Art izlenimcilik dendiğinde sıralamanın en başlarında saydığımız Vincent Van Gogh, gerçekçi dünyayı alıp eserlerine kendi kişiselliğini katan ve kesin nesnelliğe mesafeli yaklaşımını hayal dünyasıyla harmanlayarak bize çağdaş sanatı özgünlüğüyle sunan bir ressam. İzlenimciliğin devamı niteliğinde olan bu akım aslında onun belli başlı kurallarına karşıt olarak doğmuş ve çağdaş sanatın doğuşuna önayak olmuştur. Van Gogh yirminci yüzyıl sanatı için de başlangıç noktaları sağlayan bu akımı özgünlüğüyle sunarak adından çokça söz ettiriyor. Akıllara gelen ilk isim olmayı dahi başarıyor hatta. Hayatı zihinsel rahatsızlıklarla ve trajedilerle dolu geçmesine rağmen Batı dünyası sanat tarihinin en tanınmış ve en etkili şahsiyetlerinden biri olmayı başarmıştı. Çünkü akıl hastalığı onun benzeri görülmemiş eserler üretmesine engel değildi.
Sanatın insanlara güzellik ve estetikten daha fazlasını vermesi gerektiğini düşünen ressam ilk eserlerine karanlık bir temayla başlamıştı. Günde bir iki eser satabiliyor ve o dönemde sattığı eserler beş para etmiyordu.
Vincent Van Gogh bu karanlık öğeler ile günlük yaşamdan bir kesintiyi melankolik bir unsur olarak sunmuştur. Figürlerin yüz ifadeleri, buruşuklukları ve pürüzlü elleri yazarın bu amacına hizmet etmektedir. Yeşilin ve kahverenginin koyu tonlarının özenle kullanıldığı tablodaki ortam loş bir özelliğe sahiptir. Resimde aydınlığı sağlayan tek unsur tavana asılı yağ lambasıdır. Resimde klasik kuralları yeren iç dünyanın ön plana çıktığı bir hava hakimdir. Resmin fazla eleştiri alması, akademik kuralları hiçe saymasından ve koyu renklerinden kaynaklanıyordu. O dönemde böyle bir resim kabul edilebilir değildi. Bu eserin ışığında da ressamın resmi buhranlı dönemlerinden birinde yaptığını anlamak zor olmayacaktır. Yine bu eser Van Gogh’un ilk önemli çalışması olarak görülmektedir.
Paris’te izlenimcilerle tanışınca daha aydınlık renklere yönelen Van Gogh, daha sonra bu anlayıştan kopup yeni bir boyama tekniği geliştirmiştir. Günlük hayattan aldığı konuları en iyi şekilde ifade edebilmek için renklerden yararlanmıştır. Aynı zamanda yaşadığı psikolojik sıkıntıları resimleri yoluyla dışa vurmaya çalışır. Sanatçının eserlerini incelediğimizde çarpıcı renk anlayışının yanında, yaşamında karşılaştığı zorlukların eserlerine yansıdığını görürüz.
Çoğunlukla natürmortlar ve çalışan köylülerin tasvirlerinden oluşan ilk çalışmalarında daha sonraki eserlerinin ayırt edici niteliği olan canlı renkler görülmez. 1886 yılında taşındığı Paris’te, izlenimci hassasiyete karşı tepki gösteren ve aralarında Émile Bernard ile Paul Gauguin’in de bulunduğu avangart üyeleriyle tanıştı. Çalışmaları geliştikçe natürmortlara ve yerel manzaralara yeni bir yaklaşım getirdi. Resimlerinde daha parlak renkler kullanmaya başladı ve daha sonra 1888’de Fransa’nın güneyinde kaldığı Arles’te ustalaşacağı kendine özgü bir üslup geliştirdi. Bu dönemde zeytin ağaçları, serviler, buğday tarlaları ve ayçiçekleri de tuvallerine konu olmaya başladı.
Eserlerinde daha canlı renkler ve Van Gogh sarısı olarak anılmaya başlayan sarı rengini yoğunlukla kullanmaya başlayan ressam bu eserinde de yine hüznü ve yalnızlığı simgeliyor. Resimde geniş tarladan üç farklı yol ayrılır ve ufku belli olmayan karanlık bir gökyüzünün kapılarını aralar bize. Ölümünden kısa bir süre önce ressam bu eserinin keder ve sonsuz bir yalnızlık izlenimi verdiğini kabul etmiştir.
Psikolojik sorunları olan ressam fiziksel sağlığını ihmal etti ve hiç önem göstermedi. Hatta belki şifa bulurum diye atölyesinde yerde bulduğu pisliği ve de boyayı yediği bilinmektedir. Hayranlık duyduğu Gauguin ile yılbaşı zamanı bir tartışma yaşamış ve öfke nöbeti sonucu kulağını kesmiştir. Daha sonra bir dönem Saint-Rémy olmak üzere akıl hastanelerinde yatmıştır.
Vincent kulağını kestikten henüz birkaç gün sonra yattığı hastane odasının doğuya bakan penceresinden görünen Saint-Rémy-de-Provence köyünün gün doğuşundan hemen önceki görünüşünü resmetmiştir. “Yıldızlı Gece” adını verdiği bu eser onun en ünlü eserlerinden biridir. Mavi ve sarı tonlarının dengeli bir şekilde işlendiği bu ölümsüz eserde girdaba kapılan bir gökyüzü, kendine has bir dinginlikle öylece duran yıldızlar, geceyi aydınlatan ay, huzur içinde uykuya dalmış bir köy ve upuzun bir servi ağacı göze çarpar ancak manzara odanın penceresinden görülen gerçek bir görüntü olsa da sanatçı resmi yaparken gerçeğe pek sadık kalmış sayılmaz. Resimde görünen köy ve kilise kulesi tamamen sanatçının hayal gücüdür.
Resmin neden bu kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu anlamak için onun nasıl bir bağlam içinde yapıldığını, resmin içeriğini ve sonraki asırlarda sanatçılar üzerinde bıraktığı etkiyi de incelemek gerekir.
Bunlarla beraber çok sayıda manzara, portre ve otoportre eserleri de bulunuyor. Çizdiği aile portreleri arasında Roulin Ailesi bilindik eserleri arasındadır. Joseph Roulin, eşi Augustine ve üç çocukları Armanda, Camille ile Marcelle’i betimleyen resimler Van Gogh Arles’te yaşarken yapılmıştır. Ressam portre yapmaktan çok hoşlansa da gerek finansal gerekse diğer nedenlerden model bulmakta zorlanıyordu. Dolayısıyla tüm ailenin resmini yapabilmek onun için büyük bir nimetti. Joseph Roulin Arles’te yaşadığı dönemde Van Gogh için sadık ve çok iyi bir dosttu. Takdir ettiği birinin resmini yapmak onun için çok önemliydi. Modellere tıpatıp benzeyen portreler yapmak yerine Van Gogh hayal gücünü sanatıyla birleştirerek resmi görenlere hissettiği duyguları aşılamayı amaçlamıştır.
Roulin, Augustine ile evliydi. Armand, Camille ve Marcelle adında üç çocukları vardı. İşte bu portreler Joseph Roulin’e ve ailesine ait portrelerdir. Resimlerde her zaman olduğu gibi ana tema olarak hafif bir hüznün işlendiğini görebiliyoruz. Van Gogh sevdiği dostu Joseph Roulin’i nezaketi, hassaslığı ve sessizliğiyle işlemiştir tabloya. Roulin’in yanaklarında pembe rengi vurgular, gözlerinde ışıklar görülür ve ellerinin nazikliği de Roulin’in kişiliğini anlatır. Renk, ışık ve fırça darbeleri Van Gogh’un postacı Roulin’de gördüğü içtenlik ve zekâyı gösterir.
Bu seri birçok yönden benzersizdir. Dört aydan on yedi yaşına kadar değişen çocuklara sahip aile, ona hayatın birçok farklı evresindeki bireylerin eserlerini üretme fırsatı da verdi. Van Gogh, fotoğraf benzeri işler yapmak yerine, izleyiciden istenen duyguları uyandırmak için hayal gücünü, renklerini ve temalarını sanatsal ve yaratıcı bir şekilde kullandı.
Onu sanata yönelten şeyin ekseriyetle yaşadığı psikolojik sorunlar ve trajik hayatı olduğu düşünülse de ona göre sanat acıyı iyileştiren değil acıyla beslenen bir şeydi. Unutulmamalıdır ki sanatçılar en önemli eserlerini tutsakken vermişlerdir.
Van Gogh sayesinde sanatın yalnızca teknik ya da konu ile değil sanatsal ifade ile de var olabileceği ispatlanmış oldu ve sefalet içinde geçen bir hayat sanatın yönünü tamamen değiştirdi.
Ben işime ruhumu kalbimi verdim, bu süreçte de aklımı kaybettim.
Vincent Willem Van Gogh
Yazan: Hümeyra Doğru
Harika! Okurken sanki ressamın yanıbaşında onu gözlemliyormuşum gibi hissettim. Betimlemeler ve tasvirler beni yazının akışına kaptırdı. Çok başarılı bir yazı olmuş. Yazanın ellerine sağlık. Devamının gelmesi dileğiyle..