İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Modern İran Edebiyatının Kurucusu, Kafka’nın Ruh İkizi Sadık Hidayet

İran edebiyatı dendiği zaman, bilenler bilir, akan sular durur. Özellikle Ömer Hayyam ve Firdevsî ile aklımıza çokça gelen İran şiiri, ülkenin her sosyal, kültürel insanı tarafından bilinir ve ezberlenir. Mektep görmemiş, babayani bir giyimi olan herhangi bir İranlının dahi konu İran şiirinden, edebiyatından açıldığı zaman çok geniş bir yelpazeye sahip olduğu görülür. Ülkenin kendisi de çok kadim, köklü bir maziye sahip olduğundan ekonomik ve sosyal sorunlar ne olursa olsun kültürün, sanatın, şiirin yeri ayrıdır. Ayrıca İran mütercimleri, bizim yayın dünyamızın aksine, kendileriyle ilgili yazılan yabancı yayınların da büyük bir çoğunluğunu tercüme etmişlerdir. İşte böyle büyük vasıfları ve özellikleri olan bir ülkede, 17 Şubat 1903 tarihinde ileride İran öykücülüğünü çağdaş zemine oturtacak biri doğar: Sâdık Hidâyet. İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya gelen yazar, soylu bir aileye mensuptur. Ortaöğrenimini Tahran’daki bir Fransız kolejinde tamamladıktan sonra mühendislik okumak maksadıyla Belçika’ya gider. Ancak aklı da kalbi de böyle teknik bir işten ziyade edebiyatla, sanatla atmaya başladığından 1927’de bıraktığı öğreniminin ardından Paris’e adımını atar.

24 civarı bir yaşta Paris’e gittiğinde, kent hala sanatın kalbinin attığı yer olarak varlığını sürdürür. Burada Fransız dili ve edebiyatını mütalaa eden Sadık Hidayet ilk öykülerini de Paris’te yazar. Üç – dört yıllık Paris deneyiminin ardından, 1930’da doğup büyüdüğü Tahran’a dönen yazar ailesinin nüfuz ve imkânlarından yararlanmayı kabul etmeyerek, kâtiplikle yetinmeyi tercih eder.

Edebiyata dair ilk teşebbüslerine Paris’te öykü yazmasıyla rastladığımız yazar, hayatında açılan bu pencereyi Tahran’da da sürdürür. 1933’te çeşitli edebiyat grupları kuran Sâdık Hidâyet ve arkadaşları, İran Şahı’nın ülkedeki baskıları nedeniyle dağılmak zorunda kalır. Ancak bu netice Hidâyet için, bir dizi yeni ufkun açılacağı serüvenlerin öncesidir. 1936’da Hindistan’a giden öykücü eski İran metinlerinin asıllarını okuyabilmek için Pehlevice, Sanskritçe öğrenir. Yine 1936 senesinde Kör Baykuş adlı romanı ilk kez Hindistan’da yayımlanır ve kendi memleketi olan İran’da yasaklanır. Hindistan’da Budizm’i inceleyen Sadık Hidayet, Buda’nın kimi metinlerini de Farsçaya çevirir. Kitabının yayımlandığı ilk yer olan Hindistan’da birkaç dil ve kültür öğrenip ülkesine dönen yazarı zor günler beklemektedir.

Tercümanlık ve memuriyet hayatına girse de buralarda dikiş tutturamaz ve 1950’de yolu gene gençlik zamanlarında gittiği Paris’e düşer. Fakat artık ne Paris eski Paris ne de Sadık Hidayet eskisi gibidir. Zaten hüzünlü, melankolik yapısı İran’da yaşadığı zorluklar, tanık olup da değiştiremediği toplumsal hadiseler nedeniyle daha da karamsarlığa sürüklenir. Aslında bu ümitsizlik İkinci Dünya Savaşı’yla beraber zaten inkişaf etmeye başlar, çünkü İran toplumunun savaş sonrası içler acısı durumunu görür. Dönemin İran başbakanı ve Hidâyet’in eniştesi olan Haj Ali Razmara 7 Mart 1951’de bir suikasta kurban gidince yazar için de geri dönülmez yolun kapıları aralanır. Memleketindeki ümitsiz tabloyu gören, ancak değiştirecek kudreti elinde bulamayan Sâdık Hidâyet 9 Nisan 1951’de Paris’te intihar ederek hayata veda eder.

Yazarın 25 yıllık dostu olan Bozorg Alevî, ‘’Doğu’nun Kafka’sı’’ olarak da anılan yazarın ölüme gidişini şöyle anlatır: ‘’Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, Championnet caddesinde buldu aradığını; 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları, yanı başında, yerdeydi.’’

Gelelim modern İran edebiyatında oynadığı öncü role. Muhammed Ali Cemalzade, İran edebiyatında Avrupai hikâyenin temsilcisidir. İran yazınında öykü dilinin sadeleşmesi onun eserleriyle başlar. Yine yazarın yakın dostu Bozorg Alevî de modern İran edebiyatı sahasında ‘’zindan edebiyatı’’nın mümessilidir. Sâdık Hidâyet bu çağdaş İran yazınına yapıtlarıyla girmekle beraber onu diğerlerinden ayıran bir husus vardır: O, derin ruh tahlillerine, bilinçaltının gizemli dünyasına adım atar ve buradan tüm insanlığa ayna tutmasını bilir. Zaten Franz Kafka’yı okuyan, Freud’dan da etkilenen Hidayet’in ortaya böyle bir çeşni getirmesi olağandır.

