Prof. Dr. Hayriyem Zeynep Altan’ın Ressam Zehra Başaran’la Röportajı
Zehra Başaran’ın Maltepe’deki atölyesine gittiğim gün, gökyüzünde Merkür retrosu vardı. Gezegenlerin hareketlerine ve bunların biz ölümlüler üzerindeki tezahürlerine ilgiyle yaklaşan bir kişi olarak; yapacağımız görüşmenin kozmik arka fonunu oluşturan bu geri harekete teslim oldum. Birkaç kez bir araya gelmiş olsak da, kayıt alacağım esas görüşme o güne denk gelmişti. Hava erkenden kararmış, sağanak bir yağmura teslim olmuştu sokaklar. Süreyya Plajı İstasyonu’nda metrodan indim ve biraz yürüdüm. Atölyenin önüne geldiğimde, kapı açıktı: Zehra minik bir sofra kurmuştu. Beni, kırmızı şarap, peynir, badem ve zarifçe yanan bir mumla karşılamıştı. Paltomu, bir kar fırtınasını anlattığı tablosunun hemen altındaki askılığa astım ve kendimi sehpanın gerisindeki, benim için ayrılan kısma yerleştirdim. Artık Zehra’nın dünyası içindeydim. Bu, oldukça tuhaf bir deneyimdi. Zehra da, tıpkı benim gibi, hızlı konuşan bir kadındı. Konuşurken sesi, duygularına göre daha da sabırsız ve yüksek perdeden çıkabiliyordu. Atölyesinin her bir köşesi resimlerle, kitaplarla, eskizlerle, arka taraflara istiflenmiş kimi eşyalarla doluydu. Resimlerini görebilmem, onlara uzun uzun bakabilmem için biraz zaman gerekti. Gözümün, tümüyle ona ait olan bu mekânda gezinmeyi öğrenebilmesi için ihtiyaç duyduğum zamanı kendime cömertlikle verdim. Çok geçmeden fark ettim ki, atölyede mevsimler vardı. Bir tarafta yaz, diğer tarafta kış. Ve sonra mevsimlerden taşan kadınlar vardı. Bu kadınlar, kendi zamanında, kendi esrikliğinde tek başınaydılar. Tıpkı Zehra’nın erken çocukluk günlerinde olduğu gibi. Yalnızlık, hüzün, teslimiyet, mütevazı biçimde kendini göstermeyi başaran bir kendilik; bu kadınlardan sessizce dışarı taşıyordu. Kumsalda uzanmış, elindeki bitkiye bakan kadın da, bir orman kuytusunda uykuya dalmış olan da Zehra’ydı. Zehra’nın sabırsızlığı, telaşı, heyecanı, ciddiyeti tuvallerine dinginlik, adanmışlık ve sessizlik olarak yansımıştı. Röportaj sırasında da dile getirdiğim gibi; Zehra Başaran dışarıda en çok ihtiyaç duyduğu şey olan huzuru ve barışı kendisine tuvallerinde veriyordu. Herkesten önce kendisine. Bu kadınları dışavurumcu bir tutumla var ediyordu; azimle, sessizce konuşan bir inatla, kendisinden bile gizlediği, çok derinlere gömülü bir isyanla doğuruyordu bunları. Renkleri bağırmıyordu, hikâyeyi saran atmosfer kahramanı geriden izliyordu. Sigara içmeyen biri olsam da, Zehra’nın sigarasının onun içsel dünyasının ayrılmaz bir parçası olduğunu görebildim. Derdi olan bir kadındı, dertlerini gizlendikleri yerden özenle konuşturan bir sanatçıydı. İçindekileri dışarıya çıkarması için, kendi gürültüsünü aralamasını beklemek gerekiyordu. Görüşmemize damgasını vuran cümlesi şu oldu: “18 yaşındaydım; annem kalp krizi geçirerek kollarımda öldü.” Konuşmakta olduğumuz gündelik şeylerin akışkanlığı, ortama aniden saplanan bu okla dondu. Röportaj derin bir üzüntüyle kapandı. Zehra’nın resmi, kendini tek başına büyütmek zorunda kalan bir kadının naif gücüyle biçimlenmişti. Onun resimlerine bakışım, o resimlerden biriyle gireceğim olası etkileşim; Zehra’nın benimle paylaşmış olduğu yaşam hikâyesinden elbette bir iz taşıyacaktı. Bilginin, kendiliğinden ve içtenlikle gelen bilginin yolculuğumuzu zenginleştiren; varlığımıza değer katan bir yanı vardır. Zehra’yla birlikte ortaya çıkardığımız bu röportaj; bir ressamın bir tanık eşliğinde, kendi içine doğru yaptığı bir yürüyüşün belgeseli oldu, kanımca. Onun varlığında ben de hassas, kırılgan, suskun kalmış yanlarıma bir kez daha bakma fırsatını buldum. Birer kadeh içtiğimiz şarap, hayat karşısındaki gerginliğimizi, olur olmaz her yerde kuşandığımız silahlarımızı gereksiz kıldı. Kadın olma etiketi altında, bize yapıştırılmış olan, yük veren, yürüyüşümüzü yavaşlatan, kalbimizi yoran ne varsa, konuştuk. Mesleklerimizden, duruşumuzdan, kimliğimizden, sanatımızdan önce kadınlığımızla görünmekten; yalnızca “bir kadın” olarak görülmekten şikâyetçiydik. Çünkü, bizi olduğumuz şeylerden, yaşama ve yaratma emeğinden soyan hoyrat, eğitimsiz, sınırlı bir gözdü, bu. Üstelik, hiç istemediğimiz halde; bizi kadınlığımızla savaşan bir konuma hapsediyordu. Sürekli savunmada yaşarken, dişil özümüze ve kadınlığın armağanlarına yabancılaşıyorduk. Zehra, bu kaba gözün sınırlarından yorulmuştu. Hangi kadın yorulmazdı ki? İsteklerimiz, arzularımız, hayallerimiz, tutkularımız, sevdalarımız vardı. Varlığımızda, çekincelerle nefes alan bir özgürlük düşü vardı. Özgürce yazmak, çizmek, boyamak, söylemek, yaratmak istiyorduk. Hayata emek veren, çok çalışan, iyinin ve güzelin yanında saf tutarak “insana” katkı veren kadınlar olarak “olduğumuz gibi görünmeyi” hak ediyorduk. Zehra; yalnızlıkla, ölümle, yaşam mücadelesiyle ve kendisiyle dost olmayı başaran bir kendilikle erkenden tanışmıştı. “Bana gelen, benimdir,” derken hayatın gecesine de, gündüzü kadar teslim olduğunu dile getiriyordu. Teslimiyet, her şeye “evet,” demek değildi. Zehra’nın teslimiyeti, her gelene kendisiyle etkileşime girmesi için izin vermekti. Dilerse, kabul ederdi; dilemezse gönderirdi.
Her şey kendi zamanında olur, derler. Bir ressamla, bir yazarın bu yolculuğu üzerinden epey zaman geçti. Zehra’nın sesi, resimleri bende iyice demlendi. Ve işte bugün sizlerle:
Hayriyem Zeynep Altan: Zehra Başaran nasıl bir kadın, nasıl bir ressam?
Zehra Başaran: Her şeyden önce aşırı duyarlı bir kadın. Çevrede olup biten her şeyden sorumluyum sanki. Ve klasik biriyim. Klasik derken; eskiye, geleneklere bağlıyım. Dolayısıyla resimsel anlamda da klasik bir duruşum var.
– O halde senin kimi kişilik özelliklerinle sanatın arasında bir bağdan söz edebilir miyiz?
– Tümüyle bir bağ var. Sanatını içtenlikle icra eden her kişinin de böyle bir bağı olmalı bence. Aksi taktirde bir şeyler eğreti durur sende. Sen başka, ortaya koyduğun ürün bambaşka. Bu uyumsuzluk bir yerden sonra kendini ifşa eder. Günümüzde bu duruma sıkça rastlıyoruz. Ben bu kendinden olmayışın karşısında duruyorum. Sen ne hissediyorsan, osun.
– Röportajımız başlamadan çok önce, çok şeyler konuştuk ve seni tanımaya başlıyorum. Okurlar adına, bir kez daha sormak istiyorum: Her ressamın bir imzası, üslubu var. Sen kendi tarzını nasıl tanımlarsın? Doğru anımsıyorsam, bir ressamın senin üslubunla ilgili bir tanımlaması vardı. Ne demişti?
– Ben bir figür ressamıyım. Ancak hayatın akışında beni durdurup bana bir şeyler söyleyen sembolleri kullanmayı da seviyorum. Aslında şöyle diyebilirim: Tüm zamanları kucaklayan biçimde resim yapmayı seviyorum. Çağdaş resim yapmaktan yana değilim. Yani şu an “çağdaş” diye betimlenen resmi yapmaktan yana değilim.
– “Tüm zamanlar”dan tam olarak neyi anlamalıyız?
– Resimde akımlar vardır. Tüm sanat tarihini sonradan sınıflandırır insan, anlayabilmek için. Kuşkusuz bu önemli bir çabadır. Ancak ben bu sınıflandırmaların dışında bir şeyler yapmayı arzuluyorum. Kendimi belirli bir kalıbın içine koymak gibi bir tavrım yok. Bir hocam geldi bir gün bu atölyeye ve dedi ki; “Figür ressamıysan figür yap. Natürmort ressamıysan, natürmort. Peyzajsa peyzaj. Öyle her şey bir arada yapılmaz. İlgin dağılır,”. Elbette böyle bir anlayışı benimsemek mümkün değil. Bir figür ressamı olmak, her enstrümanı kullanmayı gerektirir. Resim bir kompozisyon; tüm öğeleri içeriyor. Üslup konusuna gelirsem, elbette bir ressamı diğerlerine tanıtan bir kendine haslık durumu vardır.
– Örneğin, Vincent van Gogh. Sanatla ilgilenip de onu herhangi bir resminden tanımayan yoktur. Dalgalı, neredeyse titrek bir fırça darbesi vardır mutlak biçimde kendisini duyuran. Bu bir avantaj elbette. Sanatçının kendi için yarattığı bir ayrıcalık aslında. Seni buna benzer biçimde tanımlayan bir şey var mı?
– Dediğim gibi, öyle bir yaklaşımım yok. Çünkü zaman içinde böyle bir şeyin sanatçıyı köşeye sıkıştırabileceğini düşünüyorum. Kendi çizdiği çemberin içinde kalıp boğulabilir. Resimlerimde içtenlikle beni göstermeye çalışan bir uğraşı vardır. Resmime bakanın, beni anladığını düşünmeyi severim. Ayrıca, bir üslup ister istemez oluşuyor; seninle beraber büyüyor. Çoğu arkadaşım “Bu, Zehra’nın resmi,” diyebiliyor kolaylıkla. Figürümün duruşundan, bakışından, anlama verdiğim öncelikten, ifadeye atfettiğim güçten. Seçtiğim renklerden belki. Beni duyuran, tek bir keskin hareket yok. Tüm bu saydığım şeylerin bir toplamı olarak konuşuyorum resimlerimde. Geniş bir renk yelpazem var. Resimlerimin her birinin bir hikâyesi var. Sembolik öğeler kullanmayı seviyorum. Örneğin, “Kanatlı Seri” adında bir dizi yaptığım resmim var. Ve oradaki “Kanat” beni harekete geçiren bir semboldür; peşine düştüğüm anlamın anahtarıdır. O kanadın ilkel olması, el yapımı olması, uçurmayacak olması ile ilgili geniş bir kitap yazabilirim neredeyse. Ya da bir kaç resmimde kullandığım uçak imgesi var. Kanattan uçağa geçmiştim zaten. Bir imgeden diğerine yolculuk yaparım: Benim resmim böyle var olur. Uçamayan bir şeyden uçan bir şeye dönüşmek. Yine de bu dönüşümde bir şeylerin aynı kalması.
