İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Burcu Eken Son Kitabı Doggy Cin Blues’u Anlatıyor

Asırlık tartışmadır; bir yer altı edebiyatı var mı, böyle bir şey gerçekten oldu mu? Geçmişte varsa bile bugün, tüm verilerimizi bizden izinsiz bir şekilde toplayan ve işleyen teknoloji şirketleri varken yer altı edebiyatından söz edebilir miyiz? Burcu Eken’in kitabını elime aldığımda, okudukça aklıma gelen sorulardan biri bu oldu aslında. Çünkü kitap beni bu soruya yöneltecek ekstrem bir havaya sahip. Ve kış uykusuna yatmış bir duyguyu tekrar tekrar hortlatmayı başardı. Doggy Cin Blues, 2020’nin ocak ayında raflardaki yerini aldı. Almakla kalmayıp kısa sürede Nezih Kadıköy kitapçısının çok satanlar rafına yükseldi. Şehrin puslu, karanlık, öğretilmemiş yerlerine girip çıkan Duygu’nun hikayesi karşılıyor bizi kitapta. Doggy Cin Blues’ta gündelik hayatın uyuşturucu ögelerine karşı bolca çıkıntılık yapmak da var. Zaten bu bakımdan, bilinçaltına itelediğimiz şeylerin ayan beyan itirafı, ortaya saçılması kitapta bolca var, ki bir yer altı iddiası taşıyan yerli & yabancı pek çok kitapta bu “ayrıkotu olma” halini görürsünüz. Daha önce iki kitaba daha imza atan Burcu Eken, 2019 yılında Gülsüm Güler Özen’in yönetmenliğinde çekilen “Men Dakka Dukka” filminde de boy gösterdi. Pera Güzel Sanatlar’daki tiyatro eğitimini yarıda bırakıp Şahika Tekand’ın yanında oyunculuk eğitimi alan Eken’in Doggy Cin Blues’tan önce Yaşam Hastası ve Vızıltı Çağı adlı iki eseri daha var. Burcu’yla yaptığımız röportajı aşağıda okuyabilirsiniz.

Burcu merhaba. Aldığın eğitimler, dünden bugüne üretimlerin şeklinde önce biraz kendini tanıtır mısın?

Merhaba Mert. Oyunculuk ve sanat ağırlıklı bir eğitim hayatım oldu. İlk oyunculuk derslerimi Ekol Drama Sanat Evi’nde değerli hoca ve güzel insan Ayla Algan’dan almaya başladığımda 15 yaşındaydım. Sonrasında Pera Güzel Sanatlar Akademisi Tiyatro Bölümü girdi hayatıma. Üçüncü yılın sonunda özel sebeplerle oradaki eğitimimi yarıda bırakıp bir yıl boyunca favori barımda içmek (2008-2013 Peyote), geçici işlerde vakit öldürmek ve efkârlı bir aylaklıkla şiirden/yazıdan medet ummak dışında sahneye dair hiçbir şey yapmadım. Ta ki fazla geceden kalma bir sabah Studio Oyuncuları’nın öğrenci seçmeleri ilanını görünceye kadar… İçimdeki tiyatro aşkı tekrar alevlenmiş oldu. Takip eden iki yıl boyunca Şahika Tekand ve Esad Tekand yönetiminde oyunculuk ve sanat eğitimim devam etti. 2014 yılında Emre Koyuncuoğlu’nun yönettiği “Afrika Dansı”, 2015’de Mehmet Atak’ın yönettiği “Merheba” projelerinde oyuncu/dansçı olarak yer aldım. Bu süreçte ilk kitabım Yaşam Hastası (2012) ve ikinci kitabım Vızıltı Çağı (2013) çoktan yayımlanmıştı. 2019’da Gülsüm Güler Özen’in yönettiği “Men Dakka Dukka” adlı kısa filmde oynadım. Film şimdilerde yurt içi ve yurt dışındaki festivalleri dolaşıyor.

2014’teki “Afrika Dansı” performansından.

İlk kitabın Yaşam Hastası ve ikinci kitabın Vızıltı Çağı’ndan bu yana hayata karşı bakış açında neler değişti?

