocuklar büyüdükçe bunlardan kendilerini “kurtarırlar”. Böylece günümüz “uygar” dünyasının “medeni” dediği insan olmaya başlarlar. Yani, hayvansı eğilimlerini bastırmayı başaranlar uygar insanlardır. Bugünün “uygar” dünyasının gözünde bazı kabilelerinin “ilkel” olarak adlandırılması da aslında bununla ilişkilidir. Kabileler, biz uygar topluluklara kıyasla içlerindeki gölgeyi daha az bastıran insanlardan meydana gelir.
Gölge derken neyi kastettim? Carl Gustav Jung şöyle der: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge insanın bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur.” Yani gölgenizle (hayvani eğilimlerinizin, yaratıcılığınızın, kendiliğindenliğinizin olduğu bölümünüzle) ne kadar az yüzleşirseniz o kadar güçlenir. Yine Carl Gustav Jung’a dönelim: “… insan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.”
Medeniyetin getirdiği kurallar bütünü, bize toplum önünde belirli kurallar dahilinde davranmamızı öğütler. Ancak içimizdeki “gölge”nin bizden istediği farklı şeyler vardır. Bu talepleri bastırarak yerine yeni sosyal kimlikler ikame ettiğimizde artık bizim de bir ya da birden fazla “persona”mız vardır. Yani maskemiz. Değerli psikiyatristimiz Engin Geçtan “Hayat” adlı kitabında konu hakkında şunları söyler: “Bir başka deyişle, persona toplum tarafından kabul edilebilmek için insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir.”
Öteki olmadan insanlaşmayan, yaptığı her eylemde diğerlerinin beğenisini, ilgisini isteyen insan evladı, elbette topluma uyum sağlamak için de gerekli “persona”ları temin edecektir. Ancak, psikolog Alice Miller’ın “Beden Asla Yalan Söylemez” kitabında aktardığı gibi: “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız.” Dolayısıyla, gölgesini bu denli bastırıp yerine farklı farklı personalar koyan insan; kendiliğindenliğini, yaratıcılığını, içgörüsünü ve duygusallığını da köreltmek zorunda kalır. Belki de Freud’un bize anlattığı gibi, sanatçıların, daha çok da yazarların “herkesin düşündüğünü söze dökebilmesi”ne de buradan bakmalı. İşi büyük oranda imge ile ilgili olan sanatçı, yaratıcılığın en yüksek mertebesindedir. Yaratıcılığını, özgünlüğünü, kendiliğindenliğini diğer insanlara kıyasla çok daha fazla konuşturması ise gölgesine kulak vermesinden ileri gelir.
Ego (yani Ben) ile bastırdığımız gölgemiz iş birliği içerisinde olduğunda insan kendini capcanlı hissediyor. Böyle durumlarda ego, gölgenin taleplerini bastırmak yerine onu doğru yerlere yönlendirmeyi amaçlar. Bu sağlandığında ise ortaya büyük bir sanat eseri, yaratıcı bir iş çıkabilir. Gölgemizden kaçarsak, onun çağrılarına kulağımızı tamamen tıkarsak, o yokmuş gibi davranırsak işler her zaman daha fazla karışacaktır. “Bastırılanın geri dönüşü” intikam alacağı günü bekler. O, asla unutmaz. Şayet egomuzun “durumu idare etmeye” yönelik çağrılarına çok fazla kulak verirsek, hayvani eğilimlerimiz kadar yaratıcılığımızın da saklı olduğu gölgeden uzaklaşırız. Böylece hayat cılız, yavan ve tatsız olur.
Personanın her şeye rağmen insana sağladığı yararlar da yok değil. Bugünün dünyasında, insanın günlük hayatını sürdürebilmesi için personalar zorunludur. İnsanlarla iyi geçinmemizi, çıkarlarımızı korumamızı o sağlar. Hatta, bir düşümüz, toplum ve kendimiz için hayırlara vesile olacak bir hayalimiz vardır kimi zaman. Ve bunu gerçekleştirmek için çıktığımız yolda, envaiçeşit insanla karşılaşırız. Ve bu insanlar arasında mutlaka ego şişmesi yaşayan, kompleks sahibi, narsisist eğilimler gösteren birileri vardır. Hayalimizi gerçekleştirebilmek, çıktığımız yolu yürüyebilmek için onların gerçek yüzlerini bilmemize rağmen bir maske takmamız gerekebilir. Aksi halde, tüm gerçekleri her zaman ve her yerde söylersek bu, başarı için doğru bir strateji olmaz. Bunu ne yazık ki, toplumları mahveden (Hitler gibi) tarihi kişilikler de uygulamıştır. Ancak personadan iyi insanlar da yararlanabilirler. İşte personanın insana sağladığı yararlardan biri budur.
Ancak, insan toplum içerisinde sürdürdüğü kimliğe kendini fazla kaptırırsa, kendine de yabancılaşabilir. Çünkü gölge tetiktedir. Saklı bulunduğu kutudan dışarı fışkırmak ister. Ego, persona (maske) ile çok fazla özdeşleşirse takındığımız rolleri öz kişiliğimiz zannedebiliriz. Carl Gustav Jung’a göre, eninde sonunda buna bir son vermemiz ve kim olduğumuzu öğrenmek için keşfe çıkmamız gerekir.
Bireylerin dışında, kalabalıkların personası vardır. Yine Engin Geçtan’a dönelim: “Yasalar ve gelenekler ‘grup personası’nı simgeler. Yasaların gereğince uygulanamadığı ya da geleneklerin yok olmaya yüz tutmaya başladığı durumlarda, grup personası tarafından denetim altında tutulmakta olan gölge özgürlüğünü ilan ederek başıboş bir biçimde dilediğince davranmaya başlar. Gölgelerin grup personası tarafından aşırı baskı altında tutulduğu gruplar ya da toplumlarda gölge birden bağımsızlığını ilan edebilir ve böyle bir durum zaman zaman çığırından çıkmış bir görünüm kazanabilir ki böyle bir olguyu ülkemizde bir süredir hep birlikte yaşamakta olduğumuzu söylemek yanlış olmaz sanırım.”
Gölgenin fütursuzca ortaya çıkabileceği senaryolardan biri, herkes için değilse bile, sarhoşluktur. Şahsen en çok karşılaştığım örneklerden biri; çok kabadayı, erkeksi pozlar kesen (kabadayı personası, diyebilir miyiz buna?) adamların, sarhoş olmaya başladıkları anda, müziğin de etkisiyle içlerinden zapt edilemeyen bir çocuğun çıkması. Bu çocuk; ya kıvırmak istiyor, ya sataşmak ya da ilgi duyduğu bir başka insana yaklaşmak. Hatta bu kabadayı personası sarhoşlukla kırıldığı anda ağlamaya başlayan erkekler de popüler bir diğer örnektir. Tabii ki peşin hükümlerden kaçtığımı tekrar hatırlatayım.
Tüm bunların sonucunda ego ile gölgenin “kârlı” bir iş birliği yapması çıkış yolu gibi görünüyor. Personasını (maskesini) çok dinleyen bir ego (Ben), bizi kendimize yabancılaştırırken sadece gölgesini dinleyen biri de sosyal düzende yer alamıyor. İyisi mi, sosyal düzenin içerisinde var olmak için gerekli şekilde davranırken bazen taşkın hareketlerde bulunma isteğimize de kulak verelim. Ego ile gölgenin kol kola girip bir ittifak kurmasına izin verelim. Bunun için en çok cesarete ihtiyacımız var gibi görünüyor. Günübirlik, saman alevinin kaderini yaşayan cesaretlere değil. Şehirler arası yolculuğa çıkmış bir cesarete.
Gölgesiyle bağları kuvvetli insanları toplum bir yandan eleştirirken bir yandan da onları hep merak eder. Sanırım bu bile, eleştiren toplumdaki insanlarla ilgili aslında önemli ipuçları veriyor. Yine Engin Geçtan ile bitirelim o halde: “Gölgesiyle barışık insanlar daima daha çok aranırlar, yaptıkları saçmalıklar yadırgansa bile.”
[…] https://www.gazetesanat.com/persona […]