“Bölüm 1: Sinema, Eril Bakış ve Kadın” adlı yazımın devamını “BÖLÜM 2: Yeni Türkiye Sineması’nda Kadın Yönetmen” adlı yazım takip etmişti. İlk yazımda sinemanın doğuşundan itibaren erkek egemen sinema dünyasını Laura Mulvey‘in makalesi bağlamında eleştirmiş, kadın bakış açısının sinema dünyasındaki eksikliğine parmak basmıştım. İkinci yazımda ise Yeni Dönem Türkiye Sineması’nda kadın bir yönetmen olarak var olmak üzere verilen mücadelenin örneklerini kadın yönetmenler ve onların söylemleri üzerinden inceledim. Bu dosyanın son bölümü olan üçüncü bölümde ise; tüm bunların bizi getirdiği noktayı gözler önüne serecek, kurduğumuz bağlamlardan bir çıkarımda bulunacak ve belki de Yeni Dönem Türkiye Sineması üzerinden sinema dünyasının geneline bir eleştiride bulunmuş olacağız.
Bu araştırma dosyası, Türkiye’deki kadın yönetmenleri görünür kılmak için hazırlandı. Türkiye’de kadın yönetmenlerin sayısı erkek yönetmenlerin sayısından oldukça düşük, yönetmenlerle ilgili kaynakça ise neredeyse yok denecek kadar az. Kaynakçaların azlığı nedeniyle çalışmanın ana eksenini oluşturan bölüm, literatür taramasıyla gerçekleştirildi. Türkiye’de kadınların sinemada yönetmen koltuğuna oturmaları 1960‟li yılların sonlarına denk geliyor. 2000 yılına kadar Türkiye sineması’nın kadın yötmenleri ürettikleri filmlerde eril bakış açısının kodlarından kurtulmak adına ciddi bir çaba gösterememiş ya da göstermemiştir. Erkek meslektaşlarından farklı olarak yalnızca daha gerçekçi “kadın” temsillerine yer vermişlerdir. Yinede Ataerkil ön-yargıları sürdürmeye devam etmişlerdir.
Diğer yönetmenlerden farklı olarak Yeşim Ustaoğlu sineması nesnel bakış açısıyla kurulmuştur. Hem erkek hem de kadınların hikayelerini ele alan yönetmen, birey olmaya ve bireyin sorunlarına odaklanmıştır. Dolayısıyla Yeşim Ustaoğlu, Türkiye sineması kadın yönetmenlerinin eril bakış açısının izlerinden kurtulamadıkları genellemesinde bir istisna olarak kabul edilmelidir. Sonuç olarak Türkiye Sinemasında film üretmiş kadın yönetmenlerin büyük bir kısmı kuşatıldıkları eril zihniyetin duvarlarını -bazen isteseler bile‐ aşamamışlardır. Aslında bu durum daha çok Türkiye sineması’na yerleşmiş olan eril üretim pratiklerinin değişime karşı dirençli oluşu ile açıklanabileceği gibi yönetmen kadınların “kadın bakış” açısını Türkiye Sineması’na özgü bir dil ve sinema anlayışı oluşturamayışları ya da kendi filmlerinde kadın temsillerini tam olarak “kadın bakışı” ile perdeye yansıtamayışları olarakta yorumlanabilir.
Öte yandan Türkiye Sinemasında, kadın yönetmenlerin, muhalif bir anlatı geliştirebilseler bile pazarlama kanalları içinde yer bulma olasılığı oldukça düşüktür. Kendine özgü bir dil kurmaya çalışan kadın yönetmenlerin filmleri kapitalist pazarlama anlayışı içinde gösterim şansı bulmakta zorlanmakta ve sadece festivaller ve birkaç sinema salonu ile sınırlıdır. Sonuç olarak Türkiye sinemasında kadın yönetmenlerin, ataerkil söyleme alternatif bir dille çektikleri filmlerinin seyirciye ulaşması ve seyircide de farkındalık yaratması uzun ve uğraş gerektiren bir yol haritası izlemeyi gerektirmektedir.
Ek olarak araştırma sonucunda varılan en şaşırtıcı sonuç; dizi, reklam yani televizyon sektöründe çalışan kadınların sektörde karşılaştıkları sorunları, kadın sinema yönetmenleri kendi setlerinde daha az yaşamaktadır. Ama temelde yaşanan sıkıntılar sektör dışında toplumda kadın olarak var olmanın getirdiği sıkıntılardır. Kadınların ele aldıkları konular ise genellikle sosyal içerikli konulardan oluşmaktadır. Diğer alanlarda işlenen konular (tarih, biyografi, turizm, sanat vb.) ikinci sırada yer alırken kadınların temsilleri ise üçüncü sırada yer almaktadır. Yönetmenlerin eğitim gördükleri alan genel olarak sinema, basın, televizyon, halkla ilişkiler gibi iletişim bilimlerinden oluşmaktadır. Kadın yönetmenler aralarında sağladıkları Filmmor gibi yapılarla seslerini duyurabilecekleri ortadadır. Kadınların bu kadar görünmez kılındığı ve zorluluklarla karşılaştıkları sinema sektöründe kendi bakış açılarıyla ürettikleri eserler elbetteki günümüzde hızla çoğalmaktadır. Bir gün kadınların sinemadaki varoluşları konusunda üç bölüm yazılmasının önemini yitirdiği, böyle bir mücadelenin konusunun bile geçmeyeceği bir dünyada yaşamak ümidiyle.
İlk yorum yapan siz olun