Öncelikle ilk gözüme çarpan değişiklik sigara içme sıklığımın “hayatımda yok” diyebileceğim kadar azalmış olması. Çünkü iki kitabın yazıldığı ve basıldığı sırada (abartısız) günde 6-4 paket sigara içiyordum… Şimdilerde canım çekerse birkaç tane içiyorum ve bu bana büyük keyif veriyor. Bunun dışında 27’ime gelmeden ölürüm, diyordum, hayatta kaldım. Ve bu bana hayatıma dair farklı bir bilinç, bir tür rahatlama, aynı zamanda sorumluluk ve sahiplenme getirdi… Kendimi çok fazla hırpalar, canıma okurdum. Artık (en başta) kendime ve (bazı güzel) insanlara karşı daha açık, şefkâtli ve insaniyim. Yalan yok o zamanlar burnumdan kıl aldırmazdım, yanına yaklaşılamayacak kadar dikenliydim. (gülümsüyor)

Ben “like” dünyasında bir yeraltı edebiyatından bahsedilebileceğini düşünmüyorum. Ancak senin kitabın bu iddiama epey bir “Hadi oradan” çekti. Sence bu edebiyatla ne kastediliyor?

“Like” dünyasında göze sevimli görünmüyen, tekinsizlik kokan, halı altına itilemeyen şeyler genellikle kabul görmüyor. Çünkü körler sağırlar birbirini ağırlar durumu baskın ve bu dünyada Jim Morrison, Dostoyevski, Nietzsche, Bukowski gibi kendi zamanının en ayrıksı isimleri bile “gerçek” hayat hikâyelerinden damıtılarak “like” edilecek bir diğer “gideri olan” nesneye indirgenmiş durumda. Artık aşk ve seks satar derken Jim Morrison satar, Dostoyevski satar, Nietzsche ve Bukowski bir süre daha çok satanlar raflarından inmez, diyebiliyoruz. Çünkü artık hepsi birer pop ikonu, tüketilmeye hazır ve tüketilmek için orada duran bir “marka”ya dönüştürüldü.

Aynı şey Frida Kahlo, Van Gogh ve akla ilk gelen diğer “popülerleştirilmiş” sanatçılar için de geçerli. Acılarının, hikâyelerinin içi boşaltılarak sürekli pazarda dolaşıyorlar… Oysaki bu insanlar günümüzde yaşasalardı büyük ihtimalle kendi yüzyıllarında yaşadıkları anlaşılamama, yeterli takdiri görememe, yalnızlık, sefalet vs. gibi durumların aynısını (belki daha beterini) şimdi de yaşayacaklardı… Benim de bir ferdi olduğum Y jenerasyonunun bağımsız sanatçıları aynı durumları yaşıyor zaten, dijital çağa rağmen güneşin altında yeni bir şey yok. Konudan çok uzaklaşmazsak, bence bu edebiyatla kastedilen; iki yüzlü toplumun bacak arasına indirgediği göstermelik ve kokuşmuş ahlaka dik bir kahkahayla orta parmak çekebilme, fısıltıyla ve samimiyetsiz bir utangaçlıkla konuşulan konuları dürüst ve yüksek sesle, lafını sakınmadan söyleyebilme, yaşam sahnesinin çöp konteynırlarına ve arka sokaklarına itilmeye çalışılan, “marjinal” diyerek damgalanmış ve hor görülmüş karakterleri oldukları biçimde onurlandırarak görünür kılma becerisidir. Yani, gündüz gözüyle aramızda dolaşmalarına rağmen hayatları boyunca hayalet muamelesi görenlerin edebiyatıdır; yeraltı edebiyatı…

Günümüzde, yani senin tabirinle “like” dünyasında böyle bir edebiyat ne kadar mümkündür? Pekâlâ, diğer o “çıtır çerez edebiyat!” yani çok satanlar kadar, mümkündür. Artık en görünür hâlimizle bile posası çıkmış bir hayaletten farkımızın olmadığı düşünülünce… Yani şimdilerde hangimiz yerin “üstünde” yaşadığını söylemeye cüret edebilir? Ben edemiyorum. Her birimiz sosyal medya hesaplarında boy gösteren sanal varlığımıza, aldığımız “like”lara rağmen her gün biraz daha yerin altında hissetmiyor muyuz kendimizi ve her geçen gün imajlar cenderesinin içinde sıkışıp kalarak bu samimiyetsizlikler deryasında yerin dibine, daha derine gömülmüyor muyuz? O yüzden sıradaki edebiyatın bir “yeraltı” edebiyatı olmaktan başka bir şansı varmış gibi görünmüyor benim açımdan.

Doggy Cin Blues kitabın, yalnızca adıyla dahi bir ayrıksılığın mesajını veriyor gibi. Kitabı hangi süreçlerde yazdın?
Köpek stili seks pozisyonu, ecinniler/ yüksek alkollü beyaz içki ve şeytanın müziği. Kitabıma daha rock’n roll bir isim koyamazmışım sanırım. (gülümsüyor) 2017 yazı ile 2018 yazı arasında, bir yıl içinde, hayatımın en önemli kırılma noktasını yaşadığım bir zamanda yazdım kitabı. Yıllar sonra bir kitap daha yazmak ve yayımlatmak hayat memat meselesi hâline gelmişti benim için. Göze göz dişe diş bir ruh hâlindeydim. Her şeyi, en başta kendimi çok saçma bulmaya başlamıştım. Günler, aylar, yıllar geçiyordu ve “biz” ne yapıyorduk? Oyunculuk yüksek lisansı yapmış arkadaşlarım palyaçolukla günü kurtarmaya çalışarak, içi kan ağlarken çocuk eğlendiriyordu. Kendini şanslı gören birkaç arkadaşım insan zekasını küçümseyen ucuz Türk dizilerinde oynarken, sektörden nefret etmesine rağmen bu zorlu dönemde para kazanabildiği için talihine şükrediyordu. Ve ben, yazmam üretmem gereken en altın günlerde düşük ücret ve ağır çalışma koşulları nedeniyle sinir harbi yaşadığım bar-cafe işlerine girip çıkıyor, tükeniyordum… Genç ve yetenekli sanatçılar olarak 10 yıl önce hayal ettiğimiz gelecekten fersahlarca uzakta oluşumuz, hayatımın ve hayatlarımızın gidişatı beni fazla öfkelendiriyor ve çok acil harekete geçmem gerektiğini hissediyordum… Tablo hiç iç açıcı değildi yani kitabı yazmaya başladığımda.

Kıt aklımla merak ediyorum; kitaptaki kahramanın isminin Duygu olması, duygularla hareket etmemiz gerektiğine dair bir art fikre mi sahip?

Aslında tam olarak değil. Duygularla hareket edin, demekten ziyade “Bir tutkunuz varsa mutlaka peşine düşün, şartlar sizden yana olmadığında pes etmeyin, toplumun çocukluktan itibaren dayattığı kurallar yerine her zaman iç sesinize kulak verin ve risk almaktan çekinmeyin,” diyen bir art fikre sahip bence Duygu. Duyguların içinden fışkırdıkları sağlam bir toprak yoksa tek başına sizi kolayca manipüle edilebilir, rastgele herhangi bir yöne fena sürükleyebilirler. Oysaki Duygu karakterine baktığımızda hep bıçak sırtı bile olsa bir kontrole sahip olduğunu görüyoruz. Sözgelimi; takside içinde bulunduğu durumu fark ettiği anda kendine ayar çekişi, gözünü kararttığı sırada “düşünerek” intihar etmekten kendini (son anda) vazgeçirmesi ya da kötü yola düştüğünü imâ eden fularlı şeker babacığa duygularının gazına gelip bir tokat atmak yerine arkasını dönüp hızla oradan uzaklaşabilmesi vs. Kendine özgü bir kontrolü/ mantığı olduğunu gösteriyor… 

Duygu karakteri, toplum içinde bastırdığımız duyguları ayan beyan yaşama cüreti mi gösteriyor?

Evet, en çıplak haliyle!

Doggy Cin Blues bir aşırılıklar silsilesi mi? Yoksa bana “aşırılıklar” dedirten de ezberlerimiz mi?

Dürüst olmam gerekirse Doggy Cin Blues benim için bile bir aşırılıklar silsilesi. Yazma sürecinde yaşadığım buhranları anlatamam. Duygu ele avuca sığmayan ve fazla ayartıcı bir karakter. Ona can verirken bir yazar ve bir insan olarak ben de aşırılıklar silsilesine kapılmıştım ve sürekli kontrolün ne kadar bende olduğunu sorgular bir haldeydim. Benim de yaşamımda olmadığını zannettiğim ezberler varmış. Duygu bana en acı yoldan kökleri çok derine uzanan bu ezberleri gösterdi ve her birini büyük bir keyifle dinamitleyerek yıkmayı başardı…

Duygu’ya yazarlıktan garsonluğa, nü modellikten falcılığa kadar birçok meslek giydiriyorsun. Bunlar onun yaşama uğraşı mı?

