Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum.
Ölümün insanı isteyip geri durması ne
korkunçtur!
(Diri Gömülen, s. 8, YKY)
İran’ın en önemli yazarlarından biri kabul edilen Sadık Hidayet, Paris’te Championnet Caddesi’nde yaşadığı dairenin mutfağında, 9 Nisan 1951’de ölü bulunur. Tertemiz giyinmiş, tıraş olmuştur. Yanı başında yakılmış müsveddeler… Karaladığı kimi şeylerle yaşamdan vazgeçerken aklından neler geçiyordu bilemeyiz. Ölümü seçerken onu ve yaşamı nasıl anlamlandırdığı kuşkusuz önemlidir. Sadık Hidayet, yaşamına son veren ne ilk ne de son yazardır. Daha nice yazar, şair ya da insan bu yaşamdan kendi iradeleri ile çekip gitti. Her birinin kendince sebepleri vardı elbet: toplumsal, ruhsal vs. Ölümün tercih edilmesine yönelik sert eleştiriler, anlayışlı yaklaşımlar nereden baktığımıza göre değişir. Değişmeyen şey ise hangi sebepten olursa olsun ölümün tercih edilmesidir. Bu, varoluşsal bir meydan okumadır ya da güçsüzlük diye değerlendirilebilir ya da bambaşka bir yaklaşım söz konusu olabilir. Belki varoluşsal sorunların getirdiği açmazın kimi insanlarda anlam bulmasıdır.
Sadık Hidayet, ölümüyle aramızdan öylece çekip gitmedi elbet. Aslında yazdığı her sözcük fısıltıyla dolaşmakta. Hem kendi varoluşsal sorunlarını hem ülkesinin sorunlarını nakış nakış işlediği eserleri, ölümünden çok daha ötelere uzanıyor. Bu uzanış, her okuyucuda farklı anlamlar, imgeler, çağrışımlar uyandırsa da hepsinin ortaklaştığı nokta şudur: Hidayet sanatıyla, insanın özüne dokunabilmeyi başarmıştır.
Hidayet, İran’ın önde gelen bir ailesinde doğar. Fransız Lisesinde eğitim görür. Eğitimini tamamlamak için Avrupa’ya gider. Mühendislik için diş hekimliğini bırakır. Hindistan’a giderek Sanskritçe öğrenir. Budizm’i inceler, Buda’nın kimi eserlerini Farsçaya çevirir. Kadim İran inancı Zerdüştlüğe de yabancı değildir. Örneğin, Ateşperest öyküsünde bunu görürüz.
Sadık Hidayet, içinden geldiği sınıfa dahil olmamayı seçmiş bir yazardır. O, İran halkıyla yakınlık kurmayı tercih etmiştir ama başka kültürlere de kapısını kapamamıştır. Belki de bu nedenle -onun için- modern İran edebiyatının yapı taşlarından biridir diyebiliyoruz. İran kültürünü özümsemiş, kendi kökleri üzerinde yeşermiştir. Ne anlatırsa anlatsın kalemini batırdığı kaynaklardan biri kadim İran kültürüdür. İran’ın zengin mitolojisi, güçlü şiir geleneği, çeşitli anlatım geleneği onun beslendiği edebi kaynakların başında gelir. Ayrıca Batı edebiyatıyla da, özellikle: Çehov, Kafka, Poe, Rilke gibi yazarlarla bağ kurar. Bir yanıyla modern Batı edebiyatıyla bağ kurarken diğer taraftan Doğu’nun mistik atmosferinden vazgeçmez.
Hidayet, yaşama karşı oldukça duyarlıdır. Belki de onun bu duyarlılığı, her şeyi derinden kavramasına neden olmuş, hatta bir yerde yaşam dayanılmaz hale gelmiştir. Yaşadığı toplumun sorunlarına sırtını çevirmeyen, toplumsal eleştirisini hem halk hem yöneticiler özgülünde yapmaktan çekinmeyen, bireyin yaşadığı sorunları görmezden gelmeyen koca yürekli bir insandır. Yaşadığı toplumun derinleşen politik, ekonomik, inançsal sorunları onun sorunları olur. Toplumun bunalımı ile Hidayet’in varoluşsal bunalımı iç içe geçer. Hacı Aga romanında, sermaye gruplarının ve politikacıların halkın inançlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullandığını yerelden evrensele ulaşan bir anlatı ile önümüze serer. İnsanlığın mutsuzluğu ve umutsuzluğu çoğalttığı zamanlarda, insanlıktan ümidini kesen kahramanlarıyla da karşılaşırız, Aylak Köpek’te olduğu gibi. Yeri gelir ciddi anlamda var olmayı sorgulayan ve ölümü aklından çıkaramayan bir adamın anlatısını buluruz Diri Gömülen’de.
Modern dünyanın birey üzerinde yarattığı tahribatın izini de sürer. Kendisi de bundan fazlasıyla etkilenmiştir. Ölüm, yalnızlık, bunalım, umutsuzluk, mutsuzluk, şüphe, güvensizlik… her geçen gün hayatımızda ağırlıkları artarak devam eden bu konular, onun hikâye atmosferinde, bizi hayatı sorgulamaya daha doğrusu kendimizi sorgulamaya çağırır. İnsanlığın içine düştüğü bunalımla bireyin içine düştüğü bunalım benzerdir. Hidayet, kurtuluşu ölümde bulmuştur. Yaşarken her gün ölmeye dayanamamıştır belki. Onu anlamayan bir insanlığa katlanamamış olabilir. Belki onurlu gelmemiştir öyle yaşamak. Bir sürü ihtimal, bir sürü soru, bir sürü cevap… Her ölümün sonu gibi: Bilinmeyen.
Kadim İran kültürünü, Doğu anlatı geleneğini ve Batı anlatım tekniklerini İran kilimleri gibi dokuyan, ölüme, aşka, politikaya, varoluşa, inanca… dair birçok konuda söz söylemiş; öyküden romana, eleştiriden incelemeye birçok alanda eser vermiştir. Dilinin güzelliği, anlatımının sadeliği, kurgusunun sağlamlığı ile günümüzde hâlâ hak ettiği değeri bulamasa da büyük bir yazardır. Hâlâ yasaklara maruz kalsa da günün birinde özgür olacaktır çünkü o da ülkesini, halkını seven büyük sanatçıların kaderini yaşamaktadır.
Yılmaz Güney’in mezarının bulunduğu Père Lachaise’de gömülüdür.
Belki şu dünyada hepimiz birer “Kör Baykuş”uzdur ama bunun farkında değiliz.
Yazan: Serhat Sarıçoban
İlk yorum yapan siz olun