Röportaj: Prof. Dr. Hayriyem Zeynep Altan
Ressam Hilmi Şimşek kendisini “Yaban Hayat Sanatçısı” olarak tanımlıyor. 22 yıldır icra ettiği sanatsal yolculuğu yaşamın sürprizli dönemeçlerinden bir hayli etkilenmiş. Hangimizin etkilenmiyor ki? Ancak sanatçı olmak, daha baştan kimi zorlukları göğüslenme sözü vermeye dayanıyor sanki. Şimşek’in aşağıdaki söyleşide ayrıntılarıyla gözlemleme fırsatını bulacağınız sanatçı kişiliğinin kökleri Eski Üsküdar ve Amasya arasında paylaşılmış. Bu noktada ilk görüşmemizin Üsküdar’da gerçekleşmiş olması da önemli. Kendi atalarımın memleketi. Dedem Muharrem Altan’a “Güzel Muharrem” diye seslenildiği 1900’lü yıllara ve daha sonra babaannem Hayrinüsa Nadide Altan’ın ıslanmayan kıvırcık saçlarıyla Kız Kulesi’ne yüzdüğü genç kızlık zamanlarına uğramadan geçilmiyor Üsküdar’dan. Hilmi’nin çocukluğu da 40 yıl öncesinde aynı yerlerde geziniyor. Anneannesi ve dedesiyle gittiği deniz kenarında deniz kabuğu toplayan bir çocuk var önce. Hayatı erkenden gözlemlemeye başlamış, doğayı kendisine kılavuz seçmiş bir küçük adam. Üsküdar ile Amasya arasında mekik dokuyan bu çocukluk bu yüzden “yarı zamanlı” ressamın tabiriyle. Baba tarafından gelen Şaman öğretisi Hilmi Şimşek’in dünyayı okumasına “sevgi” odaklı bir el veriyor. Babaannesinden babasına, ondan da Şimşek’e geçen bu ruhsal iklim; onun resminin bugün geldiği yer üzerinde derin bir etkiye sahip. Sadece sanatı değil elbette etkilenen. Hilmi Şimşek’in varoluş felsefesi bizzat onun varlığında hayat buluyor. Bu öğretide bitki, hayvan, insan; kısacası canlı olan her şey, birliğin ta kendisi. Erkek ve kadın da, geleneksel toplum yapısının dayattığı biçimde “farklı değil” onun kavrayışında: Aynı ruhun farklı biçimlerde tezahürü. Hem zihne, hem ruha, hem de bedene bir yol haritası çizen bu anlayışı taşımak ve yaşatmak pek de kolay görünmüyor. Neden mi? Çünkü sanatçı diğer alemlerden, yani başka bir boyuttan hakikat çağırabilen ve bu hakikati toplumsal sözleşmeye dahil etmek için dönüştürmek zorunda olan kişi. Ve bu durum, sanatçının anlaşılmasını hiç kolaylaştırmıyor.
“Her Rastladığın Sensin”
– Hilmi, senin çocukluğunu merak ediyorum. Kayıt öncesi sohbetimizden senin iyimser bir adam olduğunu algılıyorum. Üstelik kimi resimlerinde açıkça beliren coşku, huzur ve doğa sevgisi; bu merakımı arttırıyor. Doğayla buluştuğunda kaç yaşındaydın?
– Çok küçük yaşlar. Kendimi bildim bileli doğadaydım. Amasya doğumluyum. Amasya’nın doğası ve tarihi zaten özeldir: Bir yeşil ırmağın kenarında iki dağ. Çok eski bir kültür. Hititlerden bugüne, ne kadar medeniyet geçtiyse, hepsini içinde barındırır. Canlı açık hava müzesidir. Böyle olunca, hem doğa hem tarih; sanatla iç içe bir ortamdasın. Ve yarı zamanlı bir çocukluk benimki. Üsküdar- Amasya arası sürekli gelgitleri olan, koşturan bir çocuk düşünün. Anneannem ve dedem Üsküdar’da, baba tarafım beş göbek öncesinde İstanbul’dan görevli gönderilmiş Amasya’ya: Eski Osmanlı subayları. Yani Kurtuluş Savaşı’nın ilk savunma kuruluşu olan Kuva-yi Milliye’nin subayları. Babaannem kam; şifacı Şaman. Doğaüstü güçlerle iletişime geçtiğine inanılan dini kimlik, denebilir kama. Bizim ilk öğretimiz doğada başlar. Hayvanın da bitkinin de bir olduğunu, karşınızdaki bir kadın ya da bir erkek olsun, görünürdeki bu farklılığın yalnızca bedende olduğunu öğrenirsin çok önceden. Böyle olunca hiçbir şeyi ezip geçemezsin, her rastladığın sensin.
– Babaannen, sen kaç yaşındayken böyle bir öğretiyi senle paylaştı?
– Babaannemi görmedim. Ben doğmadan önce ölmüş. Babama el vermiş; babam aktardı bana bu bilgileri. Ben de ondan el aldım. Kamlığın pek çok yönü var. Bazı bitkilerin şifacı özelliklerini bilmekle birlikte, benim odağım hayvanlar oldu. Hayvanlarla konuşmayı seçtim. Onlarla çok kolay bağ kurabiliyorum. Her hayvanla konuşabilirim. Bu söylediklerim çoğu insana saçma gelebilir; “deli” diyebilirler, ama yanıtım “evet,”.
– Aslında saçma bir şey yok ortada. Ben de bitkilerimle konuşurum. Teyzem de konuşurdu. Biz ailecek ağaç ve çiçek sevdalısıyız. Bir gün üniversitede bir hocaya ölmüş çiçeğimden ve üzüntümden söz ediyorum. Bana gülerek şöyle dedi: “Dert ettiğin şeye bak. Aynısından alır, yerine koyarsın,”. Çok şaşırmıştım. Ancak bu düşünce tarzını artık daha kolay tanıyabiliyorum. Penceresi olmayan, hep aynı mekanik havanın içerde dolaşıp durduğu, dersliklerinin kötü otel salonları gibi neon koltuklarla doldurulduğu, yapay beyaz ışıkların altında zavallı fareler gibi nefes almaya çalıştığımız son moda, cafcaflı isimlerle pazarlanan üniversiteleri yaratan zihniyet, bu. Aydınlanmayı sadece elektrik, üniversiteyi ticari ortam öncesindeki hazırlık evresi, ağacı süs sanan anlayış, bu. Böyle çarpık bir hiyerarşide ağaç ta, hayvan da hatta kadın varlığı da değer sıralamasında “aşağı” olarak niteleniyor. Senin felsefene göre, bunu yapan insanlar; farkında olmadan kendilerini aşağılamış oluyorlar. Yeniden başa dönersek, ben şahsen konuştuğum her varlığın sesini duymak isterim. Senin, sesini en çok duyduğun hayvan hangisi?
– Benim ruh rehber hayvanım, karga. Ben sekiz yaşında, çayırlara uzanmış mavi gökyüzünü seyrederken geldi yanıma. Korkmadım. Zıplaya zıplaya bana epey yaklaştı. Temas kurdum, dokundum. Bir biçimde konuşmaya başladık birbirimize bakarken. Sonra ne zaman ciddi bir karar almam gerekse, karga gelir, bana yol gösterir. Rehber hayvanlığı zaten bize Asya’dan gelmiş bir kültürün yansımasıdır. İçinde bulunduğunuz duruma göre, bir kaç hayvan da gelip size ruh rehberliği yapabilir. Mesele, onların sesini duyabilmek ve size ne söylediğini anlayabilmek. Örneğin, bir karar alacaksınız; karşınıza sık sık kertenkele çıkıyorsa, size bir şey söylüyor zaten. Kertenkele tehlike anında, kuyruğunu bırakıp kaçan bir hayvan. Vazgeçmeyi bilin, der size. Makamsa makam, ilişkiyse ilişki, iş yeriyse iş yeri… O an değerli saydığınız o şeyi bırakın. Size yapışan şeyi bırakmanın zamanı gelmiştir. Ve bıraktığınız zaman rahatlarsınız.
– Anlattıkların ilginç ve insana kendini sorgulatan bir yanı var. Böyle bir içsel rehberliği bilinçli olarak ne zaman hayatına kattın acaba?
– Lise sonrasına denk geliyor bu rehberlik. Endüstri meslek lisesi mezunuyum. Epey eskilerdenim. Amasya’da sınavla okunan dönemdi. Rahmetli babam hep “mühendis olacaksın,” derdi. Ama güzel sanatlar istediğimi de bilirdi. Kendimi ispatlamak için mühendisliği kazandım, kaydımı yaptırdım. Ancak okuyormuş gibi yapıp okumadım. İstanbul’a geldim, güzel sanatların sınavına girip kazandım. Zaten yapmak istediğim hep resim ve karikatürdü. Küçük yaşlardaki doğa izlenimlerimi yeniden yaratmak istiyordum. Üsküdar’dayken eskiden bu sahil yolu yoktu, buralar kumsaldı. Rahmetli anneannemle gelir, burada denize girerdik. İnsanlar orada yüzmenin zevkini çıkarırken, ben deniz kabuğu toplardım, yengeçlerin peşine düşerdim. Amasya’ya gittiğimde yine öyle: Yaşıtlarım top oynarken, ırmak kenarındaki çamurdan geyikler, kaplumbağalar yapardım, güneşte kuruturdum onları.
– Bu anlattıkların üzerine şöyle soracağım: Tek başınalığı seven bir adam mısın?
– Evet. Kendi kendini eğlendiren bir çocuk olduğum için, öyleyim.
– Peki, ne zaman gerçek bir dostun oldu? Senin gibi bir adamın dostunu da merak ederim.
– Arkadaşlarım genelde benden büyüktür. Kendi yaşıtlarımla kurduğum iletişim çoğunlukla yetersiz gelir bana. Hep bir bilgi açlığı, dünya merakı vardır bende. Tecrübeli insan beni cezp eder. Elbette bunun eleştirildiği, tuhaf bulunduğu zamanlar da yok değil. Ağabeyim benden yedi yaş büyüktür. Ben kitap okuyup kafamda bir şeyler tasarlarken, anneme kızardı: “Hilmi’ye söyleyin. Dışarı çıkıp biraz yaşıtlarıyla oynasın. Yoksa kafayı yiyecek okumaktan, düşünmekten,”.
– Genelde böyle bir korku var toplumumuzda. Kitap okuyan kadınlara karşı da ciddi bir muhalefet var edebiyat tarihimizde: “Çok okuyan kadın, evde kalır,” diyen bir anlayış ya da anlayışsızlık. (Burada gülüyoruz. O evde kalan kadınlardan biri olduğumu anımsıyorum, Hilmi’nin bir A4’lük konuşan gülümsemesiyle.)
– Yabancı öykülerde, filmlerde de aynı korkunun izlerini görüyoruz. Bugüne kadar erkeğe ait olduğu kabul edilen bir alanda; hırsla, tutkuyla, merakla yer alıyorsa bir kadın ve başarılıysa, “delirdi” gözüyle bakılıyor ona. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
“Ciddi Mânâda Bilgelik Taşıyan Kadın, Kendisinin Kim Olduğunu Bilir”
– Kaybetme korkusu, diyorum. Her üniversite okumuş kadından söz etmiyorum. Ciddi mânâda bilgelik taşıyan kadın, kendisinin kim olduğunu bilir. Erkeğin karşısında dimdik durur. Gereken cevabı sözle de verebilir, duruşuyla da. Kendi ayaklarının üzerinde duruşuyla, zekasıyla. Ve erkek böyle bir kadını tercih etmez. Korkar bu kadından. Aynı şey, kadın için de geçerli. Ben bunu bizzat yaşadım. Dışarıdan, uzak bir mesafeden bakıldığında; arabesk bir izlenim bile verebilir yaşantım okura. İlk evliliğimin sonuçlarında deneyimledim bu olguyu. Oğlum, ilk evliliğimden. Sanatçıyım, demek zor. Ancak bundan daha zor olan, bir sanatçıyla evli olmak sanırım. Eski eşimin yerine kendimi koyup oradan da baktım. Sonuç: Toplumdaki acılar sanata yansıyor. Şöyle düşünürüm hep: Sanatçı sanki bu dünyaya gelmeden önce, ruhlar aleminde oturmuş, Tanrı ile pazarlık yapmışlar. Tanrı ona demiş ki; “Tamam, yaratma eylemimden sana bir parça vereceğim, git yarat. Ancak bunun karşılığında senin canını çok yakacağım,”. Siz Tanrı’yı çiçekte, böcekte, her yerde görüp insanlara varoluşun bir olduğunu göstermeye çalışırken; kendi hayatınızdan koparılmanız acı yaratıyor. Yaptığınız çiçeklerin üzerinde birisi zıplıyormuş gibi oluyor.
– Seni hayattan kopartan kim? Sistem mi?
– Hem sistem, hem aile kurgusu. Sanatçının gönlü zengindir, kesesi de giderek zenginleşiyor. Ancak bu zenginlik sanatçının verdiği emeğin karşılığı olamıyor maalesef. Başta ilişkilerde her şey toz pembe. İlk eşime duyduğum sevgi, aşk; benim doğa sevgimden kaynaklandı. Birlikte doğa yürüyüşleri yapardık. O da benim gibi yaban hayatın güzelliklerine hayran olurdu. Kendimden biri sandım onu. Ve benim kargam geliverdi. Yıllar sonra, bunun bir yanılsama olduğunu anlıyorsunuz.
– Bir sanatçının özel yaşamını dengede tutması kolay değil elbette. Şimdi de biraz resmini konuşalım dilersen. Bir başka söyleşiden şöyle bir açıklaman var: ” Asya sanatı Sumi-e tekniği ve Batı sanatı suluboya tekniğini sentezleyerek hayvanları ve doğayı çalışıyorum,”. Bu cümleyi bizim için açar mısın? Neden Sumi-e tekniği?
– Sumi-e, Japonlarda fırça resmi demek. Mürekkeple yapılan resim. Tek renk var. Sadece mürekkebi sulandırarak griler elde ediyorsun iki, üç ton. Yani gayet sade. Ve ruh var. Ruhla hareket ediyorsun. Benim resimlerim de böyle: İmgesel okumalara pek uygun değiller. Orada ruhun tasviri var. Kalabalıklar beni ilgilendirmiyor kompozisyonda. Esas olan, resmetmek istediğim şeyin ruhu: Hayvan olur, bitki, insan olur. Bu teknikte renk az. Ben de çok fazla renk sevmiyorum açıkçası. Göz yoruyor, dengeyi bozuyor. Tercihim, doğada egemen olan renkler. Haki, yeşilin tonları, hardal sarısı, yanık kahverengi, ara sıra kobalt sarısı, kırmızı…
– Günümüzde çok kullanılan janjanlı, neonlu renkler de var. Fosforlu pembeler, yeşiller, sarılar… Sen bu renkleri kullanmayı hiç mi tercih etmezsin?
– Kalıcı değildir bu renkler. Ancak bir gün su altı dünyasını resmedecek olursam kullanabilirim. Bu renkler; iki kadim arındırıcı olan su ve tuz ile hayat bulurlar. Denizden çıkartın neon renkteki mercanları, janjanlı deniz canlılarını; solar ve taşlaşırlar çok geçmeden. Yapılan çoğu çalışma maalesef gelip geçici şeyler, popülist eğilimler. Günümüz insanı gibi, parlatılmak ihtiyacına yanıt veriyorlar. Öyle bir renk yok ki. Her insanın bir rehberi, doğada olma amacı ve özünden getirdiği bir rengi var. Ben o renklere doğru yolculuk yapıyorum. Şimdi, sorunun diğer kısmına gelirsek; Doğu-Batı sentezinin içeriğine. Bize akademide verilen bilgiler var: Kompozisyon, derinlik, perspektif, renk bilgisi, doku. Öte yandan Japon resim tekniği Sumi-e’de doğrudan mürekkep iş başında. Bu mürekkep onların porselen ocaklarında biriktirdikleri kurumlardan, islerden yapılan, odun kömüründen müteşekkil bir şey. Ben doğanın renklerini çeşitlilik içinde kullandığımda, ister istemez aldığım akademik eğitimin verilerini de bu tekniğe taşımış oluyorum. Örneğin, renk uyumu. Bende zıt kontrast göremezsiniz. Komşu kontrastlar vardır: Yeşil-sarı, yeşil-mavi gibi. Renkleri Sumi-e tekniğine uyarladığım yer, burası. Resmime bir derinlik vereceksem, örneğin bir hava perspektifi kullanacaksam, elbette aldığım eğitimi bu anlayışa uyarlıyorum. Bu felsefede hiçbir şeyi kimseye beğendirme çabanız yok. Orada yaptığınız, kendinizle baş başa olmak. Mürekkebe yön veriyorsun. Su gider, renk kalır. Geriye sadece o ruh kalır. Belki de bu felsefeye bağlılığımdan ötürü fark ediliyorum: 2019’da bir Japon kanalı Chukyo Tv’de, Sumi-e temalı bölümde çalışmalarıma yer verilmesi elbette mutluluk veriyor.
– Sözlerinin üzerinden giderek şöyle bir saptamada bulunacağım: Bu biçimde tarif edilen bir sanat eyleminin günümüz sanat pazarında yer almak gibi bir kaygısı yok ya da olamaz. Acaba bu sanat tekniğini ilk uygulayanlar rahipler olabilir mi?
“Sakura Felsefesine Göre; Geç Çiçek Açarsın”
– Evet. Daha çok tapınaklarda yazı tekniğini bilen insanlar tarafından başlatılmış. Kaligrafi fırçalarıyla yapılan bir resimden söz ediyoruz. Japonya’da gezgin şairler vardır. Hem şiir yazarlar, hem de resim yaparlar. Bu kısa şiir türüne “Haiku” denir. En önemli Haiku şairlerinden biri Matsuo Basho’dur. Şiirlerinin yanına küçük küçük figürler çizmiştir. Bunun için bir eğitim var elbette. Ancak tam anlamıyla bir akademik eğitim almanız gerekmiyor. Antik Yunan Uygarlığı’nda heykel yapımında 1/7 gibi ölçüler, altın oran kullanılırken, burada ölçü doğanın kendisidir. Bu felsefeye göre, iyi insan olmak için çalışırsın. Aynı ruh halini koruman gerekir: Gündelik yaşamında da, resim üzerindeyken de dengede olmalısın. Bu felsefenin kuralları vardır. Samuray’ların yaşantılarında da bu kurallar geçerlidir. Örneğin, Sakura. Japonya’nın ulusal simgelerinden biridir. Anlamı, kiraz çiçeğidir. Sakura felsefesine göre; geç çiçek açarsın. Tam açtığındaysa mükemmel bir çiçek olarak “pıt” diye dalından düşerek ölürsün. Samuraylar da savaşçı olarak bilirler ki, ölüm yollarının üzerinde bir yerdedir. İyi hizmet ederler, kendilerinin en iyi haliyle yaşamayı seçerler. Bu anlayıştan sanata yansıyan şey, her şeyin layıkıyla yapılmasıdır. Çay demlerken de, resim yaparken de amaç, tamlık duygusuna erişmek oluyor. İşte benimki de burada sözü edilene benzer bir spritüel yolculuk.
– Senin Sumi-e felsefesiyle tanışman ne zaman oldu?
– Lise yıllarında. O zamanlar Uzak Doğu sporlarıyla ilgileniyordum. Tekvando özellikle. Spor salonundaki o Japonca yazılar, görseller dikkatimi çekmişti. Sonra bu sporlarla ilgili dergilerdeki görseller. Ve bu sporların duayenlerine atfedilmiş resimler. Sonra da Asya sanatı ilgi odağım oldu. Zaten bir çok Batılı ressamın etkilendiği kaynaklara bakıldığında, Japon resmi çıkar karşınıza. Örneğin, Van Gogh. Çok ön plana çıkmamış olsa bile Picasso’da bile var bu etki. Tüm Empresyonistler ve daha sonra gelen Dışavurumcular da bu kaynaktan beslenmişler. Çünkü Japon ve Çin resminin doğa tasvirleri milattan öncesine dayanıyor. Bu anlayış, Şaman öğretisiyle çok benzer.
– Biraz da senin resim öncesi hazırlıklarını öğrenmek istiyorum. Neler yapıyorsun?