Duygu gerçek bir Y jenerasyonu sanatçısı. Bununla ne demek istiyorum? Bu jenerasyonun sanatçılarına bakıldığında bir tarafta maddi durumu iyi ya da çevresi geniş ailelerden gelen, özel okullarda okumuş bir kesimin geçim sıkıntısı olmaksızın “pop” sanat yaptığına ve yurt içi/ yurt dışı tüm olanaklardan yararlandığına, diğer tarafta ortalama hatta kötü aile şartlarında yetişmesine rağmen tırnaklarıyla üretmeye çalışan ve her gün hayatta kalma uğraşı veren, sanatına odaklanmak yerine ev kirasını ödeyebilmek için tüm zamanını düşük ücretli, ağır işlerde çalışarak bedensel ve zihinsel yıpranmayla geçiren bir kesim var. Duygu da o tuzu kuru olmayan, hayatını devam ettirebilmek ve bir taraftan üretebilmek için alabileceği her türlü riski alan, deneyebileceği her türlü deneyime gözünü karartıp atılan, tutkulu bir maceraperest olarak karşımıza çıkıyor.

Kimlere öykünürsün?

Kendime. Çocukluğumdan beri kendi kendimin süperkahramanı olmaya karar verdim ve olaylar öyle gelişti. Rol modelim hiç olmadı. Zaten rol modelim olabilecek türden birileri de çevremde yoktu. Fazla sosyal, aktif ama aynı zamanda yalnızlığına da aşırı düşkün bir çocuktum. Hatta biraz tekinsizdim. Neşeyle kahkaha attığım bir anda sessizleşip uzak bir köşeye çekilebilir, çok ilgili ve coşkulu göründüğüm bir şeye karşı ilgimi birden yitirip hissizleşebilir ya da sakin olduğum bir anda çevremdekileri de kışkırtarak küçük belalara bulaşabilirdim… En nihayetinde beni kurtaran en önemli şey erken yaşlardan itibaren (yazmak başta olmak üzere) sanat yoluyla kendimi, yoğun iç dünyamı, hayatı ve insanları nasıl gördüğümü anlamlandırabilmek ve ifade edebilmek oldu. Yoksa bu serseri ruhla ve kafamın dikine gitmeyle 25’ime gelmeden kesin ölmüş olurdum… Bir kez daha altını çizmekte fayda var: “Sanat iyileştirir.” Bu yüzden boş zaman aktivitesi/ eğlencesi olarak görülmesi yerine verimli bir ruh sağlığının olmazsa olmazı olarak ele alınması yerinde olur.

Taksim ile Kadıköy gece hayatına duyduğun ilgi ve punk sevdan kitapta nasıl bir yer ediniyor? 

Büyük bir yer ediniyor. (gülümsüyor) Punk tavrını her zaman ilham verici ve canlandırıcı buldum. Ve insan ırkı nefes aldığı sürece bu asi “ruhun” var olacağını, var olması gerektiğini düşünüyorum. Punk dinlediğin müzik, giydiğin tişört, kulağına taktığın küpe ya da dilindeki küfür olmanın ötesinde bir yaşam biçimi. Kendini geliştiren, dünyayı sorgulayan, farklı deneyimlere aç, içi boş kurallarla dizginlenemeyen, toplumun kokuşmuş ahlâkına itaat etmeyen ve kendi bildiğini okuma cüreti gösterenlerin yaşam biçimi ve buna bayılıyorum! Bu açıdan bakıldığında Duygu gerçek bir punk karakter. En az Duvara Karşı filminin Cahit karakteri kadar (yeri gelmişken 2020’de kaybettiğimiz Birol Ünel’i de saygıyla analım…) Taksim ile Kadıköy eğlence hayatına duyduğum ilginin kitapta nasıl bir yer edindiğine gelince… Kitabın “Herkesin Canı Cehenneme!” hikâyesinde geçen “Nevizade’nin kuytu bir köşesindeki adını halüsinatif bir uyuşturucudan alan bar” hangi bar acaba?

Sence korona ile ya da bir başka sebep nedeniyle dünyada bir çığır açılsa, “rock” onun neresinde olur?

Elbette “Rock” onun tam merkezinde olur! İnsan uysal bir varlık hiç değildir, damardaki kan her zaman deli akar ve yakarsa dünyayı “Rock’n roll!” yakar 🙂

Her şey için teşekkürler. Son sözlerini alabilir miyim?

Ben teşekkür ederim Mert, soruların beni epey uğraştırdı 🙂 Son sözlerim? Beton cesetlerin arasında hayallerimizden ve olduğumuz kişiden ödün vermeden yaşamaya, enseyi karartmak yerine yaptığımız işlere daha güçlü sarılarak üretmeye ve boğazımıza düğümlenen cümleleri mutlaka yüksek sesle herkese haykırarak sanatımızı icra etmeye devam! Bazen çok zor, biliyorum. Ve her geçen gün işler daha da zorlaşıyor, bunun da fazlasıyla farkındayım.Ama havlu atma lüksümüz yok. Özellikle “şimdi”.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir