“Dışarıda deli dalgalar”ın gelen ve çoktan geçmekte olan bahar aylarında, Güneş’ten de destek alarak yaşamı renklendirdiği zamanların birindeyiz. Ne var ki, üzerine envaiçeşit teorinin konuşulduğu, öyle ya da böyle birçoğumuzu “ev hapsine” sürükleyen bu salgın ortamında dışarıdaki deli dalgalardan bihaberiz. Biz karantina sürecindeyiz, bazen yalnız hissediyor, kendimizi anlatacak, can sıkıntımızı geçirecek kimseler var mı diye dijital evrenin uçsuz bucaksızlığında dolanıyoruz. Tıpkı bundan yıllar yıllar önce Yozgat’ta, yalnızlık içinde geçirdiği zamanlarda yazdığı şiir ve hikayeleriyle anlaşılma isteği duyan Sabahattin Ali gibi. Teşbihte hata olmaz, lafının altına sığınsam da tabii ki, onun çoğumuzdan daha zor bir hayat yaşadığını bilenler bilir, bilmeyenler de bu yazıda ayrıntılarıyla öğreneceklerdir. Tabii okurlarsa.
Baharın hemen öncesinde, 25 Şubat 1907’de dünyaya gelen Sabahattin Ali Kırklareli doğumludur. Kendi döneminde ise doğduğu yer Bulgaristan’ın Gümülcine sancağına bağlı Eğridere (şimdiki adıyla Ardino) ilçesi olarak biliniyordu. Babası, Piyade Yüzbaşısı Cihangirli Ali Selahattin Bey, annesi Hüsniye Hanım’dır. Güzel, zengin de bir soyağacı vardır Ali’nin: Baba tarafından Trabzon’a, anne tarafından Bulgaristan’a bağlıdır.
Üsküdar’da almaya başladığı eğitimini daha sonra Çanakkale ve Edremit’te sürdüren yazarın o yörelere yolu daha sonra da düşecektir. Başarılı bir öğrencilik hayatı geçiren Sabahattin Ali ilköğrenimden sonra İstanbul’daki dayısının yanına gider. Burada 1 yıl kaldıktan sonra 1922 – 23 ders yılı başında Balıkesir Muallim Mektebi’ne kaydolur. Meslek hayatının büyük bir bölümünde öğretmenliği görebileceğimiz öykücü Balıkesir’in ardından soluğu İstanbul Muallim Mektebi’nde alır. Çocuk yaşta bir insana göre oldukça sık yer değiştiren Ali, mektebi bitirdiği 1927 yılında babasını yitirir.
Bu kez imdadına Ankara’daki dayısı yetişir. Ali bir süre de Ankara’daki dayısının yanında kalır. Hayatında aynı yere, mekana birden fazla kez yolu düşen yazarın sebepleri ise genellikle her seferinde bir önceki sebepten farklı olacaktır. Ankara’daki geçirdiği zamanın ardından Yozgat’a ilkokul öğretmeni olarak atanan Ali bu defa İç Anadolu’yu görme ve buradaki Anadolu halkını yakından öğrenme fırsatı bulur. Ve sıra edebiyattan siyasi görüşlerine kadar ufkunun genişleyeceği Avrupa’dadır…
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü’ne göre 1927 – 1928 eğitim döneminde farklı ülkelerde olmak üzere Avrupa’da toplam 42 öğrencimiz bulunuyordu. Sabahattin Ali de yabancı dil öğretmeni açığının giderilmesi için 1928’de yurt dışına gönderilen 15 kadar kişiden biri olarak Almanya’ya öğrenim görmeye gitmişti.
