İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Atatürk’e İlham Veren Yeni Şiirin Öncüsü Tevfik Fikret

Değil biyografisini yazarken, daha okurken dahi sarsılmamanın imkansız olduğu bir hayat. Tevfik Fikret, Divan edebiyatının ardından açılan yeni şiir penceremizin başat isimlerinden biri. Sırf bu yönüyle dahi çağlar boyu konuşulmayı hak eder. Ancak şairimizden etkilenmemizin tek nedeni bu değil gibidir. Tevfik Fikret her şeyden önce aktif bir ömür yaşar. Bazen karamsar, bazen umut dolu, bazen de muhalif. Yaşadığı tüm bu ruhsal durumları da şiirine işlemeyi çok iyi bilir. Bir Galatasaray Lisesi hocası/ müdürü olarak da bilinen, hatta İstiklal Caddesi’ndeki GS Lisesi’ni kendi inşa ettiren Fikret, dinamik ve hararetli yapısıyla da onu bilenlerin ilgisini kazanır.

Asıl adı Mehmed Tevfik olan şair, 24 Aralık 1867’de İstanbul’un Aksaray’ında dünyaya gelir. Hariciye (Dışişleri) Kalemi’nde çalışan bir babası, Sakız adası Rumlarına mensup olup daha sonra Müslüman olan bir anneye sahiptir. Doğduğu Aksaray’da ilk öğrenimini sürdüren Fikret, 93 Harbi adıyla da bilinen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı nedeniyle, henüz daha on yaşındayken coğrafyasının kaderini yaşamaya başlar. Okuduğu mektep, savaş nedeniyle Rumeli’den İstanbul’a göç edenlere tahsis edilir. Bunun üzerine, ileri yıllarda müdürlük yapacağı Mekteb-i Sultânî’ye (Galatasaray Lisesi) gönderilir.

Bu okula adımını atması, hayatın hoş rastlantılarından biridir. Şöyle ki; diğer okullara kıyasla Batı kültürüyle daha iç içe olan Galatasaray Lisesi Tevfik Fikret’in kişiliğinde etkili olur. Burada Fransızca öğrenmeye başlar, Muallim Naci ve Recâizâde Ekrem gibi dönemin ileri gelen edebiyatçılarından dersler alır. Çalışkanlığı, disiplini, azimli bir öğrenci oluşuyla hem hocalarının ilgisini çekmeyi hem okul arkadaşlarının sevgisini kazanmayı başarır.

Tıbbın henüz günümüzdeki kadar ilerlemediği 19. asır sonlarında, Tanzimat romancılarımızın da romanlarında yer yer görebileceğimiz gibi bugün çözümü kolay bulunabilen hastalıklar ölümle sonuçlanabilmektedir. 1879’da dayısı ve kızıyla hacca giden annesi bir kolera salgını sonucu Hicaz’da göçüp gittiğinde, Fikret 12 yaşındadır. Anneciğini küçük yaşta kaybeden şair, bundan sonra büyükannesinin hamiliği altında yaşamaya başlar.

Edebiyata, daha da özelinde şiire adım atması Galatasaray Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarında başlar. Dönemin önemli gazetelerinden Tercümân-ı Hakikat’te 1884 – 1885’te ilk şiirleri yayımlanır. O dönemde doğal olarak tamamen Divan şiiri etkisinde olan Fikret’in, ileri yıllarda Türk şiirine yeni bir soluk getireceği, Divan edebiyatını geride bırakarak modern bir şiirin kapılarını aralayacağı tabii ki tahmin edilmez.