Kör Baykuş, Diri Gömülen, Üç Damla Kan eserlerinde bir çırpıda sayabileceğimiz ortak temalar; ölüm, intihar, hayatın anlamsızlığı, yetersizlik, tatminsizliktir. Kör Baykuş’u dilimize kazandıran Türk şairi Behçet Necatigil, Sadık Hidayet’in bu eseriyle İran edebiyatına Avrupa modernizmini getirdiğini söyler. Kör Baykuş ayrıca yazarın tek romanıdır.

Behçet Necatigil (1916 – 1979)

Türkçedeki diğer eserlerinin hepsini dilimize kazandıran kişiyse Prof. Dr. Mehmet Kanar’dır. Mehmet Bey 1 Ocak 1954 Konya doğumludur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden emeklidir. Sâdık Hidâyet’ten yaptığı ‘’Hayyam’ın Teraneleri’’ adlı çevirisiyle de bu sahada birincilik ödülü kazanır. Ayrıca İran Cumhurbaşkanlığınca Fars Dili ve Edebiyatı araştırmaları alanında ‘’üstün araştırmacı’’ ödülü kazanan Mehmet Kanar bildiğim kadarıyla Yeditepe Üniversitesi’nde halen ders vermektedir. ‘’Samsa’’ adı verilen ve benim de dâhil olduğum, şu anda ömrünü tamamlamış olan bir edebiyat, kültür – sanat dergisinde, Mehmet Hoca ile de Sâdık Hidâyet üzerine bir röportaj yapmıştık. O röportajdan hocanın yazara dair aktardığı birkaç cümleyi de vereyim:

Prof. Dr. Mehmet Kanar

‘’Hayyam hakkında araştırma yapıp en sağlıklı sonuca ulaşan kişi Hidayet’tir. Hayyam ile Hidayet bir noktada birleşir. Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Her şey dönüşüm halindedir; ömür ise çok kısadır. Ayrıldıkları husus; Hayyam’da hedef, kısa ömrü en iyi şekilde değerlendirmek, hayatın tadını çıkarmaktır. Sâdık Hidayet, ruh yapısı itibarıyla hayatın tadını çıkaracak biri değildi. Her türlü düzensizlikten, kanunsuzluktan, acımasızlıktan etkileniyor, ruhu yaralanıyordu. Görmezden gelemediği için, bir an önce dünya hayatına veda etmeye karar vermiş olmalı.’’

Yine Kafka’ya benzetilmesine dair de aynı röportajımızda şunları aktarır: ”Yazdığı eserlerde Kafka’nın izleri zaten görünür. Ruh tahlilleri arasında da benzerlik vardır. Dünyaya, topluma bakış açıları, toplumda kendi yerlerini değerlendirilişleri de öyledir.”

Sâdık Hidâyet tesirli olduğu kadar çevresindeki hemen her şeyden üst düzeyde etkilenir. Bir olaydan etkilenerek vejetaryen olması, hatta bu konuya dair ‘’Vejetaryenliğin Yararları’’ diye bir de kitap yazması buna örnektir. Bu kitaptan bir alıntı yapalım:

Et yiyen herkes hayvanı bizzat öldürsün ya da bu kişiler gidip ömürlerinin bir saatini o güzel manzarayla geçirsin bakalım. O leziz yiyeceklerin kendileri için nasıl hazırlandığını görsünler! Allahtan, işledikleri toplu kıyım cinayetleri gözden uzak olsun diye mezbahaları şehrin dışına kuruyorlar. Mezbaha iki ayaklı hayvan icadıdır. Hiçbir yırtıcı ve kan dökücü canlı, yemini bu denli rezilce yemez! İnsan, kurtların ve yeryüzündeki kan dökücü canlıların yüzünü ağartmıştır.

Tercüman, şair, öykücü, romancı, oyun ve deneme yazarı, ressam olan Sâdık Hidâyet İran’daki toplumsal yaşamı yalın ve gerçekçi anlattığı eserleriyle ve ruh tahlillerine ustalıkla yer verdiği yapıtlarıyla bugün de İran edebiyatında modernizmin öncüsü olarak kabul edilir. Çehov ve Kafka’yı Farsça’ya çeviren, Edgar Allan Poe, Dostoyevski gibi büyük kalemlerden etkilenen yazarın eserleri Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan ve Çekoslovak dillerine de çevrilmiştir. Hem Doğu hem Batı’nın etkisinde kalan yazarın bizzat kendisinden de hem Doğu hem Batı etkilenir.

Bu müteessir sanat adamı, belki ‘’Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.’’ ifadesinin tam karşılığı olarak bu dünyadan göçüp gitti. Geriye bize onun karanlık, hassas, ürkek, iyi niyetli, sevecen, mahzun dünyasının kapısını aralayan eserleri kaldı. O halde Kör Baykuş’tan bir alıntıda bulunarak bu bahsi kapayalım:

Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığını artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum…

Hazırlayan: Mert Bekçi

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir