Hafif aksayan ayağımdan utanmıyorum elbette. Sadece insanların, bana acıyan ya da garipseyen bakışlarla bakıp, şu yıpratıcı dünyada bir de benim için üzülmelerini istemiyorum. Bir insanın, bir canlının ve özellikle bir kadının hayatı söz konusu olduğunda ayağımdan komple vazgeçebilirim. Şimdi olsa Hasan’ın üstüne yine atlardım. O an o hareketi yapmasaydım, Tülay belki de mezara girecekti. Yaşananların sonrasında, Tülay’ı yanıma çaycı olarak aldım. Gözümün önünde olması biraz da olsa içimi rahatlatıyordu. Sabahları merkeze ulaştığımda, nahifçe kapımı çalıp; “Günaydın başkomiserim, kahvenizi getirdim.” diyerek günümü aydınlatması bana yetiyordu. Gün içerisinde dışarıda hırsızın, uğursuzun ya da katillerin peşinde koşturmalarımız ardından her dönüşümüzde, Tülay yine yanıma gelip; “Başkomiserim, aklım hep sende, kadın başına koşturup duruyorsun, ödüm kopuyor bir gün geri dönemeyeceksin diye, Allah’ım korusun.” diyerek yakınıyordu. Evet mesleğim icabı kadın olmanın dezavantajlarını yaşamıyor değilim. Fakat bir kadın olarak erkeklerin yaptığı her işle ve zorlukla başa çıkıyor olmanın hazzı bana hep güç veriyor. Bu güç, yardıma ihtiyacı olan her kadının sesini duymamı sağlayan farkındalığımı arttırıyor.
Polis olmaya onlu yaşlarımda karar vermiştim. Evde yaşadığım her şiddette, odama koşup yatağın altına saklandığımda hep aynı duayı ederdim; “Allah’ım lütfen polis çabuk gelsin!” Yaşadıklarımın açtığı yaralar çocuk bünyemi çok acıtırdı. Yatağın altına saklanabildiğim zamanlarda kendimi şanslı hissederdim. Fiziksel olarak o anlarda canım yanmazdı ama ruhen belki daha fazla yara alırdım çünkü yatağın altına girip korkudan kulaklarımı kapattığım anlarda, evin içinde babamdan şiddet gören annemin sesi yankılanırdı. Yatağın altına giremediğim zamanlarda ise ağabeyim tarafından benim sesim kanatırdı tüm yaralarımızı. Babam varken, ağabeyim bana bulaşmazdı. Çünkü şiddet gösterme hakkı babam evdeyken ona düşmezdi. Annemle ben o kadar basit şeylerden dolayı dayak yerdik ki, nefes almaya korkar hale gelmiştik. Yıllar böyle geçerken annem rahatsızlandı. Babam artık halsizlikten kolunu kaldıramayan annemi, lütuf gösterip hastaneye götürdü. O gece ilk kez hem babamdan hem de ağabeyimden dayak yemiştim. Anneme ev işlerinde yardım etmediğimden dolayı hasta olduğuna inanmışlardı. Ben dayağımı yerken annemin gözünden akan çaresiz gözyaşlarını asla unutamam. O zamanlar çok anlamıyordum tabii, akciğer kanseri olmuş annem. Dört ay sonra bir sabaha karşı ayrıldı aramızdan. Taziyeye gelen misafirlere soğuk çay verdim diye dayak yediğimi hatırlıyorum da o benim için bardaktan taşan son damla olmuştu. O gece yatağa yattığımda, sabah erkenden bu evden ayrılmaya karar vermiştim. Annemin İstanbul’da yaşayan ahretliği Müyesser Teyze’nin yanına gidecektim. Severdi beni. Kapıda bırakacak hali yoktu ya. Sabah ilk ışıklarla birlikte çantamı hazırlamaya başladım. Üç beş parça eşyam vardı, onları çantama tıkıştırırken yere bir şey düştü. Eğilip aldığımda, bir mendilin içine sarılmış dört bilezik, biraz para ve bir not kâğıdı buldum. Kâğıdın üzerinde şunlar yazılıydı;
“Benim talihsiz kızım, seni o zalimlerin eline bırakıp gitmeyi hiç ister miyim? Farkındayım çok az bir zamanım kaldı. Bu para ile bir bilet alıp Müyesser Teyze’ne git. Seni bekliyor olacak. Bileziklerim de seni biraz idare eder. Baban bileziklerin yokluğunu fark etmeden git. Kendine yeni bir hayat kur. Seni seviyorum yavrum.”