Burada, I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de bulunan eski bir subaydan ders alır ve Berlin’de yatılı okula gitme imkanı bulur. Ali’nin yaklaşık 2 yıl süren Almanya macerası ona birçok şey katmasıyla beraber canının fena derecede sıkıldığı ve memleket özlemi çektiği dönemleri de olur. Almanya’da Gorki, Turgenyev, Edgar Allen Poe, Hamsun ve adı “olay hikayeciliği” ile bütünleşen Maupassant gibi yazarları Almancalarından okuyup onlardan etkilenir. Ancak sıkı ve hatta kimilerine göre katı disiplinli yaşam tarzıyla bilinen Almanya, sıkıya fazla gelmeyi sevmeyen, özgür ruhlu yazarımız için zor zamanlara da neden olur. Edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci tarafından ortaya çıkarılan, Ali’nin Almanya’da yazdığı bir şiir de bunu ortaya döker. “Daüssıla” adlı bu şiiri Sabahattin Ali, Almanya’daki arkadaşlarından Melahat Togar‘a vermiş vaktiyle. Melahat Hanım da şiiri 48 yıl sakladıktan sonra, yayımlaması üzerine Asım Bezirci’ye vermiş. 22 Aralık 1928’de yazılan bu şiirin başında “Pertev ve şürekasına” notu vardır. Söz konusu Pertev, Pertev Naili Boratav’dır.
Yaklaşık iki yıllık Almanya macerasının ardından yurda dönen yazar Bursa’da ilkokul öğretmenliği, Aydın’da Almanca öğretmenliği yapar. Almanya’da tanıştığı ve etkilendiği Marksizm de vardır artık hayatında. Bu öğretmenlik döneminde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanan yazar 1931 Mayıs – Eylül arası Aydın Hapishanesi’ndedir. Bu hapishane yılları, onun en meşhur eserlerinden biri olan Kuyucaklı Yusuf’un da filizlenmesine ön ayak olur.
Türk edebiyatının dönüm noktalarından biri olan, 1936 – 37 arasında Tan Gazetesi’nde tefrika edilen, hatta Ali’nin bir üçlemeye çevirmeye de niyetlendiği yapıtın değerini Berna Moran’ın “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2” kitabından dinleyelim:
“Tanzimat’tan 1950’lere kadarki Türk romanının ana sorunsalını ‘Batılılaşma’ oluşturuyordu. Yazarlarımız toplumsal yapının kendine yönelmiyor, mevcut düzeni sorgulamıyorlardı. Toplumsal yapıyı, ezilen halk ya da köylü sınıfının durumunu ele alan romanlar gerçi 1950’lerden sonra görülür, ama bunların ilk örneği 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’tur. Ayrıca romana Anadolu’yu da bu sorunsalla birlikte getirmiş olması Kuyucaklı Yusuf’u başka bir yönden daha öncü yapar. (…) Sabahattin Ali’nin gördüğü çatışma toplumsal yapıdan kaynaklanır; bir yanda bürokrasi ve eşraf vardır bir yanda da ezilen halk.”
5 aylık hapishane döneminin ardından yazar Eylül sonunda Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine tayin edilir. Siyasi düşünceleri, düşündüklerini söylemekten çekinmeyen tavrı tekrardan başını ağrıtmaya başlayacaktır. Bir toplantıda okuduğu hicviyesi ile devlet büyüklerini tahkir ettiği gerekçesiyle 22 Aralık 1932’de tekrar tutuklanır ve Sinop Hapishanesi’ne yollanır. Edip Akbayram’ın yorumuyla oldukça ün kazanan, meşhur “Aldırma Gönül” şiiri de burada yazılır.
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 10. yılı kapsamında çıkarılan af vesilesiyle yazara bir iyi bir kötü haber vardır: Af vesilesiyle tahliye edilmiş, ancak yeni bir görevin ancak “zihniyetini değiştirdiği” sabit olduğunda verileceği bildirilmiştir. Hapishaneden çıktıktan sonra 1 yıl kadar tekrar Ankara’daki dayısının yanında ikamet eden yazar, burada sürekli kitap okur. Memuriyete dönebilmesi için de devlet büyüklerine bağlılığını belirten bir şiir yazması gerektiği söylenir. Edebiyat dergiciliğimizin öncü dergilerinden Varlık’ta, yazarın “Benim Aşkım” adlı şiiri 15 Ocak 1934’te yayımlanır. Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi, Dr. Leyla Burcu Dündar’ın Varlık Dergisi’nin Ocak 2013 sayısındaki şu sözleriyse oldukça önemlidir: “Aynı minvalde, yazarın mahkûmiyetlerine ilişkin hiçbir detaylı bilginin verilmemiş ve yazarı ‘Benim Aşkım’ şiirini yazmaya iten ortamın nesnellikle betimlenmemiş olması dikkat çekicidir.”
30 Eylül 1934’te kendisine Maarif Vekaleti’nde bir görev verilen yazar öğretmenliğe değil, ama böylece memuriyet hayatına geri dönmüştür. 16 Mayıs 1935’te ise İstanbul’da “Altın gibi sarı saçlı, fevkalade güzel lacivert gözlü, beyaz tenli, gözlerinin etrafında yazın beliren seyrek çilli ve uzunca boylu bir kızcağızdır. Gayet sessiz, okumağa ve düşünmeğe meraklı, kendi halinde bir mahlûk… Yaşı tam 20… İsmi de Aliye…” olan bir kızla Kadıköy’de evlenir.
25 Haziran’da da Neşriyat Dairesi Kalem Başkanlığı’na getirilir. Babasının adını da (Ali), nüfusta “Alı” şeklinde soyadı olarak kabul ettirir. Askerlik dönemine de henüz gelen Sabahattin Ali, 1 Mayıs 1937’de İstanbul’da askerliğe başlar. Tam ertesi sene, Eskişehir’de yedek subay olarak askerliğini tamamlayan yazarın bu sıralarda da kızı Filiz Ali dünyaya gelir.
Filiz Hanım, bir müzikbilimci ve piyanist kimliğiyle kültür hayatımızın önemli isimlerinden biri olarak yaşamını sürdürüyor. Anı ve müzik kitaplarıyla da bilinen Filiz Ali’nin anılarını, babasının eserleri ve mektuplarıyla harmanladığı “Filiz Hiç Üzülmesin” kitabı Sabahattin Ali’nin usta fotoğrafçılığını görmemiz açısından da önemli bir kaynak.
Yazarın şair, romancı ve öykücü yanı malumdur, ancak yarışmalarda derecelere girecek kadar kabiliyetli fotoğrafçılığını daha az insan bilir. Öyle ki Cumhuriyet Gazetesi’nin 3 Temmuz 1993 Cumartesi tarihli sayısında Uluslararası Fotoğraf Sanatı Federasyonu FIAP’ın Artist of FIAP unvanına sahip Türk fotoğrafçı İsa Çelik’in yazarın fotoğrafçılığı hakkındaki şu sözleri kayda değerdir: “Sabahattin Ali’nin sanatı ve fotoğrafçılığı üstüne konuşurken eşi Sayın Aliye Ali, ‘Nereye giderse gitsin, Kodak kutu makinesini ve üç ayağını hiç eksik etmezdi yanından’ dedi ve, ‘Yazı dışında en büyük merakı fotoğraftı. (…) Evde saatlerce bir lamba ışığı altında fotoğraflarımızı çekerdi. Üç ayağı saklıyoruz ama makineye kim bilir ne oldu?…’ diye ekledi sözlerine. (…) Yazılarında belirgin biçimde görülen, edebi sanatlara yaslanmak yerine yalın, duru bir dille olayın ya da durumun sosyal ve politik çözümlemelerinden okuyucunun -toplumun- alacağı ‘marjinal fayda’nın önde tutulması kaygısı fotoğraflarında da görülüyor.”