– Bütün bu işittiklerimden senin çağrışımsal bir yolculuk yaptığını çıkarsayabilir miyim? Bir ressam olarak seni hayatın içinde etki altına alan şeyler nelerdir? Açıkça sorayım: Seni bir hikâyenin peşinde koşturan nedir?
– Ben duygu insanıyım. Duygulardır beni yolculuğa çıkaran.
– Hangi duygular bunlar? Hangi duygular seni kışkırtır, yaratma azmiyle doldurur?
– Olumsuz duyguların frekansı daha yüksektir. Kuantum gerçekliğinde; tam tersini başarmamız istense de, olumsuz düşünmenin etkisi olumlu düşünmekten daha kuvvetlidir. Bir anda gelen bir hayal kırıklığı, üzüntü, yalnızlık. Bunlar etkiler beni. Ayrıca bir duyguda takılıp kalmayı da sevmediğim için, bu olumsuz duyguların arasındaki heyecan, heves gibi geçiş ikliminin de resmini yaparım. Hep yakalamaya çalıştığım şey, hayatın bir anındaki bir duruş, bir ifade, bir yoğunluğun kendini göstermesi. Hayat akıp geçiyor, resim nasıl dursun? Ben bu akışın içinde olduğumu hissetmekten hoşlanıyorum. Örneğin, yürürken bir anlığına arkasına dönüp bakan bir kişi imgesi. Bana durağan bir imgeden çok daha fazla ilham veriyor.
– Senin resmine baktığım zaman, bu anlattığın “anlık parlamayı” görebiliyorum. Bir imgenin durduğunu düşündüğün andan itibaren; aslında devam ettiğini biliyorsun. Senin resimlerindeki delici etki bu belki de. Roland Barthes’ın “Camera Lucida” adında meşhur bir eseri vardır. O kitapta fotoğrafın, bakan üzerinde iki tür etki yaptığını söyler. Biri punctum, diğeri studium’dur. Punctum iz, delik gibi anlamları karşılar. Ok gibi, kareden çıkıp bakanı vuran etkidir. Senin resimlerin üzerine düşündüğüm zaman; sessiz bir punctum etkisi buluyorum sanki. Öyle insanı aniden vurmuyor. Ama o “an”da toplanan ifadeyi merkez alıp kompozisyon içinde bir tur atıyorsun. Ve yeniden başlangıç noktasına döndüğünde, sessiz ama derin bir etkinin içinde buluyorsun kendini. Gözlemlerime katılır mısın?
– Çerkez Karadağ geçen gün bir sergi sırasında tam senin sözlerinle olmasa da, bana bunu söyledi. Ömrüm boyunca yaptığım şey buydu. Sözleri beni memnun etti. An fotoğrafçıları vardır, dedi. “Sen de an ressamısın,”. Sanırım, Karadağ aynı zamanda fotoğrafçı olduğu için böyle bir tanımlama getirebildi resimlerime ve isabetli bir yaklaşım oldu. Aslında resimlerimde, büyüdüğümüzde çoğunlukla yitip giden masumiyeti korumaya çalışıyorum. Hani küçük bir çocuğun her şeye inanan saflığı ve hayreti vardır ya; “Biz bu uçağı yapalım, belki uçar, diyorsun ve inanıyor çocuk. İşte o masumiyeti unutmadan çalışıyorum.
– Zaten sanatçı dediğimiz kişi de inandığı dünyayı kuran varlık değil midir? Sen o kanadı -tek bir kanadı- uçurmak istiyorsan, uçurursun. Bir yazarın sözcüklerle yoktan bir dünya var etmesi gibi; olamayacak bir dünya da yaratabilirsin. Sürrealist bir yaklaşıma da sahip olabilirsin. Sen inandığın için zaten, o eser vardır. Sanatın gücü de buradan geliyor. Yeni bir şey yaratıyorsun ve bunu kendi tarzında yapıyorsun. Biraz da gündelik hayata gelelim. Biliyorum ki, sen aynı zamanda bir annesin, resim öğretmenisin ve bir sanatçısın. Elbette bu rollerin hepsinin kendine özgü bir sorumluluk alanı var. Bu rollerin sendeki duygusal yoğunluğu nedir? Dahası Zehra’yı fiziksel olarak bu rollere böldüğün zaman, durum nedir?
– Şöyle söyleyeyim: Bir sağlık sorunu olmadığı zaman, önceliğim resim. Sonra ailem, sonra okuldaki sorumluluğum geliyor. Atölyemin masraflarını karşılayabilmem için başka bir gelirimin olması gerekiyor. Yoksa sanatımdan ödün vermek zorunda kalırım. Geleni, resme yatırıyorum. Zaman, varlık ve enerji olarak her şeyimi buraya aktarıyorum. Her gün resim yaparım, aksini düşünemem bile. En az 2 saat çalışırım. Ancak verimli olduğumu hissedebilmem için 6 saat kesintisiz çalışmam gerekir. Daha az çalıştığımda, kendimde bir eksiklik duyumsarım.
– Röportajın bir ayağı sensen, diğeri de benim. Kendi meraklarıma da yanıt bulmak arzusuyla sormak istiyorum: Diyelim ki, üzerinde çalıştığın resim yarım kaldı, bitiremedin. Bu resmin imgesini taşır mısın evine, odana, yatağına, geceye?
– Kesinlikle resmim gittiğim her yere gelir benimle. Şimdi akıllı telefonlar çıktı da, biraz daha işimiz kolaylaştı. Her gün resmimin geldiği son haliyle fotoğrafını çekiyorum ve ertesi gün atölyeme gelene kadar onu izliyorum. Gün içinde resmimle sohbetim olur. Sürekli zihnimdedir. Orada var etmeye çalıştığım ilişkiyi çözene kadar uğraşırım. Benim tarzımda çalışırsanız, resim öyle iki günde bitmez. Figür resmi çalışması uzun solukludur. Şu gördüğün, bir metre ve üzerindeki resimlerin bitmesi en az bir ayı alır. Dolayısıyla o yarım kalmışlık ve onun beni çıkardığı yolculuk bir ay sürer. Hiç bitiremediğin resim var mı diye soracak olursan; ömrümün yaşanmış kısmına bakarak, bir ya da iki derim. “Vazgeçiyorum, olmadı,” dediğim resim sayısı bu kadar azdır.
– Başladığımız şeyi bitirme güdüsü, birazcık da olsa, içinde büyüdüğümüz kültürün bir dayatması olabilir mi sence? Benim çok yorucu bulduğum, dili gereksiz biçimde kalabalık olan bir kitabı zorlanarak okuyup bitirdiğim olmuştur. Sanki bilinçaltımızda bir şeyleri yarım bırakmanın statüsünün düşük olduğunu söyleyen bir ses var. Film izlerken de başıma gelebiliyor. Ancak orada inisiyatifimi kullanıp vazgeçebiliyorum. İçimizdeki bu sesle ilgili sen ne düşünüyorsun?
– Söylediklerine katılıyorum. Öyle bir baskı var üzerimizde. Ancak benim mesleğimi yaşama biçimimde; tamamlama güdüsü, yarım bırakma ihtiyacımdan hep daha baskın.
– Renklerin psikolojisi benim bir göstergebilimci olarak daima ilgimi çekmiştir. Senin resimlerinde renklerin dansı nasıl?
– Bazen gökyüzünün bir anki rengine takılıp kalıyorsun. Merkezin o gökyüzü oluyor. O andan itibaren kullanacağın diğer enstrümanların renklerini de bu gökyüzü belirliyor. Soğuk-sıcak dengesi, uyum gibi vasıfları gözetmek durumundasın. Bu hassasiyetlerden bir palet oluşuyor. Ve o aşk, senin o gökyüzü imgesinde bulduğun aşk devam ettiği sürece, o paleti kullanıyorsun. Sonra bir başka gün, bir kırmızıya rastlıyorsun, onun peşine takılıyorsun. Bu kez o kırmızıyla uyumlu bir başka palet doğuyor.
– Uyum bir zorunluluk mu? Zıtlıklardan yola çıkmaz mısın hiç? Yani o kırmızının tam tersi tamamlayıcı olamaz mı?
– Yok, olmuyor. Bu senin hayata bakışınla ilgili bir mesele. Mizaç olarak yumuşak ve hassas bir yapım olduğu için, benim yolculuğum uyum ihtiyacımla biçimleniyor. Ben bağırmayı sevmediğim için, benim tuvalimdeki imgeler de, renkler de bağırmaz. Usul usul konuşurlar.
– Sen böyle söyleyince aklıma ünlü besteci Çaykovski geldi. İnsanın tüylerinin diken diken olması, sanki uçurumdan aşağı düşüyormuş gibi hissetmesi, sonra bir anda göğün en yüksek yerine fırlatılması… Senin resminde böyle bir gerilim frekansına rastlamak mümkün değil. Öyle mi? Ne renk, ne de atmosfer olarak.
– Evet, benim resmimde böyle büyük inişler ve çıkışlar olmuyor. Kırmızı bile fısıltıyla konuşuyor. Hiç bir öğenin diğerinin önüne geçerek, anlama giden yolu kesintiye uğratmasını istemiyorum çünkü. Bağıranın diğerini susturmasını istemiyorum. Bütün hikâye, kızın bakışında ve orada durmasını tercih ediyorum. Yani bir keman sesinin ortama yayılırken, bir davul sesinin patlaması gibi geliyor bana böyle büyük hareketler.
– Anladığım kadarıyla sen anlatmak istediğin hikâyeyi bir yere gizlemeyi seviyorsun. Ve o gizlediğin yer de insan.
– Evet, önceliğim insan. Bütün her şey, o insanın duygusunu ortaya çıkartacak yardımcı elemanlardan oluşuyor. Bazen peyzajda bir tane bile figür olmaz. Ama bilirsin ki, orada bir bakan göz vardır.
– Bu söylediğin, aklıma ressam Diego Velazquez’i getirdi ve de “Las Meninas/Nedimeler” adlı eserini. Çok tartışılır onun resimleri üzerine. Ya da Jan van Eyck’ın, gerçekliği aynanın içinden verdiği “Arnolfini’nin Düğünü” örneğin. Bir bakıma sanatın öznesi, esere bakan kişi oluyor. Bu gözü hep hesaba katar mısın?
– Elbette. Doğa, insan, ağaçlar, bütün bu gerçeklik, her şey, insan için. Ben her zaman odağı insan olan bir hikâyeyi anlatmayı seçerek fırçamı oynatıyorum. Her eserde, herkesten önce ressamın kendi bakışı vardır. İzleyicinin bakışını da düşünür, ressam.
– Baktığımızda adlandıramadığımız bir nesneyi ya da imgeyi de resmeder misin? Yani soyut çalışmayı düşündün mü hiç?
– Soyut resimde çok başarılı ressamlar var. Merak ve saygı duyuyorum. Kimi soyut çalışmalarla bağ kurabiliyorum. Zaten soyut resim dediğimiz, hikâyenin en yalın formunda bizimle buluştuğu haldir. Olabileceğin en özü verebilmektir. Ancak durduğum yeri, oraya oldukça uzak buluyorum. Benim bakış açıma göre, soyut resim; yapmakta olduğum figür ressamlığından daha zor.
– O zaman şöyle diyebilir miyim? Sen bir yolu yürümektesin ve soyut resim yolunun üzerinde bir yerde.
– Kesinlikle olabilir. Bir sınırlama getirmiyorum yürüyüşüme. Bu bir süreç. Her şey değişebilir. Yerinde sayan bir sanatsal ifade düşünülemez. Sınırları belirgin, kendini tekrarlayan ve sanatla bağ kuran bir edim ancak zanaat olabilir. “Estetik formu oldukça başarılı bir sehpa yaptım, çok beğenildi, buradan yürüyeyim,”. Böyle bir şey değil, sanat. Yaşayan bir organizma gibi hareket eder. Resmim hiç ummadığım yerlere evrilebilir. Çok da isterim soyutta ifade bulabilmeyi. Başka bir yer de olabilir, gideceğim yer. Benim bir sınırım yok. Sanatta sınır olmamalı. Resmimle ilgili bana çok akıl veren oldu. “Şöyle yaparsan, çok popüler olursun,” diyen oldu.
– Bu bir yazara “Şu konuyu işlesen, çok satar,” demeye benziyor. Sanatçının derdi herhangi bir konu bulmak değil ki. Yazarlık, temayla doğrudan ilişkili bir iş değil zaten. Önemli olan nasıl yazdığındır, ne yazdığın değil. Bu bakış açısı senin için de geçerli sanırım. Popüler olmak değil, sanatçının amacı. Popülerlik, kendi olmanın ve özgün bir şey yaratmış olmanın sonucunda zaten gelir. Bu bağlamda sorayım: Sen bu tip hazır reçetelerin sanatçıyı tutsak ettiğine mi inanıyorsun?
-Kesinlikle. Popüler olma kaygısı, sana dayatılan çerçeveler içinde kalma cesaretsizliği, beğenilen bir üsluba sığınma çabası… Hepsi hapishane yaratır. Dilersem, soyuta giderim, oradan çıkarım kübiste giderim.
– Atölyende saatlerce bulunan ve göz gezdiren biri olarak bir tespitte bulunacağım izninle: Resimlerinde kadın çizmeyi tercih ediyorsun. Neden?
– Bunu başkalarından da duydum. Doğru. Ancak bunun çok özel bir tercih olarak ortaya çıktığını da söyleyemem. Bir kadın olduğum için, resimlerimde kendimi ifade etmenin doğrudan yolu olarak kadın imgesini kullanıyorum. Kadın varlığının zengin bir imgelemin nesnesi olmaya daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kadın basit, kolay anlaşılabilir bir varlık değil. Belki erkek olsam, böyle düşünmeyebilirdim. Bilemiyorum. Çizdiğim az sayıdaki erkek figürünün tuvalime girmesi de, aslında kadına özgü bir hassasiyetle bağ kurabildikleri içindir. Ayrıca kadın bedenini de estetik değer üretmesi bağlamında daha yüce bulurum.
– Klasik Yunan dönemindeki o güzelim erkek heykellerine rağmen bunu diyebiliyor musun? (Burada çok gülüyoruz.)
– Her şeye rağmen kadın çok daha estetik bir varlık. Kadın varlığının form olarak zenginliğinden bütün sanat alemi olarak eminiz. Bu durumun feminizmle açıklanabilecek bir yanı olduğunu bile düşünmüyorum.
– Bir ressam olarak çalışma biçimine gelmek istiyorum. Eskiz defterim her zaman yanımda olur, demiştin. Her resminin eskizi var mıdır?
– Çoğunlukla var. Neredeyse yüzde doksan dokuz oranında. Bazen bir form çiziyorum, ertesi gün, bunun yanına başka bir form geliyor. Ancak hiçbiri yaptığım resme girmiyor. Bu çizimler beni bir biçimde yapacağım resme hazırlamak için oradalar. Böyle de oluyor. Eskize ille de sadık kalmam gerekmiyor. Ancak şurası önemli: Onları yapmadan, nihai olanı yapamazdım. Başka nedenler de var ayrıca. Diyelim ki, sokaktayım ve fazladan bir yarım saatim var. Bunu resim yaparak değerlendirmek isterim.
– Ben eskiz defterinin nostaljik bir imgesi olduğunu da düşünüyorum. Senin defterini elime aldığım zaman bir heyecan duydum. Sayfaları çevirdikçe de bir geçmiş duygusuna kapıldım. O tonlar. Kara kalemin sarı sayfada yarattığı dünya. Bu dünyanın bakanda bıraktığı izlenim, duygulanım: Sanki 1900’lerin başında gibiyim. Heyecan verici bir deneyim. Ayrıca bu, insanı ressam atalarına da bağlıyor. Ressamın kendisinin bu defterle kurduğu bir duygusal bağdan söz edebilir miyiz?
– Olmaz mı? Eskiz defteri bir sanatçının yol arkadaşıdır ve söylediğin gibi; seni diğer ressamlarla paylaştığın evrensel ruha bağlar. Ciddi bir resim eğitimi olan sanatçılardan aldığım öğütlerden yola çıkacak olursak, biz kendimizi hep adı sanat tarihine altın harflerle kazınmış ressamlarla kıyaslayarak çalışmak zorundayız.
– Senin yerini bulmaya çalışırken varlığını odak yaptığın ressamlar var mı?
– Benim yola çıkışım Rembrandt’la oldu. Klasik resim eğitiminin babasıdır o. Caravaggio çok serttir, Rembrandt yumuşaktır. Üniversiteden mezun olduktan sonra Ressam Kasım Koçak’la tanıştım. Oradan da yolum Rembrandt’a çıktı elbette. Güzel sanatlar eğitimi sana şöyle bir idealizm yüklüyor: “Bu usta bunu yüzyıllar öncesinde böyle bir yetkinlikle yapmış. Sen bunu en az onun kadar iyi yapmak zorundasın. Ve sonra da onu aşmak üzere yolda olmalısın,”. Mesela sonrasında, Egon Schiele bana yakın bir ressam olarak hayatımda belirdi bir dönem. Dışavurumcu bir üsluba sahiptir; deformasyondan yararlanarak yüksek ifadeci bir tutum takınır. Onun duyguları bağırır. Bir dönem onun eserlerine çok baktım.
– Figürleriyle, tarzıyla “bağıran” bir ressam olan Schiele’den ne yönde etkilendin ve bu ilgi resmine nasıl yansıdı?
– Bu etki tuvalime girmeye çalıştı. Daha yolun çok başındaydım o zaman. Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’nden 1995 yılında mezun oldum. Karma sergilere bir profesyonel olarak 1997 yılında katılmaya başladım. 1997, 98 yıllarında Schiele’den etkilendim. Elbette onun etkisini yorumlayabilmek, kendi resmine katkı vermesini sağlayabilmek kolay bir iş değil. Bir cengaverlikti bence bu girişimim. Renklerindeki dramatik atmosfer, canlılıkla tezat olan duygusal içe dönüklük. Bunlar bana çok fazla ilham verdi o dönem.
– Schiele’nin “Lovers/Âşıklar” eserine bakıyorum da seninle konuşurken; çok güçlü bir kırmızı var ve senin sanatsal tercihlerinin aksine, bu kırmızıda; figürlerin ifadesinin önüne geçer mi diye bir endişeye rastlamıyorum. Sen ne diyorsun?
– Çok büyük ressamlardan söz ediyoruz burada. Sonuçta bu ressamlar hocalarımız. Sürekli öğreniyoruz onlardan. Ve öğreneceğimiz çok şey var. Belki bugün benim resmimde öne çıkan ifade yoğunluğu Schiele’yle girdiğim etkileşimin bir getirisidir. Daha doğrusu, yıllar içinde bu etkileşimler sende birikiyor, mayalanıyor ve içine kendini de koyduğun özel bir yaratım olarak ortaya çıkıyor.
– Yaratan, yarattığı şeye mutlaka sızıyor. Sen kendini resmine nasıl yerleştiriyorsun?
– Ben doğrudan resimdeki karakterin içindeyim. Oradan bakan, benim aslında.
– Bu gördüğümüz kadınlar içinde mutlaka sen de varsın. Öyle mi?
– Bazı figürler diğerlerinden daha cazip geliyor bana. Ancak duygusuyla, duruşuyla, ruhuyla o kadın, benim. Artık kimseyi sana poz versin diye alıkoyamıyorsun. Zamanımız yok. Fotoğraftan çalışıyorum çoğunlukla. O fotoğraflardaki figür kim olursa olsun, duygusal olarak konuşan ben oluyorum. Ayrıca en zevk aldığım süreç, o kadın figürün bir portre olarak doğmasına eşlik eden arayıştır. O ifadenin peşinde koşarken deliriyorum gerçekten.
– Karakteri merkeze koymayı seviyorsun sanırım. Hikâyeyi bölüştürmeyi tercih etmiyorsun. Sende bir merkez var. Diğer her şey, o merkezin gücünü gösterebilmesi için orada.
– Kuantum gerçekliğinde olduğu gibi; biz varız ve her şey varlığımıza hizmet ediyor. Ve bazen, bize hizmet eden o her şeyi de kaldırıp atmak gerekiyor. Tuvalimi sade tutmaya çalışıyorum. Kalabalık sevmiyorum. Her figür bir ruh. Karmaşa istemiyorum resmimde.
– Sanki sen ihtiyaç duyduğun sakinliği resimlerine veriyorsun. Hiperaktif biriyim, demiştin tanıştığımızda. Hızlı konuşuyorsun, sesli düşünüyorsun. Ve en çok gereksindiğin dinginliği öncelikle kendine resimlerin yoluyla sunuyorsun. Belki de böyle yavaşlatıyorsun kendini. Naçizane izlenimlerim bu yönde. Seninle sohbet ederken, resimlerine yeniden ve yeniden bakma şansım oluyor. Ve kendini ifade ederken yaptığın seçimlerle ister istemez resimlerin de yeni anlamlara açılıyor zihnimde. Göründükleri kadar açık olmadıkları kanısına çekiliyorum. “Eseri görmek için, yaratıcısına bakmak düşüncesi” her ne kadar tartışmalı bir yaklaşım da olsa, bence değerli bir çaba. Sana baktıkça, seni dinledikçe, eserlerin değişime uğruyor. Bu iyi mi, kötü mü? Bilmiyorum. Seni hiç tanımasam, bir sergide ilk defa bu resimlerle karşılaşıyor olsam; eser ve ben arasında kurulan o bağda daha sahici bir şey mi ortaya çıkar? Belki. Bunu seninle daha önceki görüşmemizde konuşmuştuk. Sanat eseriyle sanatseverin bağ kurabilmesi ciddi bir emek gerektiriyor. Ünlü bir sanat eleştirmeni olan Jeanette Winterson’ın “Sanat Başkaldırır” adlı kitabında dediği gibi; kişi, esere uzunca bakma emeğini gösterebilmeli. Eserin onunla konuşabilmesi için ihtiyaç duyulan yalnızlığa kendisini açabilmeli. Oysa, içinde yaşadığımız kültür böylesine bir etkileşimin koşullarını dışlayan bir yapıya sahip. Bakıp geçiyoruz. Bakışımızın muhtevası, akıllı telefonlarımızda yaptığımız gezintilere benziyor giderek. Düşüncede ve duyguda fakirleşiyoruz. Dil de sürekli kırpılıyor. Bir “tweet” kaç karakterden oluşuyorsa, o kadarın içine sığmaya çalışıyorsun. Ben deliriyorum bu kırpılmalara. Sanat burada nereye yerleşsin? Biz kendimizden esirgediğimiz zamanı, bir tabloya layıkıyla verebilecek miyiz? Vermeliyiz aslında. Bu konuda sen ne diyorsun, Zehra?
