Modernizm, toplumda ve bireyin yaşamında birçok şeyi değiştirdiği gibi birçok farklı yönelime ve sorgulamaya da kişiyi itmektedir. Bu süreçte yaşanan kitlesel harekeler, teknolojinin gelişimi ve sosyal yapıda görülen değişim, insanın zihinsel ve algısal besin kaynağı olmuştur. Bu değişimler içerisinde sanatçının da döneme göre kendini revize ettiğini görüyoruz. Aynı zamanda,19. yy son çeyreğinden 20. yy geçişte bilinçaltı teriminin sanatçılar için önemli bir kavram olmaya başladığı da görülmektedir. İşte bu noktada ve içsel bir ifade tarzının gelişmesiyle soyut sanat doğmaktadır. Soyut sanat, ifade tarzı itibariyle açık uçlu bir yapıya sahiptir. Yani görüneni, reel dünyayı aşarak, içsel gerçekliğini resmin temel elemanlarını kullanarak özgürce ortaya koyuyor. Tabi bunu yaparken de, izleyicisini soru işaretleriyle baş başa bırakıyor… Aynı zamanda tuvalin dışına taşan geniş bir alan yaratmakta olan sanatçı eserlerini ortaya koyduktan sonra, eser her bakan gözde farklı bir anlama da kavuşarak kendi varlığını hep diri tutuyor. İzleyici soyut sanat eserlerinde ister reel hayattan çağrışımsal izler yakalamaya çalışsın, ister plastik değerler ile anlamlandırmaya çalışsın, söz konusu sanat, aslında tarihsel bir sürecin düşsel yansımasıdır bu nedenle altyapısal bir okuma gerektirmektedir. Bundandır ki soyut sanatı okumakta, anlamlandırmakta meşakkatli bir vaziyet alıyor…
Soyut terimine bakıldığında sanat tarihinde ilk kez, ressam ve sanat kuramcısı Vasilly Kandinsky’nin (1866-1944) resimlerini nitelemek amacıyla kullanılmış bir ifade olduğunu görüyoruz. Sanatçı, resimlerinin yanı sıra yazılarıyla da soyut sanatı tanımlamıştır. V.Kandinsky’nin ortaya koyduğu bu anlayışı aynı zamanda sanatın yeni bir boyut kazanma adımı olarak da değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 1910’da soyut resim yapmaya başlayan Kandinsky’nin hazırlık çalışmaları, bir dizi bağımsız çizginin eşzamanlı olarak geliştiği bir tür polifonik süreç olarak nitelendirilebilir. Aynı zamanda Kandinsky’nin ‘‘Kompozisyonlar’’ sergisi Rusya’nın Rönesansı olarak adlandırılmıştır.
Soyuta giden yolun kapısını açan sanatçı, sanatta, nesneler dünyasından izlerin olup olmamasının önemli olmadığını, önemli olanın ritimler ile tuval üzerindeki ahenk olduğunu söylemiştir. Aslında sanatçı eserlerini üretirken, soyutlamayı değil, renklerin, çizgilerin ve ritmik düzenlemelerin titreşimiyle mutlak uyumu ve saf duyguyu aramaktaydı. Füg (1914) isimli çalışmasında da görüldüğü gibi temsille doğal dünyayı birbirinden ayıran Kandinsky, renkleri ve çizgileri de, çok sesli bir düzen içerisinde çatıştırmaktadır. Esere bakıldığında, çizgiler farklı noktalara bakmakta ve renk kontrastlarıyla kompozisyona bir dinamizm katmaktadır. Şekillerin parçalanarak iç içe geçmesi ve bu parçalanmışlığı güçlendiren renk kullanımı aynı zamanda resim düzleminde bir yapı bozumu yansıtmaktadır. Bu noktada artık sanatta yeni ve sonsuz bir hareket alanı açılmış olduğunu, konunun ve nesnel biçimin sınırları kırılmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Akımın bir diğer isimlerinden, Alman kökenli İsviçreli ressam Paul Klee (1879-1940) ise Kandinsky gibi tamamen soyutlamaya gitmek yerine, doğanın görünümlerini zihinsel izdüşümlerle yansıtmayı, görünmeyeni görünür kılmayı amaçlamıştır. Sanat anlayışını oluştururken iç ve dış gerçeklik arasında bir köprü kurmuş, hem müzik hem de resim anlayışının oluşumu sırasında, ne kendisini duygusal iç dünyaya, ne de dış gerçekliğe kaptırmamıştır. Kimi zaman çocuk nahifliğini ve coşkusunu andıran resimlerini – ki bu fikri, 20.yy resminin önemli isimlerinden Pablo Picasso’nun çıkış noktasına referans olmaktadır-, aklın ve bilincin farkındalığıyla ortaya çıkarmış, mantığa ve düzene bağlılıktan da vazgeçmemiştir.
Müzisyen bir ailede büyüyen sanatçı, babasından müzik dersleri almış ve aynı zamanda Bern Belediye Orkestrasında profesyonel olarak keman çalmıştır. Bu yüzden resimlerinde biçimi oluştururken müziği temel çıkış noktası olarak alan Klee, müziğin derinliklerine inmedeki amacını şu ifadelerle vurgulamaktadır; “Müzikte bir çokseslilik var. Bu özü görsel alana aktarma aslında önemli sayılmamalı. Ama müzikteki polifonik yapıtlardan bilgi toplama, değişmiş sanat gözlemcisi olarak oradan çıkabilmek için, bu kozmik alanın derinliklerine inme ve sonra bunları resimde bekleme, bu daha iyi. Çünkü birçok bağımsız konunun eşzamanlılığı, tipik olan şeylerin tek bir yer için geçerli olmayıp her yerde kök salabileceği, organik bağları olabileceği sadece müziğe özgü olsa gerek.” Torrid Bölgesi Bahçesinde Soğutma (1924) isimli çalışması müzik-resim birleşimine güzel bir örnek teşkil etmektedir. Dikey olarak kullandığı tuvalinin üzerine güçlü yatay nota çizgilerini yerleştiren sanatçı bu çizgiler üzerine, bahçe bitkilerini sanki notalarmış gibi yerleştirdiği görülmektedir. Birbirlerini tekrar eden çizgisel örgüler, müzikteki ritmik tekrarlara gönderme olarak da okunabilir. Kompozisyon düzlemindeki yoğunluk ve çizgisel ritim gergin bir parça gibi bizi sararken, arka planda kullanılan sıcak renkle de bu etkiyi güçlendirmekte ve çizgilerin ritmini ön plana çıkarmaktadır.
Ya da Klee’nin tam zıttı olan Hollandalı soyut ressam Piet Mondrian’a (1872-1944) bakıldığında saf bir denge arayışında olduğu görülmektedir. Düz çizgileri, köşegenleri ve düz renkleri kullandığı soyut çalışmalarını oluştururken sonsuz matematiksel düzeni yakalama gayesinde olduğu söylenebilir. Örneğin Kırmızı, Sarı ve Mavili Kompozisyon (1929) isimli çalışmasında tuvali parçalara bölerek asimetrik bir düzen oluşturmaktadır. Tuvale bakınca ilk gördüğümüz, birbiri ardına yerleştirilen kareler ve dikdörtgenler ile ara ve ana renklerin düz olarak kullanılmasıdır. Fakat burada bakınca görülenin ötesinde bir şey var. Sanki tuval dışarıya doğru devam etmekte, sarı rengini ya da aşağıdaki kutucukların sanki devam ediyormuş gibi hissettirmesi, resmi dış dünyaya taşımaktadır. Sonsuz matematiksel düzen arayışı işte burada ortaya çıkıyor… Aynı zamanda burada maddesel dünyadan kopuşu da görüyoruz.
Bakıldığında üç sanatçıda farklı bir amaçla eserlerinde soyutlamayı kullanmaktadır. Fakat biz hepsinde ortak bir nokta, görünenin ötesindekini anlama-anlamlandırma gayesi görmüyor muyuz? Varolanın ötesini anlatmaya çalışan, bunu renk ve çizgilerle bir deney haline getiren sanatçıları… Edebiyatta bu arayışı kelimelerde yakalamaya çalışıyoruz, müzikte notalarda, bilimde formüllerde, resimde ise boya ve fırça vuruşlarında… Soyut sanatta sıradan desenler, sade, basit kompozisyonlar bir araya gelerek yaşamın derinliğindeki anlama ulaşmaya çalışıyor. Bu arayış sırasında, sanatçının üçlü bir koalisyona bizi davet ettiğine de tanık olmuyor değiliz. Ressam arayışını eserine yansıtıyor, sanat eseri bu üzerindeki giz dolu soruları izleyiciye geçiriyor ve izleyici o sorular ile eserde takılı kalıyor. Yani içten dışa, dıştan içe bir akış söz konusu. Soyut sanat, hayal gücünün zenginliğini kullanarak, kendi görsel kurallarını oluşturmaktadır. Bu yüzden soyut sanatı sevmek biraz zor olabiliyor. Fakat içsel bir yansımanın dışsal alıcısı olarak bizleri zihinsel olarak geliştirmesi, sizce de çok öğretici değil mi?
KAYNAKÇA Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi (Cilt 3). (1997). İstanbul : Yem Yayınları. İpşiroğlu, N., & İpşiroğlu, M. (1993). Sanatta Devrim. İstanbul: Remzi Yayınevi. Kandinsky, W. (2005). Sanatta Ruhsallık Üzerine. çev. Gülin Ekinci. İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları. Satır, M., & Kayserili, E. (2013). Paul Klee’nin Müziğe Dönüşen Resimleri. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17(2), 77-88.
İlk yorum yapan siz olun