Zannımca hakikate en çok yaklaşanlar, iki dünyayı da; Doğu’yu da Batı’yı da bilen, araştıran kimseler oluyor. Dünyamızı kabaca Şark ve Garp olan iki kategoriye ayırdığımız zaman, tek bir tarafın bilgisi onun hemen karşısında duran tarafı yorumlarken yeterli olmayabiliyor. Bu; edebiyatta da, tarihte de ve yani her şeyde de geçerli bir kural gibi görünüyor. Müziğin de bu bağlamda değerlendirilebilmesi lazım olsa gerek. Batı müziğinin, Avrupa semalarında cereyan eden (blues, rock, klasik müzik vs.) müziğin dinleyicisi, eş zamanlı olarak Doğu müziğini, musikiyi de bilirse tadından yenmez. Bu anlamda; bu iki dünyadan öncelediğimiz kültür ve geleneği benimseriz. Benimseriz ama, diğer dünyanın da bir takipçisi, meraklısı, meyillisi olmak bize dünyayı yorumlama, hayatı yaşama anlamında kesinlikle iki üç kat daha değer katacaktır.
Girişi biraz uzatmamın nedeni; içeriğimize konu olan Tanburi Cemil Bey’in ne yazık ki muayyen yerler ve insanlarca bilinip tanınmasından ileri geliyor. Bu büyük yerli bestekârın dış ülkelerde de oldukça meraklıları olduğunun altını ayrıca çizmemiz lazım.
Bestekârlığının yanı sıra virtüöz de olan Tanburi Cemil Bey, 1870’in ilk üç senesinden birinde dünyaya gelir. Bu muğlaklığın sebebi ise; oğlu Mesut Cemil Bey’in 1873, İbnülemin M. Kemal İnal ve Rauf Yekta Bey’in 9 Mayıs 1871, Başbakanlık Sicil Defteri’nin ise 1872 tarihini doğum yılı olarak vermesinden kaynaklanır. İstanbul’da dünyaya gelen bestekâr, üç yaşındayken babasını yitirmesi üzerine amcası Refik Bey’in çatısı ve himayesi altında ilk öğrenimini tamamlar. Babası Mehmet Tevfik Bey; Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca bilen ve vali muavinliği, Tahran müsteşarlığı gibi görevlerde yer alan bir devlet adamıdır. Tanburi Cemil Bey musikiye dair ilk bilgileri, özel hocalardan Fransızca dersi aldığı küçük yaşında ağabeyinden öğrenir. Ortaokulun ardından öğrenim gördüğü iki okuldan da sinirsel rahatsızlığı nedeniyle ayrılmak zorunda kalır. Bu tarihten itibaren de kendisini tamamen musikiye verir. 13 yaşında amcasını da yitiren Cemil Bey, amcaoğlu Mahmud Bey’in evine taşınır. Burada dört yıl kaldıktan sonra annesi Zihniyar Hanım’ın evine döner.
On beş yaşında tanbura başlayan Cemil Bey, yirmisine doğru kemençe, lavta, viyolonselde de virtüözlüğünü kabul ettirir. Cemil Bey’in ailesinin hemen her ferdinin de musikiyle irili ufaklı uğraşmış olması, kendisine çeşitli kolaylıklar sağlar. 1892’de Babıali Tercüme Kalemi’nde teğmen olarak görev yapan bestekâr II. Abdülhamid tarafından ikinci rütbe bir nişana layık görülür. II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası görevinden kendi isteğiyle ayrılan virtüözümüz, 1912’de soluğu Darülbedayi’nin musiki bölümünde alır. Cemil Bey burada hocalık yapmaya başlar. 1916’nın Temmuz ayında İstanbul’da yaşamını yitiren sanatçının çok sayıda bestesi ve taş plak kayıtları bugün ulaşılabildiği ölçüde dinlenmektedir.
Elinden geçen her saza kısa sürede adapte olup onu çalmasıyla ünlenen Tanburi Cemil Bey, hiçbir dönem kimseden düzenli bir ders almamasına karşın tanbur, lavta, kemençe, ud ve viyolonseli büyük maharetle çalar. Onun Türk musikisinde açtığı çığırın en önemli sebebi; zamanın tanbura olan yaklaşımını değiştirmesinde, daha canlı ve dinamik bir üslup üretmesinde yatar.
Kulağıyla da ünlenen Cemil Bey, söylenenlere göre ilk defa duyduğu bir eseri ezberine katabilecek bir müzik kulağına sahiptir. Oyun havası, şarkı, saz semaisi, peşrev ve longa tarzında kırka yakın eser verir. İçeriğimizin başında Doğu ile Batı’yı bir arada deneyimlemek üzerine söylediklerimize paralel olarak Cemil Bey, Batı müziğiyle de yakından ilgilenir. Godowski ve Hegey gibi devrin ünlü piyano virtüözleriyle tanışır. Mustafa Rona da sanatkâr üzerine şunları söyler: “Saz çalmakta erişilmez bir mertebeye yükselmiş olan Cemil Bey, aynı 60 zamanda gayet hassas kuvvetli bir bestekârdı. Bilhassa saz eserlerinde gösterdiği hudutsuz incelik ve kıvraklık dinleyicileri başka âlemlere sürükleyecek kadar daima değişen bir tazelik arz eder.”
Cemil Bey’in ayrıca pek çok kıymetli sanatçının vaktiyle hocası olduğu da bilinir. Öğrencileri arasında sayabileceğimiz isimler şunlardır: Tanbûrî Refik Fersan, Fahire Fersan, Ressam Tahsin Bey, Atıf Esenbel, Şemseddin Ziya Bey, Ziya Hüzni Bey, Tanbûrî ve Kemençeci Kadı Fuad Efendi, Tanbûrî Hükmet Bey, Tanbûrî Kadıköylü Fuat Sorguç, Rahmi Bey’in eşi Nahide Hanım ve Murat Oztorun.
Türk şiirinin devasa ismi Nâzım Hikmet de, bestekârımızın değerini bilenlerden biridir. Cemil Bey’e büyük bir sevgi besleyen şair, erken döneminde yazdığı ‘’Cemil Ölürken’’ şiirini, onun dördüncü ölüm yıldönümünde (1920) bir anma töreninde de okur. 1920’de Akşam Gazetesi’nde de yayımlanan şiir şöyledir:
Ela gözleri dalgın, geniş alnı sararmış
Bir san’atkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor.
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor.
İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları,
Odanın sükununda hıçkırıklar inledi,
Hastanın yavaş yavaş çatılarak kaşları,
Sanki derinden gelen sedayı dinledi.
Mukaddes elemini andı bir kere daha;
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü.
Ah! Ey gafil faniler, iman edin Allah’a !
Bir ilahi ruhun da geldi işte son günü.
Çok kudretli oluyor bir dehanın gurubu.
Ecel, onun yanına sen de el bağlayıp gir!…
Nefesinle titreyen fanilerden değil bu,
Ölmeyen bir san’atkar ölüm döşeğindedir.
Gökler geri alıyor yeryüzünden sesini.
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var!
Başında ağlayanlar, sonuncu bestesini,
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular.
Cemil Bey’in en sevilen bestelerinden Çeçen Kızı’nı dinleyebilirsiniz. Onun hemen her bestesinde, kendisine özgü bir huzur, sakinlik bulacaksınız.
İlk yorum yapan siz olun