1888’de Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitiren şair, hükümetin Dışişleri’nde çalışmaya başlasa da iş hayatında yüzü pek gülmez. Tabiatına uymadığı nedeniyle bu işten ayrılan Tevfik Fikret, Sadâret’te (Başbakanlık) yazı işlerine girer, ancak maaşın yetersizliği nedeniyle buradan da istifa eder ve önceki memuriyetine döner. Bir yandan, ta liseden öğrendiği ve akabinde geliştirdiği güzel Fransızcası ile yabancı dil ve güzel yazı dersleri vermeye başlar. 1890’da dayısının kızı Nâzım Hanım’la evlenir ve bu birliktelikten ümitli geleceğin sembolü olarak görüp şiirler yazacağı oğlu Halûk 1895’te dünyaya gelir.

Oğlu Haluk ile

1891’de iki şiir yarışmasında da birinciliği kazanan edip, dostlarıyla çıkarmaya başladığı Malumat dergisinde de şiirler yazıp tercümeler yayımlar. Aynı yıl, mezun olduğu Galatasaray Lisesi’ndeki Türkçe öğretmenliği sınavını kazanarak burada hoca olmaya başlar. Zor zamanlardan geçen hükümetin bütçeyi dengelemek için memur maaşlarından kısmasına tepki olarak buradan da istifa eder. Bu kez, kısa bir ara verecek de olsa ömrünün sonuna kadar Türkçe öğretmenliği yapacağı Robert Koleji’ne adımını atar.

Gelelim hepimizin kulaklarının aşina olduğu Servet-i Fünûn devresine. Zaten 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile beraber Batı’nın üstünlüğünü kabul eden ve toparlanıp hayatına devam etmek için Avrupa’yı referans almaya başlayan Osmanlı Devleti’ndeki yenilik girişimleri edebiyata da yansımış haldedir. Osmanlı edebiyatının çok önemli bir rengi olan Divan edebiyatı/ şiirini Namık Kemal meşhur mukaddimesinde eleştirir, ‘’kocakarı masalı’’ olarak değerlendirir. Biçim olarak olmasa da içerik bakımından yeni bir şiir ta o devrede başlamıştır. 1896 başlarında da, bir önceki kuşağının devamı niteliğindeki hevesli gençler edebiyata yeni bir atmosfer kazandırmayı amaçlar. Bu potansiyeli değerlendirmek isteyen Recâizâde Ekrem Bey ‘’Servet’’ adıyla çıkardığı bilimsel dergisinin adını ‘’Servet-i Fünûn’’ olarak değiştirip öğrencisi Ahmed İhsan’a da bunu bir edebiyat dergisine çevirmeyi teklif eder. Ardından, yine öğrencilerinden Tevfik Fikret’i de bu derginin başına geçmesi hususunda ikna eder. Hocanın bu girişimleri meyvesini verir ve dergi Şubat 1896’daki 256. sayısından itibaren bir edebî niteliğe bürünür. Ayrıca artık bu dergi, yeni bir şiir inşa etmek isteyen genç şairlerin de toplanma alanı olur.

Edebiyatımızın yeniliklere açılan ilk kapısını Tanzimat edebiyatçılarımız aralamış olmakla beraber, Batılı anlamdaki esas değişiklikler de Servet-i Fünûn topluluğu ile başlar. Edebiyatı-ı Cedide adıyla da bilinen bu ekipte kimler yoktur ki? Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf ve önceki nesilden Abdülhak Hâmid sayabileceklerimizden birkaçıdır.

Yaşadıklarından ziyadesiyle etkilenen tabiattaki Tevfik Fikret’i istikbalde yine bahtsız günler beklemektedir. Babasının bir nevi sürgünle Irak’a gönderilmesi, 1898’de bir arkadaş toplantısına katılması nedeniyle kısa süre tutuklu kalması onu epey tedirgin eder. 1900’de İngiltere’nin bir savaşta galip gelmesini tebrik etmek ve bu vesileyle ülkedeki istibdat havasını İngilizlerin kırmasını sağlamak adına İngiliz elçiliğine sunulan bir bildiriye imza atar. Bu imzası gereği bir süre sorgulanan Fikret’in tedirginliği daha da artmış olur.

Bu tereddütleri gereği toplumdan izole olmaya başlayan şair, 1900’de Rübâb-ı Şikeste adlı şiir kitabını yayımlar. Basıldıktan iki ay sonra tükenen ve büyük ilgi gören kitap ikinci baskısına erken kavuşur, ancak erken yaşta kaybettiği annesi, sürgüne gönderilen babası, başına açılabilecek muhtemel dertler ve yalnızlık, onun sevinmesine engel mefhumlardır.

Servet-i Fünûn dergi çevresiyle yaşadığı ardı ardına sorunlar nedeniyle 1901’de dergiyi terk eden şairin ayrılık acıları ne yazık ki bununla sınırlı kalmaz. 1905’te babasıyla kız kardeşini kısa aralıklarla kaybeden Fikret için acı ve yalnızlık dolu günler daha da artar. Babasından kalan Aksaray’daki konağı satıp Rumelihisarı’nda, planlarını kendisinin çizdiği bir ev inşa ettirir. Bu eve ‘’Aşiyan’’ (kuş yuvası, ev) adını vermesi, belki de kaybettiği aile fertlerinin ardından bir yuva arayışının göstergesidir. Giderek artan baskı rejimini, çekildiği köşesinde değerlendiren ve istibdada nefret besleyen şair meşhur ‘’Sis’’ şiirini de bu devrede kaleme alır.

Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet, yalnız ve ıstırap içerisindeki Fikret’in geleceğe ümitle bakmasına vesile olur. İlan edildiği sıra halkın da coşkuyla karşıladığı Meşrutiyet üzerine şair de ‘’Millet Şarkısı’’ adlı manzumesini yazar.

Devlet idaresini eline geçiren İttihad ve Terakki Cemiyeti, şairi Maarif Nâzırı yapmak istese de Fikret bunu reddeder. Kendisine hürmet besleyen öğrencilerinin de ısrarıyla Galatasaray Lisesi’ne müdür olur. Az bilinen bir olaydır ki; Tevfik Fikret İstiklâl Caddesi’nde yer alan bugünkü Galatasaray Lisesi’ni kendisi inşa ettirir. Mektepte modern bir eğitim sistemi maksadıyla yeni bir disiplin sistemi de kurar.

Yeniliklerini çekemeyenlerin dedikoduları, yeni Maarif Nâzırı’nın kendisine karşı bazı hareketleri onun buradan da ayrılmasına neden olur. Robert Koleji’ndeki öğretmenliğine dönen Tevfik Fikret büyük ümitler beslediği Meşrutiyet’in de yeni bir baskı aygıtına dönüşmesine kahrolur. Bunun üzerine belki de en meşhur şiiri ‘’Hân-ı Yağma’’yı bizzat İttihad ve Terakki’ye hitaben yazar. Şiiri Cem Karaca da besteleyip söylemiştir:

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say

Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,

Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;

Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay…

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Şeker hastası olduğunun geç anlaşılması nedeniyle 1915 başlarında yatağa düşen şair yapılan müdahalelere karşın 19 Ağustos 1915’te aramızda ayrılır. Mezarı, bugün birçok yazarımızın da mezarının olduğu İstanbul’daki Aşiyan Mezarlığı’ndadır. Ayrıca Beşiktaş’ta yer alan ve Fikret’in 1906’dan ölümüne değin yaşadığı Aşiyan bugün müze halindedir. 1945’te müze olarak açılan yer, meraklıların mutlaka gezmesi gereken bir ‘’yuva’’dır.

Son bir hoşluk yapmak icap ederse; Gazi Mustafa Kemal Atatürk de inkılap ruhunu şairden aldığını, onun tüm eserlerini okuduğunu belirtir. Hatta şairin ”Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim.” satırı, Gazi’nin de halk içinde çokça kullandığı bir söz olarak bilinir.

Yazan: Mert Bekçi

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir