Zihnimin içinde bir yer var. Orada her şey seninle yeniden yaşanıyor. Tıpkı çocukluğumdaki gibi…
“Uyku güççük ölüm Cülüğüm…”
Yankılı şiven ile uykusuz gözlerimde çınlıyor sesin bu kez. Madem uyuyamıyorum, sabahı sabah edeceğim yine, hayallere, anılara dalıyorum. Gece, sabaha son bir buse verip ayrılmak üzere. Kalkıp sıcaktan zaten açık olan pencereden dışarı bakıyorum. Sahile yakın değilim; ama martıların çığlıklarını duyuyorum. Sesin, martıların çığlıklarına karışıyor Ummuşum:
“Uyku güççük ölüm Cülüğüm…”
Çocukluğum boyunca bu söylemi öyle çok duydum ki senden. Şimdi fark ediyorum ki, bilinçli bir şekilde üzerine hiç düşünmemişim; ama aklım hep düşünmüş. Sanırım aklım bir şeyleri ayrıştırmaya başladığı sırada bunu senden duyduğumda, uyuyunca ölümün provasını yapıyoruz gibi geliyordu. Ölümün ne demek olduğunu erken öğrenmiştim ve bir gün hepimizin öleceğini daha çocukken biliyordum. Öyleyse uyku denen şey bunun provasıydı. Okulda Fen Bilgisi dersinde işin fizyolojik yanını, Türkçe dersinde bir sözcüğün anlamını öğrenmiş olmak yetmiyordu. Daha fazlasına düşünerek, yaşayarak ulaşmalıydım. Uyku denen şey, fizyolojiden, bir sözcükten fazlasıydı. Benim sözlüğümde uykuyu sen, benden çok önce tanımlamıştın. Rüyalar bal, kâbuslar katran, uyku da ölümün küçüğüydü. Ölüme alıştırmaydı işte. Pek çok şeyi dâhil ettiğin öğretilerde, sen aslında bana yaşarken düşüneceklerimi, yolculuğumda işe yarayacakları heybemde tutmayı, gerekirse paylaşmayı, çoğalmayı öğretiyordun…
Uyusun diye masallar anlatılan bir çocuk değildim. Ama bunun yerine kelimelere âşık olayım diye çokça başka söylemlerle beni büyütüyordun. Şimdi ben büyürken yoluma döşememe yardımcı olduğun o parlak taşlar üzerinde, gecenin ortasında, bir ileri bir geri gidiyorum. Canım neden sıkkın, uyku neden uğramıyor, ben neden seni bu kadar çok özlüyorum? Öğrettiğin gibi sabah ezanını duyunca duamı ettim. Düşüncelerimi kovup uyumalıydım; ama beceremedim. Sonra kalkıp yemek yapmak istedim. ‘Evi ev yapan mutfağındaki yemek kokusu’ derdin ya hep. Aklıma düştü yine bir sözün, burnumda ilk yaptığım yemeğin kokusunu duydum. Yemek yapmama ilk izin verdiğin günü hatırlıyor musun?
9 yaşındaydım. Kurban Bayramı’ydı. Henüz tam anlamıyla vejetaryen olmamıştım. Ama et yemekten de keyif almıyordum. Yine de televizyonda bir yemek programında verilen Tas Kebabı tarifini görünce denemek istedim. Sanki arada sırada yapıyormuşçasına, ‘Akşama yemekler benden!’ dedim. Gözlerimdeki kararlı ifade, senin bir ‘Olmaz!’ınla tuz buz olabilirdi; ama ‘Hadi bakalım, akşama ziyafet var desene.’ dedin. Kararlıydım; ama aslında kendime senin bana inandığın kadar inanmıyordum. Daha önce sadece seni izlemek, belki sana yardım etmek için girdiğim mutfağa, şimdi yemek yapmak için girdim. Kuşbaşı doğranıp hazırlanmış etleri aldım. Soğan, domates, biber, salça derken, akşama enfes bir sofra kurdum. Tamam, belki yanına pilav sendendi; ama ben o gün, ilk yemeğimi yaptım. O günden sonra yemek yapmak hep içimi ferahlattı. Şimdi de bunları düşünmek içimi ferahlatıyor işte. Sen karşımda, mutfakta pişmiş tüm güzel yemeklerin kokusu burnumu dolduruyor. Sana, ortak bir anımızı anlatırken usulca uykunun küçük provasına fark etmeden teslim oluyorum…
*
2 saatlik provanın ardından hayata döndüğümde gün bir telaşla akıp geçti. Şimdi sabahın izinde taze fasulye ayıklarken dudak kıvrımlarıma yerleşen özleminle sen yine yanımdasın, biliyorum. Kaldığım yerden sohbet süsü verdiğim sorularıma, düşüncelerime devam ediyorum. Değişmekten korktuğum için razı olduğum mutsuzluklarımı, fark edişlerimi, artık susmadığımda yalnız bırakılışlarımı, neden öyle olmuştu hiç anlam veremediklerimi sorgulamamayı öğrenirken canımın yanışlarını düşünüyorum çokça. Taze fasulye ayıklarken düşündüklerimi sana da açıyorum. Taze fasulye ayıklamak ruhuma iyi geliyor, hissediyorum. Soğanlar pembeleşinceye dek geçen zamanda salatanın yeşilliklerini yıkayıp sirkeli suya yatırıyorum. ‘Cacık daha çok yakışırdı Cülüğüm!’ diyorsun. Haklısın; ama artık yeşillikler de çoktan sirkeli suda. Gülüşüyoruz. Gülüşün gülüşüme karışıyor. İkimizin de gözlerinde kaçırılmışlıkların tasviri…
Çok özlemenin dayanılmaz çaresizliği…
Taze fasulyeyi pişmeye bıraktığımda yanına pilav hazır ediyorum. Bu akşam pilav da benden. Hafızamda hangi kelimenin nereye daha çok yakışacağından emin olduğum kadar emin ilerliyorum tencerenin başında. Benimle gurur duyan bakışlarına en son ne zaman baktım diye içimden geçiriyorum. Yine çocuk muydum ne? İnsan, ne zaman kapılıp gidiyor akan zamana da unutuyor sevdiklerinin gözlerine bakmayı. Kendini orada görmeyi! Büyümek böyle bir şey mi? İçimde bir çıt sesi, zamanımın metrobüsü, bir sonraki metroyu, vapurun saatini beklerken düşündüklerimden daha verimli geçirdiğimi fark ediyorum. Elimde tahta kaşık, karşımda iki gözümün çiçeği sen, Ummuşum, zamandan çalıp çokça ona geri verdiklerimizle bir aradayız. Sen, birazdan köşebaşından dönüp gideceksin yine. Sonra “Gitme!” diyorum birden. Biraz daha kal diye sana anlatacak bir anı daha buluyorum…
Geçenlerde bir yerde şöyle bir cümle okudum ya da bir filmde izledim, emin değilim: ‘6 yaşındaysanız ve oje sürmenize izin veriliyorsa yaranızı sarın, ojenizi sürün.’
Sanırım henüz ilkokulu bitirmemiştim. Bir eve misafirliğe gittik seninle. Orada evin çocuğu İlayda ile tanıştım. Benden bir yaş büyüktü ve sayamayacağım kadar çok ojesi vardı. Benimse anlam veremediğim kadar çok yaram varmış gibi hissediyordum. Çocuktum ve çocukken yaralarımızın çokluğundan kimsenin haberi olmuyordu. O zaman senin de haberin yoktu; ama benim canımı yakan boyumdan büyük dertlerim varmış gibiydi… İlayda, istersem ojelerinden birini alabileceğimi söyledi. Çekinerek iki pembe ojeden birini seçtim. Kendimce paylaştığına pişman olursa, kalan diğer pembe oje ile avunsun diye düşünmüştüm. Ama bir yandan da birinden bir şey almam yasaktı. Var ya, kemiklerimi kırardın. O gün orada bir ojem olsun istediğimden mi, yeni bir arkadaş bulmanın heyecanından mı, o ojeyi aldım. Eve geldik. Oje cebimde. Senden nasıl çekiniyorum. Bunu bir şekilde söylemem lazım. Mutfakta bir şeylerle uğraşıyordun, yanına yaklaştım. Mis gibi yemek kokusu evi sarmıştı yine. ‘Hala, İlayda bana bir şey vermeyi teklif etti.’ dedim bir çırpıda. Sonra sen ‘Arkadaşlığını mı teklif etti?’ diye sordun. Sorun öyle güzel, öyle anlamlıydı ki. Sanırım İlayda, bana kendisinin olan bir şey vererek evet, arkadaşlığını teklif etmişti. Utanarak ojemi gösterdim. Kızmadın. Ben de yaralarımdan birini sarıp, pembe ojemi sürdüm. Sen, çocukluk yaralarımı saran nasıl nefis bir gölgeydin…
Hayatın bana açtığı yollarda yürürken, şimdilerde daha çok dururken, yaşadığımı her hücremde hissediyorum. Zor olan çok şey var hayatta ve o zor olan şeyler hep çok güzel. Ama istersem yanımdasın işte. Sorun yanımda oluşun değil de, gideceğin an. Karıncalanan yayında silikleşen bir gölgeye dönüşüyorsun ve içimdeki çıt sesi daha çok duyuruyor kendini. Martılara çığlık olup karışıyor…
Şimdi onun gölgesinden tekrar hissediyorum. Özlemim dinsin derken onu çoğaltışımı fark ediyorum; Ummuş, beni dinledi. Gözleriyle sevdi. Tıpkı çocukluğumdaki gibi. Sonra zihnimin köşebaşından döndü. Gerçekte ocağın sağ arka gözüne denk geliyordu burası. Akşam yemeğinde düşüncelerimi bir tabakta yiyormuşuz gibiydi. Sanırım böyle böyle sindiriyordu insan düşündüklerini içine… Çok özlemek, gökyüzüne havalanan bir kuşun seni kanadına alıp diyar diyar gezdirmesi gibi bir şeydi…
Sonra düşündüm; karantinada belki kötü düşüncelere de sosyal mesafe koymalı insan. Anılar diye güvenli bir alan var. Özlemini sağaltmanın bir yolunu buluyorsun. Belki bazen abartıp çoğaltıyorsun; ama böyle böyle yaşamdan koptuğunu zannederken tekrar tekrar bağlanıyorsun. Çünkü düşündükçe her şey bambaşka bir surete bürünüyor. Ama şimdi kötü düşüncelere mesafe en iyisi!
Yoksa insan kendinde soğanları pembeleşinceye kadar kavururken yeşillikleri sirkeli suya basacak gücü nereden bulacak?
Yazan: Damla Karakuş
Aldın götürdün beni eskilere. Oldu mu şimdi:)
Akşam akşam gözlerim doldu. Reva mı bu bana ????
Çok sevilen bir şarkıcının sesini ayırt etmek kadar kolay oldu kalemini tanımak. Çok eskilere gittik bu yazınla.♥️????????