– Belli bir kompozisyon yok. Suyumu, boyalarımı, fırçalarımı hazırlıyorum. Kâğıdı yere seriyorum, sonra suyla ve fırçalarımla konuşuyorum. Çünkü her biri yaşayan hücreye sahip. Her biri bir enerji. Benden beden olarak farklılar. O an benimle aynı şeyi yapmak için oradalar. Hepimizin kesiştiği nokta: Karmamız. Fırçaya, suya öncelikle geldikleri, beni tercih ettikleri için teşekkür ediyorum. Onları bana gönderene şükrediyorum. Suda kalıcı bir hafıza olduğu için, özellikle sudan yardım istiyorum: Benimle bir olmasını, benim ruhumla ruhunun bütünleşip istediğim gibi yol almasını kâğıtta. Yani suyun içindeki bilgeliğe açıyorum kendimi. Bu bilgelik hem gökyüzünde, hem yeryüzünde, tüm elementlerin içinde var. Örneğin, ateş. Ateşin tanımı eski dillerde “kor su” diye geçer. Yakıcı. Katı hali, topraktır. Özümüz su. Yaratılışta da su var. Babadan anaya geçişte de sıvısın. Annede de. Sonra bedenlenip katılaşıyorsun, en son toprağa dönüşüyorsun. Suluboyayı seçmem, zaten bu öğretinin bir sonucu. Bir yağlı boya gibi değil, suluboya. Orada akış var. Sonra kâğıda odaklanıyorum; orada ruhu görmeye çalışıyorum. Bir şeyler beliriyor, takip ediyorum. Artık ortaya ne çıkarsa. Gelene de teşekkür ediyorum. Benim inancıma göre, her ne kadar şikâyette bulunsa da insanlar annelerinden ve babalarından, gerçek şu: Onlar bizi dünyaya getirmedi, biz onları seçip geldik. Bu dünyaya biz her şeyi bilerek geliriz. Anlaşmamız budur. Mevlevilikte de görülür, bu: Gelen eşyaya teşekkür edip öpmek. Yastığını, yorganını öpersin. Benim sanatımda da şükran ve sevgi vardır.
– Peki, bu akıştayken zamanı kaybettiğin oluyor mu? Senin zamanla ilişkin nasıl?
– Gece, gündüz fark etmiyor. Benim için resim yapmadan geçen bir günde, inanç boyutunda bakarsak, Tanrı’yı üzmüş olurum. Çünkü bana böyle bir yeteneği lütfetmiş. Ben o gün bunu kullanmadıysam, pişmanlık yaşarım. Hemen her gün az da olsa, bir şeyler çizerim. Bu benim için Yaradan’a şükürdür. Hiçbir şey yapmıyorsam, atölyeme giderim, fırçalarımın karşısına geçerim ve teşekkür ederim. Trafik kazası geçirdikten sonra epey zor zamanlar geçirdim. Çok riskli bir ameliyat olmam gerekti. O ameliyat öncesi de yanıma aldığım ilk şey boyalarım, fırçalarım ve kâğıt oldu. Ve ameliyat sonrası da ilk istediğim şey, onlardı. Bu dünyada ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Ancak öldüğümde, yanıma fırçamı koymalarını isterim. Fırçamı bana bıraktırmayın, diyorum. Fırçamla olmama karşımdakinin izin vermesi lazım. Bu eşim olabilir, çocuğum, dostum olabilir. Çünkü fırçam yaşadığım acıları unutturuyor; öyle örtüyorum üstlerini. Ve de insanların göremediğini fırçamla gösteriyorum. Doğanın parçasıyız, diyor herkes. Ancak doğanın bir parçası olarak yaşamıyoruz. Ben imgeleri değil de, ruhu resmederken aslında kendimi göstermeye çalışıyorum: O hayvandan, bitkiden bir farkım yok.
– Tam şu an aklıma senin Sultanahmet Camii’nin şerefelerinden yeşil bitkiler akan resmin geldi. Söylemek istediğin nedir orada?
– Covid Zamanı İstanbul. Yasaklar başlayınca şunu gördük: Sokak araları bile yeşillendi. İnsan faktörü olmasa, doğa kendini yeniden üretiyor. Resimde yaptığım gibi, belki orada leylekler yuva kurup çiftleşecek. Maymunlar sarkacak belki bir taraftan. Zürafalar, filler gelecek bahçeye.
– Bunu hayal edip yapman çok hoş. Bir ressam için hayal etmenin önemi nedir?
– Hayaller alemine geçtiğin zaman gerçeği unutuyorsun.
– Zaten kişisel gelişim adı altında sıkça pazarlanan şöyle bir anlayış var: “Hayal etmediğin şey sana gelmez,”. Kuantum fizikçilerin hayal etmek ve olumlu düşünmek üzerine geniş bir bilgi dağarcığı oluşturduğunu biliyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsun?
– Popüler kültür sadece para kazanmaya odaklı. Olumlu düşünmek ve yaşamak üzerine çalışan yaşam koçları var. Yaydıkları bilgiyi sınamanın en iyi yolu, onların hayatlarına bakmak olur. Kendi çocukları cidden bu anlayışla mı yetiştiriliyor? Örneğin ilişkiler üzerine çalışıyor adam; ancak kendi aile düzenini kuramamış ve bir ailenin nasıl olması gerektiği bilgisini size satmaya çalışıyor.
“Picasso: “İyi Sanatçılar Kopyalar, Büyük Sanatçılar Çalar”
– Buradan sanatın eleştirisine geçmek istiyorum. Bir sanat eserinin eleştirisi üzerine bir çok ekol var konuşan. Biri esas olan, eserin kendisidir, diyor. Bir diğeri eleştiri odağı sanatçının kendisidir, diyor. Çok popüler bir anlayış ta, okuru/sanatseveri ön plana çıkarıyor. Senin önceliğin hangisinden yana?
– Bir öncelikten söz etmek çok anlamlı olmaz. Ancak bana yöneltilen eleştirilerden söz edeyim. Kimi arkadaşlarım resmime bakıp “Nereye kadar kuş, böcek, bitki yapacaksın?” diyebiliyorlar. “Tekrara düşeceksin,” gibi eleştirilerde bulunuyorlar. Bir esere bakıldığı zaman, okurun ne bildiği, ne yaşadığı önemli. Çünkü ressamın yaratırken ne düşündüğünü, hissettiğini, ne yaptığını bilemezsiniz. Örneğin, Picasso’yu herkes günümüzde kübist olarak biliyor. Tam olarak kübizmin ne olduğunu çoğu insan bilmese de. Aslında birlikte çalıştığı ressam arkadaşı Braque’ın üslubunu çalmıştır bir ölçüde. Zaten hepimiz doğadan çalıyoruz. Picasso şöyle diyor: “İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar,”. Kimi yönlerini benimsememekle birlikte, dürüstlüğüne hayranım Picasso’nun. Sanatçının yapıtını okurken, sanatçının ne yaşadığını da biraz bilmek gerekir. Aslında tüm okumalarımız eksiktir. Yaşadığımız kentten örnek vereyim. Örneğin, Süleymaniye Camii. Toplamda dört tane minaresi vardır. Bu sayının özel bir karşılığı vardır: Kanuni Sultan Süleyman, İstanbul fethedildikten sonra tahta çıkan dördüncü padişahtır. Şimdi bu esere bakarken kaç kişi bunu biliyor? Dahası Mimar Sinan’ın bu muhteşem eserini kimler sanat eseri olarak görebiliyor? Toplum bunu sadece görüp geçiyor, yalnızca ibadethane olarak algılıyor. Bir de algıda psikolojik fenomenlerin etkisi var: Ben çocukken mavi renkle ilgili bir mutluluk yaşadıysam, bir resimdeki o mavi beni gülümsetebilir. Bir başkası travma yaşamıştır; o maviyi görür görmez reddeder. Bu farklı algılardaki iki insa, sanatçı hakkında ne söyleyebilir? Sanatçının yaşanmışlığı ile okurun yaşanmışlığı… İkisi de çok önemli. Örneğin, Dali. Dali’nin travmasını bilmeden, onun eserlerini layıkıyla okumak olanaklı mıdır? Dali aslında ölen ağabeyinin yerine ikame edilmiş bir çocuktur. Ailesi bu bilgiyi küçükken onunla paylaşır. Deyim yerindeyse, cenazeden dönüp Dali’yi yapmaya koyulmuşlardır. Bu, Dali’de bir kimlik karmaşası yaratır: “Ben aslında ben değilim, ağabeyimim,” ve annesini suçlar. Dali’nin içindeki kimliklerden biri kadın düşmanlığı yaparken, diğeri kadına yaklaşmaya çalışır.
– Her sanatçının annesiyle ilişkisini soruyorum. Senin annen nasıl bir kadındı? Ve onunla iletişimini nasıl tanımlarsın?
– Annem çok titiz bir kadındı. Biz evde bir kız, üç erkek. Sanki evde dört kız gibiydik. Yayılıp oturamazsınız, perdenin kenarı kıvrılmayacak. İzinsiz bir şey yiyemezsiniz. Yemek, saatinde yenir. İlle de bir şey yiyecekseniz zamansız, o hazırlar. Elimiz dizimizde televizyon izleriz, görücüye çıkmış kız gibi sessiz.
– Bu durumda senin özgürlüğünü ilk kısıtlayan kişi, annen oluyor. Böyle diyebilir miyiz?
– Evet. Biz herkesin evine girebilirdik. Ama her arkadaşımız bizim eve giremezdi. Bir, iki arkadaşım olmuştur bizim eve girebilen. Buradan arkadaşlarımdan özür dileyeyim. Nedeni buydu. Ben askerden geldiğimde, kapıda şöyle bir karşılama sahnesi yaşandı: Annemin ilk yapacağı şey bana sarılmak olmalıydı. Öyle olmadı. “Ayakkabını çıkar, elini yüzünü yıka, kıyafetini değiştir,”. “Anne askerden geldim,”. Önceki cümle yinelenir. Ben mis gibi olup salona geldim. Annem, sanki o an gelmişim gibi; “Yavrum, hoş geldin,” dedi ve sarıldı bana.
“Annen Titiz Falan Ama, O Eli Arıyorsun”
– Ben çocuk olsam, bunu bir sevgisizlik olarak okuyabilirim. Oysa bugünkü aklımla bunu böyle değerlendirmiyorum: Bir kadın sevgisini bile bekletebilecek kadar ciddi bir zihinsel tahakküm altında. Peki, sen annenin bu tarz davranışları nedeniyle içinde ne yaşadın?
– İşte o sevgisizliği ben hissettim. Ancak yetişkin olduğumda bunu kabul edebildim. Annemi öptüğüm zaman, gider yüzünü yıkardı. Ve ben kızardım: “Bende mikrop yok, senin çocuğunum,”. Annem yaşlandığında bile, birisini yardımcı olarak getirdiğimizde eve; “ayıp olur” diye önceden temizlik yapardı. Gelen aslında bir iş yapmazdı. Annem, yardımcı gittikten sonra yeniden temizlik yapardı. Elbette bu huyu aramızdaki sevgi bağını zedeliyordu. Ancak ben yetişkin olup okul değiştirdiğimde bana her türlü desteği annem verdi. Babam, mühendislik okumadığım için maddi manevi tüm desteğini çektiğinde, yanımda annem vardı. Sonraları, annemin çocukluğumdaki tavrının bana özel olmadığını anladım. Diğer kardeşlerime de böyleydi. Ve evet, onun dünyayla ilişki kurma modeli böyleydi. Bu durum benim sanatımı elbette etkiledi. Yıllar önce bir arkadaşım atölyemi ziyaret etmişti: Ortamın düzenine, temizliğine hayret etti. Çalışma anında dağılırım, çalışma biter bitmez toplanırım. Zaten kişi en çok kimi eleştirirse, eninde sonunda ona dönüşürmüş. Babamdan uzak kaldığım dönemde, ablamın evine giderdim. Üsküdar’a. En çok onun ev düzeni, anneme benzerdi. Ablamın elini alıp kafama sürerdim; annemin eline benziyor diye eli. Annen titiz falan ama, o eli arıyorsun.
– Biraz da müzikten söz edelim. Çalışırken müzik dinler misin? Dinliyorsan, nelerdir bunlar?
– Elbette dinlerim. Su meditasyonu yaparken resimden önce, zaten doğa sesleri dinlerim. Irmak sesi, kuşlar… Böylece kendimi doğada farz ederim ya da atölyem doğaya dönüşür. Asya Şamanları’nın kaydedilmiş sesleri, davulla birlikte arkada kurt sesi, yağmur sesi… Böyle sesler. Çalışma dışında popüler de dinlerim, klasik te. Bazen sipariş resimlerde, ortamın ruhuna göre; Blues ve Jazz dinlerim.
– İlk dinlediğin masalı hatırlıyor musun? Ya da ilk izlediğin çizgi filmi? İnsanın içinde gizli duran hikâyeyi açığa çıkaran o ilk tetikleyici. Var mı böyle bir şey sende?
– Hatırladığım, babamın biz küçükken her akşam bize okuduğu. Kemalletin Tuğcu’yu ben ilk okula gitmeden duyarak öğrendim. Ömer Seyfettin hikâyelerini. Aklımda kalan çizgi filmden bir imge var: Arı Maya. Doğada annesini arayan yavru Arı Maya. Ben bunu izlerken hep ağlarmışım. Siyah-beyaz dönemden Vikingler vardı. 1980’lerde çizgi roman yasağı varken, babam alırdı. Sonra ağabeylerim, en son ben okudum bu çizgi romanları: Kara Murat, Tarkan, Zagor. İki, üç gazete alınırdı eve. Bunlarla birlikte “Gırgır” da girerdi evimize. O dergi, bu çizgi roman derken; bir tarih merakı oluşmaya başladı bende. Sanat fakültesine gelmeden önce, ben Platon’un “Devlet”ini okumuştum. Dünya klasikleri zaten lisede bitmişti. Gözümü açtığımda, ailede böyle bir iklim vardı. Amcam, halamın eşi köy enstitüsü mezunları. Onların arasında benim okumamak gibi bir eğilimim olamazdı.
– Roman okur musun?
– Şimdilerde başka tür metinler okuyorum. Om Yayınları’ndan Kedi kitabı, Gülriz Sururi’nin Kıldan İnce Kılıçtan Keskince’si, Yine Sururi’den “Bir An Gelir”, Utku Varlık’ın “Zero Hipotez’i, Noah Harari’nin “Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi” ve yine Harari’den “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens”. Daha çok tarih ve inceleme eserleri tercih ediyorum. Örneğin, hangi şairin, ressamın hangi kedisi vardır? Böyle şeyler ilgimi çekiyor. Senin kitabına henüz detaylı biçimde giremedim. “Varlığında Yokluğunda Kadın” kitabını açtım, biraz okudum, birden aklıma Kedi kitabı geldi. Yeniden soruna dönersem, 1995 sonrası bir çok romanın zorlama eserler olduğunu düşünüyorum. Özellikle birkaç çoksatan okuduktan sonra soğudum, diyebilirim. Aklımda pek bir şey kalmadı. Aslında beyin operasyonundan sonra hafızamda eksilmeler oldu. Çünkü bende sağ hipokampus yok. Okumalarım üzerinde bu durumun ciddi etkisi var. Yabancı diller gitti mesela. Hafıza sorunları yaşadım.
– Biraz da sanatın bizim toplumumuzdaki yerinden söz edelim mi?
– Ülkemizde sanat konusunda kolaycı bir anlayış var. Televizyona beş dakika çıkan adama “sanatçı” deniyor, ünlü deniyor. Ünlü sanatçı öyle kolay olunamaz her şeyden önce. Avrupa’da, Amerika’da sanatçı dendiği zaman; ressam ve heykeltıraş anlaşılır. Biz ise mankene, şarkıcıya “sanatçı” diyoruz. Neyi yaratmış? Ya da yaptığı şeyin altında sağlam bir felsefe mi var? Kavramların içini boşaltıp duruyoruz. Bunun da muadili var, diyoruz. Yok, kardeşim: Sanatçının muadili falan yok. Böyle olunca ben kendime sanatçı demekte zorlanıyorum. Bu, kendime üstün bir değer vermek değil kesinlikle; yaptığım işe hakkını vermek. Kendini bilmek, anlamına geliyor. Bizde değer kaybı var: Öğretmenin, doktorun değeri yok. İnsanın değeri yok. Sanat yok ediliyor her geçen gün. Benim örnek aldığım ustalar, hiçlik yolunda giderler. Mimar Sinan’ın hiçbir yapısında onun mührünü, imzasını görebilir misiniz? Peki, biz resimlere niye imza atıyoruz? Çünkü çok hırsız var şimdi. Adam, sizin resmi izinsiz alıyor, kitabında kullanıyor, ozalitçiden çıktı alıp kafesine fon yapıyor. Hak aramaksa başlı başına bir macera. Bu benim, demek zorundayım. Bir evlat neyse, resim benim için o. Herkese resim de satmam. Resmime layık olduğu değeri verebilecek bir kişi olmalı. Ben şimdi çocuğumu niye sokağa atayım? Ayrıca yaptığın resimden ayrılmak diye bir şey de yok.
– Ben de tam bunu sormak istiyordum: Yaptığın resimden ne zaman ve nasıl ayrılıyorsun? Ya da niye ayrılamıyorsun?
– Biri onu benden aldığında bile ayrılmıyorum resmimden. Ruhla yapıldı, ruhum orada. Kâğıdın üzerinde DNA’m var. Elim dokundu oraya.
– Artık benim salonumun duvarında yaşamaya devam edecek “Kırda Kahvaltı” eserinden söz edelim mi biraz? O resimde kendin de varsın. Merak ediyorum: Kendini oraya nasıl yerleştirdin? O resim nasıl çıktı ortaya?
– Sumi-e tekniği kullanmadığım bir resim, bu. Üstelik ısmarlama falan da değil. Pandemi dönemi, yakın tarih. Evde otururken, üniversite yıllarım geliverdi hatırıma; örnek aldığım sanatçılar. Cezanne, Monet, Manet, Renoir, Rembrandt. Bir fikir uyandı aniden: Dedim ki; “Ustalara saygı serisi yapayım,”. Öyle başladım. Portreleriyle gitmek istedim. Bir fotoğrafım vardı Fethi Paşa Korusu’nda çekilmiş. Zamanında o fotoğraf çekilirken bunu hayal etmiştim: “Şurada şu olsa, kırda kahvaltı etseler,”. O gün hayal ettiğim imgeler geri geldi. Arşivden o fotoğrafı buldum, çıkardım. O gün de, aynı resmimdeki gibi bir ağaca yaslanmıştım. Manet’yi orada saygıyla anarken, onun kullanmış olduğu tekniği ve renkleri tercih ettim. Manet’nin 1862-63 yıllarında yapmış olduğu “Kırda Öğlen Yemeği” eserinin hayalimle buluşarak yeniden yorumlanması da denebilir, bu resme.
– Senin dengede olmakla ilgili sözlerin geldi aklıma. Hepimizin farklı şeyler yaparak ulaşmaya çalıştığımız özel bir konum, denge ve kolaylıkla bu halden çıkıyoruz. Sen dengelenmek için neler yapıyorsun?
“Ruhumu Ölçüyorum”
– Dönem dönem şunu yaparım: Resim yaparken bir aksama görürsem ya da bir ritim bozukluğu fırça hareketinde, “Enso” çalışırım. Kimileri Zen çemberi der. Aslında bu çalışmaya Enso çemberi denir. Tek nefestir. Fırçayı eline alıp tek seferlik bir hareketle çember çiziyorsun. Acele etmen de, çok yavaş çizmen de sorun yaratıyor kâğıt üzerinde: Mürekkebin dengesizliğini görüyorsun. Oradaki olay şu: Ruhumu ölçüyorum. Birkaç Enso yaparım. Birbirlerine yakın mı, uzak mı bakarım. Ruhum dengede mi, değil mi anlarım. Bazen o halkada kopmalar olur, yarım kalır. Tıpkı hayatın kendisi gibi. Zaman zaman akıştayız, bazen kopuyoruz, duruyoruz, yeniden başlıyoruz. Bazen resimlerim için şöyle diyorlar: “Figürlerin harika ama arkası boş,” ya ha “Boyası az olmuş, kocaman kâğıt,”. Azlık, çokluk kavramının içeriği sizde farklı, bende farklı. Güçlü olan orada, kağıdın boşluğu mudur yoksa siyah mürekkep lekesi mi? Resim bütün değerini, o çok sanılan boşluktan alıyor. Bu, bir güç kavgası falan değil ki üstelik. Karga geldi mi, olay biter.
– Son sorum şu: Yeni ne var ufukta?
– Önümüzdeki Sevgililer Günü, 2023’te “Doğa’da Aşk ve Sevgi” teması adı altında ikili hayvan portrelerinden oluşan bir kişisel sergi açacağım Karaköy’de bir sanat merkezinde. Bir de “Yaşayan Değerlerimiz” adıyla farklı alanlarda bu topraklara hizmet etmiş değerli insanların portrelerinden oluşan bir sergim olacak. Ayrıca kaynaklarından ikisinin Türk mitolojisi ve astrolojik imgeler olacağı çok farklı bir sergi için fırça sürüşlerim başladı. Benim bu topraklara borcum var; bu kültürden besleniyorum. Hayat suda başladı, suyla devam edecek. Suluboya her daim benim kendimi ifade biçimim olacak.
– Teşekkür ediyorum dünyanı bizlerle paylaştığın için.
– Ruhsal sözleşmende benimle tanışıp bu yolculuğa çıkmayı kabul ettiğin için, ben teşekkür ediyorum. Rehberimiz sevgi olsun. Fırçamız kurumasın, kalemimiz tükenmesin, renklerimiz solmasın. Ve ışığımız daim olsun.
@hzeynepaltan @hilmisimsek_art @varligindayoklugundakadin
Ressamı takip için: https://www.facebook.com/hilmi.simsek.5
*Fotoğraflayan: Hayriyem Zeynep Altan & Nesrin Güler Altan
Yolun açık, başarıların daim olsun kardeşim.