Artık evli ve çocuk sahibi olan Sabahattin Ali, tekrar ama bu kez yuva kurmuş bir adam olarak ailesiyle Ankara’ya gider. 1938’de Musiki Muallim Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği ve Devlet Konservatuvarı’nda Almanya’dan gelen rejisör Karl Ebert’in asistanlığı görevlerinde bulunur. Bu dönem edebiyat açısından da oldukça verimli geçer: Aralarında Sabahattin Eyüboğlu, Nihat Berkes, Azra Erhat gibi yazarların da bulunduğu bir dost çevresine girmiş, edebî yönünü güçlendirmiştir. Hatta 1939’da bir gazetede tefrika edilen İçimizdeki Şeytan da 1940’ta kitaplaşarak ses getirmiştir. Nazım Hikmet’in “Sabahattin Ali ‘İçimizdeki Şeytan’ adlı romanında, Türkiye faşistleri, ırkçıları ve pantürkistlerinin içyüzünü meydana çıkardı. Bu kitabın ortaya çıkması, büyük gürültülere sebep oldu. Faşist basını onun üzerine atıldı.” sözlerini aktarırsak, eserin getirdiği sesi de özetlemiş oluruz.
Her şey iyi gidiyor gibidir. Bir aile kurmuş, işleri toparlamış, kendisini anlayabilecek ve kendisinin de çok şey öğrenebileceği bir arkadaş grubuna sahiptir. Ardından II. Dünya Savaşı patlak vermiş ve Ali 1939’un Kasım ayında seferberlik çağrısıyla gittiği Sarıkamış’ta 4 ay askerlik yapmıştır. Askerden de, Kürk Mantolu Madonna’yı yazarak dönmüştür. Nâzım Hikmet’in Sait Faik’ten bahsettiği bir mektubunda “… yeni bir Sabahaddin Ali’miz, İsmet Hüsnü’müz, Kemal Tahir’imiz olacak.” diyerek öykücülük çıtasını Sabahattin Ali olarak belirlemesini de es geçmeyelim.
Roman mı hikaye mi olduğuna dair hala popüler bir tartışma vardır Kürk Mantolu Madonna‘ya dair. Öyle ki, ilk olarak 1943’te basılan eserin, Remzi Kitabevi tarafından yapılan birinci baskısının kapağına “hikaye” ibaresi konulur. İkinci baskıyı ise Varlık Yayınları roman olarak basar. Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan eserlerinde görülen sosyal gerçekçilik anlayışı Kürk Mantolu Madonna‘da o kadar net ve keskin değildir. Hakikat Gazetesi’nin siparişi üzerine kaleme alınan ve ilkin gazetede tefrika edilen eser Asım Bezirci’nin yazar hakkındaki kitabında da aktardığı üzere gazeteden gelen “siyasete karışmayan, sürükleyici bir aşk romanı” niteliğine uygun olarak yazılır. Ne var ki, edebiyatçıların, yazarların belli bir kesiminin o günden bugüne kaderidir; Sabahattin Ali gazeteden telifini alamayınca gazetenin sahibi Cemal Hakkı ile arasındaki tansiyon yükselir.
Yazarın Almanya’daki yaşamından izler taşıyan eser yabancılaşmanın modern toplumlarda oldukça görülen silik karakterlerini ortaya dökmesi bakımından oldukça önemlidir. Cevdet Kudret Kürk Mantolu Madonna için Sabahattin Ali’nin Lüzumsuz Adam başlığını düşündüğünü ancak “z” ve “s” seslerinin kulağı yadırgatan etkisinden hoşlanmayarak bu isimden vazgeçtiğini belirtir. Pertev Naili Boratav ise yazarın eser başlığını Almanya’da tanıştığı Frolayn Puder adlı bir bayanın yirmi sekiz yaşında olmasına istinaden Yirmi Sekiz olarak düşündüğünü kaydeder.
1941 – 43 yılları arası ise yazarı tekrar daimi mesleği haline gelen öğretmenlikte görmekle beraber Ali çeviriler de yapmaya başlar. Ayrıca Tercüme Bürosu ve Türk Dil Kurumu’nda çalışır. 1944’te ise kendisini vatan hainliği ile suçlayan Nihal Atsız’a dava açan Ali, aynı yılın Eylül ayında 1 buçuk aylığına tekrar askere alınır. İkinci Cihan Harbi’nin hemen ertesinde, 1946’da ise Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile beraber Türk basın tarihinin en yüksek tirajlı yayınlarından biri olan Markopaşa Dergisi’ni çıkarır. Yine Nâzım Hikmet’e dönersek şair, dergi hakkında: “Marko Paşa’nın demokrasi, milli bağımsızlık ve barış uğrunda ve emperyalizm aleyhinde yürütülen mücadele rolü çok önemlidir.” sözlerini sarf eder.
Basın ve yayın hayatından söz açılmışken, 1947’de İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’ne de üyelik başvurusunda bulunur Sabahattin Ali.
Ancak artık Ali’nin hayatı giderek zorlaşmaktadır. İzlenmeler, önüne çıkan engeller derken, çok sevdiği memleketinde yaşamanın artık mümkün olmadığını ve işlerin giderek daha da zorlaşacağını düşünür. Tıpkı Nâzım Hikmet gibi o da çok sevdiği ülkesinden gitmek durumuna düşer. Bulgaristan’a geçmek ve oradan Avrupa’ya ulaşmak için peynir nakliyeciliği görüntüsü altında Edirne’ye yola çıkar. Sınırı geçerken kendisine rehberlik etmesi için anlaştığı Ali Ertekin adlı kişi tarafından öldürüldüğünde ise takvimler 2 Nisan 1948’i göstermektedir.
Türkiye, gerçekçi edebiyatın, realist öykücülüğün en büyük kalemlerinden birini, aynı zamanda çok mühim bir aydınını böyle kaybeder… Gerçekten söylenecek söz var mı? Memleket edebiyatının kurucularından biri olan Sabahattin Ali, sanatın realist olması gerekliliğine inanır, ancak sadece kuru bir yansıtma olmasına da karşıdır. İlk hikayesi Eylül 1930’da Resimli Ay’da “Bir Orman Hikayesi” adıyla yayımlanmıştır. O dönem derginin yönetim kadrosunda olan Nazım Hikmet ile tanışıklığı da buraya dayanır. Bu arada yazının bu son kısmına kadar gelen arkadaşlarıma hediyemdir; gözlükleriyle meşhur olan büyük yazar Sabahattin Ali’nin 1997 senesinde doğumunun 90. yıldönümüne istinaden Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi’nde 21 Şubat – 31 Mart tarihleri arasında bir sergi düzenlendi. “Bir Usta Bir Dünya” adıyla gerçekleştirilen bu arşiv sergisinde yazarın şahsi birçok eşyası, mektupları, eskizleri de yer aldı. İşte o sergide Sabahattin Ali’nin gözlüğü, gözlük kabı ve kabın içindeki kağıtta Aragon’un meşhur “Mutlu Aşk Yoktur” şiirin orijinal bir dörtlüğü de yer alıyordu:
Merak edenler şiiri “Mutlu Aşk Yoktur” diye aratarak Türkçe’ye çevrilmiş olarak da bulabilirler.
Madem Nâzım’ın aktardıklarına da fazlaca girdik, Sabahattin Ali hakkında söylediği şu büyük sözü de ekleyelim:
“Şunu söylemek istiyorum ki, Sabahaddin Ali bizim Türk edebiyatının büyük şehididir. Hürriyet için, milli bağımsızlık için döğüşen Türk halkının büyük şehidi. Ve zannediyorum ki, bizde gerçek halk edebiyatının da ilk kurucularından biridir.”
Ve elbette bahsi Sabahattin Ali’nin kendisiyle kapayalım: “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Hazırlayan: Mert Bekçi
Öldürüldüğünü okuyunca çok üzüldüm ve bizleri hepimizi kendimi kınadım. Onu öldürenlerin arkasındaki zihniyet günümüzde de var olmakta olup bir avuç insanın başkalarına, temel hak ve özgürlüklere hükmetme, eleştiriye tahammül edememe , Atatürk’e ve Türk’lüğe ihanet etme, kardeşi kardeşe kırma arzusudur. Değerini yaşarken bilemediklerimizden biri. Usta yazarımız Ruh’unuz şad olsun.