– Böyle bir sanatsal deneyimi yaşayan insan sayısı çok az gerçekten. Biz, böylesine sağlıklı ve derin bir ilişkiyi ancak bir koleksiyonerin varlığında bulabiliriz. Ya da derin bir sanatsal merakın arkasından giden insanlarla mümkün. Ya da bir sanat çevresinin sınırları içinde olanaklı. Yoldan geçen adamın, sanatla böyle derinlikli bir bağ kurmasını sağlayacak bir toplumsal gelişmeden de mahrumuz. Şöyle söyleyeyim: Bir sanatçının eseriyle ilgili geribildirime her zaman ihtiyacı vardır. Bu noktada bir ressamın diğer ressam arkadaşlarının eleştirileriyle beslenmesi önemlidir.
– Zehra Başaran bir ressam olarak olumsuz da olsa, eleştiriye ne kadar açıktır?
– Boğa burcu bir kadın olarak inatçı bir kişiliğim var. Bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsam, benim bu yoldan alıkonmam imkansız. Olumsuz bir eleştiri duyduğumda, aklıma yatmadıysa, hiç etkilenmem. Bir haklılık payı bulduysam eleştiride, üzerine düşünürüm. Burada kimin eleştirdiği de önemli aslında. Popülerlik peşinde koşan, benim duruşumu algılama şansı olmayan bir sanatçının eleştirisi bana dokunamaz. 25 yıldır ressamlık yapıyorum. Bu artık bir iş değil, yaşam biçimi.
– Etki demişken; toplumumuzun ressama bakışını nasıl değerlendiriyorsun? Bu bakışın bir önemi var mı senin için?
– Ressam denilince, aklına Bop Ross gelen bir toplumuz, biz. TRT 2’de çok hızlı biçimde manzara resmi yapardı, hatırlarsan. Müslüman mahallesinde salyangoz satıyoruz. Ressamın halâ aykırı bir imgesi var.
– Kadın ressam olunca daha mı çok ötekileştiriliyorsun? Yani hem ressamsın, hem kadınsın. Çifte kavrulmuş bir ötekilik statüsü mü söz konusu ülkemizde?
– Bizde resim ciddiye alınan bir alan değil. Hobi gibi bakılıyor nedense. Ne güzel rahatlıyorsun resim yaparak, diyorlar. Ben burada rahatlamıyorum. Anlatamıyorum bir türlü. Bazen “Olmadı,” diye saçımı başımı yoluyorum. Sonuçta dünyadan kopuyorsun. Bazen 6 saat kopuyorsun. Atölyeye girer girmez telefonumu kaparım. Okuldan çıkıp buraya ulaştıysam; yani atölyemde çalışma koşullarını oluşturduysam, diğer her şey dışarıda kalmıştır zaten. Çünkü disiplin süreklilik gerektirir. Bu disiplin bana ilkokuldan beri eşlik eden bir şey. Biraz yapı meselesi. Hep sınıf başkanıydım ve sınıf birincisiydim. Kendimle yarışırdım. O yaştaki bir çocuğu neydi böylesine motive eden, bilmiyorum. Önce kendi ödevlerimi bitirirdim, sonra mahalledeki çocuklara ders çalıştırırdım. Bahçedeki büyük masaya onları dizerdim ve kim ne durumda diye dolaşırdım aralarında. Öğretmen olmayı hiç hayal etmedim ama, böyle baş öğretmen havasında geçen bir çocukluğum var. Diğer soruna gelirsem; ressamları toplumların gözünde bohem ya da aykırı olarak etiketleyen şeyler, diğer insanların onlarda anlamlandıramadıkları kimi davranışlardan kaynaklanıyor bence. Örneğin, geceleri çok az uyurum ben. Uyku saati bile sizi toplumun genelinden ayıran basit ama temel bir unsurdur. Çünkü sabahları onların uyandığı saatte uyanamıyorum. Beni arkadaşlarımın kahve içmeye çağırdığı saatte; ben gözlerimi yeni açmış oluyorum. Zaten üretmenin cazibesi çoğunlukla sohbet ortamının getirebileceklerinden daha baskın oluyor. Ve çoğu kişinin “asosyal” olarak nitelediği duruma düşüyorsun. Ama ben böyle mutluyum.
– Zehra, çocukluğunu biraz daha eşelemek istiyorum. Bir sanatçının çocukluğu olarak, orada neler var bugünü hazırlayan? Hayatında özel işaretler olduğundan söz etmiştin. Ressamlığa giden yoldaki o işaretler nasıl geldi sana?