Ağlarım da dayak yerim korkusundan tuttuğum gözyaşlarım şelale gibi akıvermişti yanaklarımdan. Annemle, mutlak sonumuzu hiç konuşmadan aynı şeyi düşünmüştük. Kurtuluşum İstanbul’du. Hızlıca hareket edip evden çıktım. Gebze’den İstanbul’a olan umut yolculuğum böyle başlamıştı. Otobüs hareket edene kadar, babam gelecek diye korkudan ölecektim. Fakat çok beklemeden motor çalıştı ve tekerlekler özgürlüğe doğru yol almaya başladı.
On altı yaşında, geleceği için savaşan bir kız çocuğuydum. Müyesser Teyze’nin evini bulmam kolay olmuştu. Daha önce sadece birkaç kez gelmiştik ve annem sanki ileride ne olacağını tahmin etmiş gibi bana defalarca nerede inip nerede bineceğimi, yolu nasıl bulacağımı tekrar tekrar anlatmıştı. Müyesser Teyze, İstanbul’un Anadolu Yakası’nda Kartal’da oturuyordu. Otobüsten inip annemin öğrettiği şekilde gitmek için yola çıkacaktım ama arkamdan muavin; “Bacım sen nereye gideceksin, az sonra servisler kalkacak.” dedi. Eskisi gibi değildi her şey. İstanbul gelişmişti. Muavinin yönlendirdiği Kartal servisine bindim. Tamamen yabancı gözüken yollar, caddeler, binalar yol aldıkça tanıdık gelmeye başlamıştı. Tesadüftür ki araç Müyesser Teyze’nin sokağına dönünce, heyecandan; “İneceğim, beni indirin burada, inmek istiyorum!” diye bağırdım. Şoför şaşkınlıkla frene basıp; “Buyur in bacım.” dedi
Sokağın başında indim. Saat sabah on bire geliyordu. Kalbim küt küt atarken Müyesser Teyze’nin kapısını çaldım. O kapı açılmasaydı, koskoca dünyada yalnız başıma ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Ama o kapı açıldı. İstanbul’daki o kapı bana, özgürce nefes alabilmem için açılan bir umut kapısıydı. Beni sarıp sarmalayan Müyesser Teyze, ki ona daha sonraları onun isteği üzerine annem diyecektim, bana yeni bir hayat veren sığınağım olacaktı.
Kendimi kurtarmıştım. Annem artık huzurla uyuyabilirdi. Müyesser Teyze’nin, mahalleden aldığı haberlere göre babam beni reddetmiş, benim böyle bir kızım yok demiş ardımdan. Ağabeyim de keza babamın kopyası ve kuklası olduğundan dolayı beni silmişti. Artık köksüz bir kızdım. Manevi annemin ilk hareketi beni, babamın baskısı ile ara verdiğim eğitim hayatıma başlatmak oldu. Ne olmak istemediğimi ve ne olmak istediğimi çok iyi bilecek bir olgunluktaydım. Zayıf, yönetilen ve ezilen bir kadın olmak istemiyordum. Böyle olan kadınların da varlığını yok sayamazdım. Güçlü olmalıydım. Bugün elimden Müyesser Teyze tutmuştu, ben de ileride başka kadınların elinden tutabilmeliydim. Liseyi kaldığım yerden bitirmek kolay oldu. Şimdi önümde polis akademisi sınavları vardı. Kazanacağımdan hiç şüphem yoktu. Kazandım da! Akademide günlerim çok güzel geçiyordu. Mezun olacağım günü iple çekiyordum. Bir amaç için yaşıyordum. Amacım, bu şehirde yaşayan kadınların güvenliğini sağlamak olacaktı. Önce yaşadığım şehrin İstanbul’un kadınlarını, sonra gücüm yeter ise Türkiye’de yaşayan tüm kadınları koruyacaktım. Mezuniyetimi göremeden vefat eden canım manevi annem, evini ve tüm mirasını bana bırakmıştı. Herkese benim kızım bakan olacak diye diye, herkes beni mahallede bakanım diye çağırmaya başlamıştı. Cenazesine gelenler; “Başın sağ olsun bakanım.” diyerek sanki onun vasiyetini yerine getirdiklerini düşünüp huzur buluyorlardı.
Her zamanki gibi zaman hızla akıyordu. Akademi bitmiş, hayalime kavuşmuştum. Bazen yaşadığım hayatın gerçekliğinde boğuluyor, bir sabah uyanıp da hepsinin rüya olması korkusu ile huzursuz oluyordum.
Bu, zamanla azaldı tabii. Şimdi bir başkomiser olarak dönüp arkama baktığımda neler başardığımı gördükçe kendimle gurur duyuyorum. Amacıma ulaşmak için istediğim güce kavuşmuştum ve bu güçle sayısız kadının hayatına dokunmuş, onlara umut olmuştum.
Tülay, bunun en son örneği olmuştu. Dar gelirli bir ailenin tek çocuğuydu. Annesi ev hanımı, babası ise inşaat işçisiydi. Babasının zoruyla simit satarak geçireceği bir hayatı olsun istemiyor, okumak istiyordu. Bu yüzden on sekiz yaşına henüz basmadan karşısına çıkan ilk erkekle, Hasan’la evlenmişti. Onu, yaşadığı hayattan, kenar mahalleden ve yokluktan kurtaracaktı. Belki de bir işe girer, televizyonda gördüğü o süslü püslü kadınlar gibi giyinip işe gider gelirdi. Tüm umutlarını bir erkeğe bağlamıştı. O erkek, hayalini kurup özendiği hayatın gerçekleşmesini sağlayacaktı. Öyle ummuştu. Mahalleden çıkıp, kentin daha önce hiç gitmediği tarafında bir ev tutmuşlardı. Şirin, ferah bir evdi. Avrupa Yakası’nda, Beşiktaş çarşısının tam ortasındaydı. Tekdüze ve sakin geçen hayatı, bir sene sonra bozulmaya başlamıştı. Tülay çalışmak istiyordu ve bunu dile getirmesi, kocasının içindeki canavarı dışarı çıkartmasına yetmişti. Adam artık her adımını takip eder, hiçbir şeye izin vermez olmuştu. Akabinde şiddet görmeye başlamıştı. Her gece komşular, sesten rahatsız olup polisi arıyor, Tülay ise yarın daha çok dayak yerim korkusu ile hiç şikayetçi olmuyordu. Konu kronikleştiği için bir gün ben de bizzat ekiple gittiğimde, dinmeyen arbedede Hasan’ın doğrulttuğu silahı görüp araya girince kurşunu yemiştim. Bizim meslekte olmayacak şeyler değildi bunlar. Acısı geçerdi elbet ama Tülay’ın her gün yaşadığı acı geçmiyordu. O geceden sonra hızlıca sonuçlanan boşanma süreci ile Tülay rahatlamış ve karakolumuzun olmazsa olmazı olmuştu. Artık onun için endişelenmeye gerek olmadığına eminim derken bir sabah kahvemi bırakmaya odama geldiğinde kıvranarak oturduğu koltukta, ağzındaki baklayı çıkarıverdi; “Başkomiserim, ben evime, kocamın yanına dönmek istiyorum.”
Bunu söylediği anda bacağımın kurşun yiyen yeri sızladı. “Sen çıldırdın mı? Nereden çıktı şimdi bu?” diyerek çıkışmıştım. Bana; Hasan’ın değiştiğini, dışarı çıktığında birkaç kez görüşüp konuştuklarını, yeminler ettiğini, onu çok sevdiğini, eski günlerini özlediğini anlattı. Tülay’ı zorla bir yerde tutamazdım elbet. Fakat Hasan’ın değiştiğine de inanmadığım için gitmesine gönlüm razı değildi. Sonra konuşuruz diye ötelemeye çalıştım. Olmadı. Kararlıydı ve gidecekti. Nitekim ertesi gün tasını tarağını topladı ve gitti. Sanki hiçbir şey olmamıştı ve başladığımız yere geri dönmüştük. Yapacak bir şey yoktu. İşimize gücümüze bakmaya devam ettik. Dışarıda yaşayan iyi kalpli insanları, kötü ve karanlık kalpli insanlardan korumaya, kentimizi huzurlu ve rahatça yaşanabilir kılmak için çalışmaya devam ettik. Tülay’ı da ara sıra arayıp kontrol ediyordum ve her seferinde her şeyin yolunda olduğunu, hatta başka bir yerde çalışmaya bile başladığını, mutlu olduğunu söylüyordu. Günler böyle sürüp giderken bir gece telsizden duymaktan hep korktuğum anons geçildi;
“Levent Mahallesi 1751 Sokak, No:86, silah sesleri duyulmuş, muhtemel cinayet vakası, yakın ekipler acil intikal etsin!”
Burası onların eviydi. Oturduğum yerden adeta fırladım, arabaya binip sirenlerimi açıp gaza bastım. Ekibe haber vermeyi yolda giderken akıl edebildim çünkü kan beynime sıçramıştı. Anonsu duyan arkadaşlar da zaten dakikalar içinde yola koyulmuştu.
Sokağa girdiğimizde tepe lambalarımızla, geceyi gündüze çevirmiştik. Sokaktaki evlerin penceresinde, meraklı gözlerle olacakları izleyen insanlar vardı. Apartmanın kapısında hazırdık, temkinli bir şekilde içeri girecektik. Bu apartmanda yaşadığım şey, ayağımı ve kalbimi sızlatıyordu. Göreceğim manzara beni korkutuyordu, kalbim de deli gibi çarpıyordu. Merdivenleri çıkarken, bu sefer diyordum içimden, bu sefer elimden kurtulamayacaksın! Kata çıktığımızda kapı aralıktı. Hafifçe itip, içeri önce ben girdim. O tanıdık kokuyu duyunca kalbim daha hızlı atmaya başladı. Yaşanan korku, şiddet ve öfke duyguları, o bildik kokuya bürünüp, kan kokusuyla birleşip havada asılı kalmıştı. Koridoru küçük adımlarla geçtik, ekip arkadaşlarımla birlikte ellerimiz tetikte, olası bir tehlikeye karşı hiç olmadığımız kadar hazırdık. Koridorun sonunda yatak odası vardı, oraya kadar sessiz adımlarla gelmiştik ama o noktadan sonra tetiği çekilmiş silahımla, kapıya tekme atıp içeri daldım. Yatakta, kanlar içinde, iki eli yanlarına açılmış yatıyordu. Artık kalbimin sesini kulaklarımdan duyabiliyordum. Odanın ortasında silahlarımızı indirmiş sadece yatakta yatan ölüye bakıyorduk. Benim için zaman durmuştu sanki. Tam o sırada arkadan gelen bir sesle, hepimiz tekrar silahlarımızı o sese doğrultup arkamıza döndük;
“Hoş geldiniz başkomiserim.”
Tülay’dı konuşan. Yüzü gözü kan içindeydi, simsiyah gözleri geceye inat parlıyordu. Koşup sarıldım; “Otur anlat neden yaptın bunu Tülay, neden beni aramadın?” dedim.
Anlattı…
“Ben yapmadım başkomiserim ama inan yapmayı çok isterdim. Alacaklıları vardı, kumarda çok kaybetmiş. Beni de bu yüzden çalıştırmaya başlamıştı. Kazandığım ne var ne yok döverek elimden alıyordu. Bu akşam eve geldi. Ben de işten yeni gelmiştim çok yorgundum. Toparlan, sabah buradan gidiyoruz dedi. Neden dedim. Alacaklılarım artık durmuyor ya canımı alacaklar ya da kaçacağız ödeyemiyorum dedi. Ne yapayım, üç beş parça eşyamı toplayıp hazırladım. Sabah erken yola çıkmak için yattık uyuduk. Bir gürültüyle uyandım, eve girmişler, daha biz ne oldu demeden odaya iki adam girdi, vurdular Hasan’ı. O an adamlarla göz göze geldik, beni de vuracaklar sandım ama dönüp arkalarını gittiler. Yataktan kalktım üstüm başım kan, komşular aramış polisi, ne yapayım salona geçtim oturdum, gelmenizi bekledim… Sen şimdi bana neden döndüğümü ve sana neden hiçbir şey anlatmadığımı soracaksın, kızacaksın başkomiserim. Haklısın. Beni, tehdit etti! Eğer ona dönmezsem ve sonrasında da yaşattıklarını sana söylersem, beni değil seni öldüreceğini söyledi. Korktum başkomiserim. Dönmekten ve saklamaktan başka çarem yoktu.”
Tülay için kötü günler geride kalmıştı. Hâlâ nefes alabiliyordu ve bu sefer yalnız değildi. Hasan gitmişti ama sonradan öğrendik ki, giderken ona bir emanet bırakmıştı. İçinde filizlenen, güzel günlerin habercisi olan, öz mü öz yeğenimle birlikte Tülay, geleceğe huzurla bakıyordu artık. Kız ya da erkek olsun hiç fark etmezdi. Bebeğinin adını Umut koyacaktı!
Tüm bu olaylar olurken, etrafımda, Hasan’ın ağabeyim olduğunu bilen çok az kişi vardı. Babam öldükten sonra Hasan da İstanbul’a gelip, beni bulup değiştiğini, benimki gibi güzel bir hayat kurmak istediğini söylemişti. Ona yardım edip bir ev tuttum. Gerçekten değişmiş gibiydi. Uzaktan onu izliyordum ama hayatıma almıyordum. Babamla bıraktığı unutulmaz izler hâlâ peşimi bırakmamıştı. Evleneceğini duyduğumda sevinmiştim ama aklımda soru işaretleri vardı. Aldım karşıma konuştum; “Eğer karını döversen seni içeri tıkarım.” dedim. İçindeki canavarı ortaya çıkarttığında tıkmıştım da! Fakat huylu huyundan yine vazgeçmemişti. Hasan, kendi sonunu kendi hazırlamıştı. Onu o odada öyle gördüğümde acıyla rahatlamayı aynı anda hissetmiştim. Eski günlerin, özgür ruhumu yaralamasına izin vermeyecektim. Artık geleceğe ve güzel günlere ve umutla bakıyordum. Yeğenimi, annesiyle birlikte, sevgiyle yetiştirecektik. Umut, ülkemizde yetişen diğer vatansever ve çalışkan gençler gibi, adaletten ve doğruluktan ayrılmayıp bizlerden aldığı emaneti, ilelebet muhafaza ve müdafaa edecekti.
İlk yorum yapan siz olun