– Bir arkadaşımın annesinin Mehmet Güleryüz’le birlikte çalışmaya başlaması, benim resimle tanışmama vesile oldu. 7 ya da 8 yaşlarındaydım. Güleryüz’ün ünlü bir ressam olduğunu o zaman öğrendim. Sürekli haberler geliyor arkadaşımdan. Çok ünlü bir ressam, arkadaşıma resim dersi veriyor diye beni de bir heyecan sardı. Sonra yine bir arkadaşımın amcası Pendik’te mahallemizin ressamıydı. Onun atölyesine giderdik. Derken lise çağına geldim. Teknik liseye girdim. Ancak elektrik bölümüyle en ufak bir bağım yok. Ben stajlarda sürekli resim yapıyorum. Birileri fark edip sipariş vermeye başladı bana. İlk kez para kazandım resimden. Ustabaşımın yaşadığı evin yanı da Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi. İlk kez ondan öğrendim ressamlığa giden yolun bu okuldan geçtiğini. Kursa gittim sınavlar için. Ailem hiç onay vermedi liseden sonra okumama. Bir işe girip hayatımı kazanmam öncelikliydi onlar için. Teknik ressamlık yaptığım ilk iş yerimde eşimle tanıştım. O da bana güzel sanatlar okumalısın, dedi. Ancak ben eğitim fakültesi resim öğretmenliği bölümünü kazandım ve evlendim. Ama hayatım bir süre sonra, geri dönülmez biçimde ressamlığa demir attı. Geriye dönüp baktığımda, ressamlığın kararlı bir rüzgâr gibi etrafımda dolanıp durduğunu anlıyorum. “Bana gelen, benimdir,” şeklindeki mottoma uygun biçimde yaşıyorum hayatı. Ne zaman fazla irdeleyip başkalarına danışıp da bir karar alsam, hep yanlış olduğunu gördüm. O yüzden bana gelene baştan teslim oluyorum.
– Bu teslimiyetin kaynağı için, son kez çocukluğuna bakalım mı, Zehra? Aile içindeki yerini anlatır mısın biraz?
– Ben, ağabeyim ve ablamdan sonra gelmişim dünyaya. Üçüncü çocuğum. Ve sürpriz bir çocuğum. Aradan çok yıllar geçtikten sonra, beklenmeyen bir evlat. Ayrıca kalbimde de bir sorun varmış: Ağlamaya dayanamayarak, hemen bayılıyormuşum. Doktor; “Ağlatmayın bu bebeği,” demiş. Ağlamadan büyüdüm, diyelim. Kendimi bilmeye başladığımda, kardeşlerim evden gitmişti. Aslında tek çocuk gibi yaşadım. Etrafta yaşıtım kimse de yoktu. Babam ailevi nedenlerle tüm akrabalardan uzakta, Pendik’te bir ücra köşede bir ev yapmış bize. Bahçe içinde, bir masal evi. Emekli olduktan sonra da, ölene kadar muhtarlık yaptı, evde yoktu. Annem ve ben vardık. Ancak, annem de hayattan kopuk yaşayan bir kadındı. Tuhaf biçimde iletişimimiz yoktu. Benim tümüyle yalnız geçen, oldukça içe dönük bir çocukluğum vardı. Koca dünyada, tek başıma ben vardım. 1971 doğumlu biri olduğumu düşünürsen, oyuncak falan yok o zaman. Çamurdan bebekler yapardım kendime, yastığı giydirir; kardeş yapardım. Hep yalnızdım. Kendi kendimle arkadaş olma ilişkisi bende çok erken ve zorunlu olarak başladı. Oturduğumuz yerden bir araba bile geçmezdi, ses yoktu. Annem mısır ekerdi, o mısırların püsküllerinden bebeğime saç yapardım. Ortaokula geldiğimde de, heykel yapardım alçıdan. Kimseden bir övgü gelmezdi. Lisedeyken biraz hareketlendi yaşantım. Teknik lise, staj, resim siparişleri. 18 yaşıma geldiğimde, annem kalp krizi geçirip kollarımda öldü. Ondan sonra çok ağır bir depresyona girdim. Duvarlar konuştu, annem konuştu. Çok karanlık bir dönem geçti hayatımdan. Atlattım o günleri ve bugün olduğum kadın oldum.
– İçtenliğin ve paylaşımların için teşekkür ederim.
– Ben de bu özel yolculukta bana eşlik ettiğin için çok teşekkür ediyorum.
– Kadın dayanışmasının bir örneğini vererek ve daha iyi bir yaşamın anahtarı olan “kadın özgürlüğü” için “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyelim mi?
– Diyelim!
Sessizce gelen sessizce oturan sessizce konusup ve hatta sessizce gülen bu ressamın kocaman dünyasını, emeğini ve hünerini paylaştığınız için tebrik ediyorum.
Zehra basaran. Caliskan, uretken, yetenekli bir ressam. Takip edilmeli, desteklenmeli.
Baştan sona dikkatle okudum.
Sonuç : Büyük sanatçı olmak için sıradışı bir yaşam ve bolca travma getekli. Zehra hanıma kaderi bu konuda çokça yardımcı olmuş! Yolu açık olsun.
Zehra hanım tam bir sanatçı, hayata bakış açısını sanata çok güzel yansıtmış. Bana geçen kadının her şartta ve her durumda ne kadar güçlü ve dik durduğu ,bu da adeta yaptığı eserlerden fırlayıp insanın içine giriyor. Yolu açık olsun.
Çok güzel, samimi ve besleyici bir söyleşi olmuş. Soluksuz okudum. Hayriyem Zeynep Altan ve sevgili arkadaşım Zehra Başaran’ı kutluyorum.