Üç aydır Hindistan’dayım. Otelden işe, işten otele giden bir Türk’ü izliyorum. Sebebini bilmiyorum. Ne için izlediğimi de bilmiyorum. Sebebini hiçbir zaman bilmeyiz zaten fakat araştırırken karıştırdıkları işleri gördükçe anlarız neyin peşinde olduğumuzu. Temizle emri gelene kadar izleriz. Gördüklerimiz ve şahit olduklarımız tatmin edici yeterlilikte olduğunda temizle emri gelir. Bu lanet adam yüzünden o lanet emir gelmeyecek ve ben sanırım sonsuza kadar bu ülkede, ne yediğimi bilmeden karnımı doyurmaya devam edeceğim. Giyinik çıplaklığın, oksijen yerine soluduğum sidik kokusunun, çatal ve kaşık kullanamadan yemeğimi yerken, ellerimden akan sarı sıvının sonu ne zaman gelecek bilmiyorum. Bu lanet adamı takip ederken yaşadığım resmen mesleki deformasyon ve döndüğümde bunun hesabını mutlaka soracağım.
Uzun süre sergilenen davranışlar ve rutin aynı ise, iş daha derin anlamlar içerebilir. Bu sebeple, kaldığı otel odasını ve gittiği işte neler yaptığını görmek için özel izin talep etmeye karar verdim. Çocuğunu okula götüren babadan farkım yoktu ve çok sıkılmıştım. Bu arada bu lanet sürüngen adam yüzünden Türkiye’de yarım bıraktığım ve şu an ne aşamada olduğunu deli gibi merak ettiğim karanlık işlerle uğraşan bir bürokratı izleme işime geri dönmek istiyordum.
Gereken yazıyı yazıp üstlerime gönderdim. Gizlilik gereği ailemle iletişime geçemiyordum. İnternet erişimim de kısıtlıydı. Hindistan’a Amerika’dan gönderilen müşteri ilişkileri departmanı denetçisi olarak giriş yapmıştım. Tüm büyük şirketler düşük işçilik ücretleri sebebi ile “Call Center” olarak adlandırdıkları müşteri ilişkileri departmanlarını bu ülkeye taşımışlardı. Bir sorun olduğu zaman Amerika’daki yetkili ile konuştuğunu sanıyordun ama Hindistan ile görüşüyordun. Hindistan’ın nüfus sayısı ile orantılı işsizlik oranına da bir yara bandı olmuştu bu yol. Bu sebeple devlet tarafından sıfır vergi ile destekleniyordu. Ülkem ile tek iletişim kanalım, bana on beş günde bir gönderilen ailem hakkındaki detaylı rapordan ibaretti. İyi olduklarını bilmem bana yetiyordu. Ben iletişime geçmek istersem de e-posta atmam yasaktı. Tüm mesajlaşmalarımız e-posta kutumda yazdığım taslaklardan ibaretti. Mesaj atmak istersem, mesajımı yazıp taslaklara kaydediyordum. Şifreyi her iki taraf olarak bildiğimiz için onlar da aynı şifre ile girip taslaklardan mesajımı okuyor, aynı şekilde de cevap gönderiyorlardı. E-posta göndermem kesinlikle yasaktı. Yine aynı yöntemle taslağımı yazıp kaydettim. Okuduktan sonra verecekleri cevap için başka bir taslak kaydetmeleri yirmi dört saati geçmiyordu. Bugün de öyle olmuştu. Gelen cevap beni şaşırtmıştı.
“Otel odası arama ve iş yeri kontrol talebi reddedilmiştir. Bu mesajı okuduktan sonraki 24 saat içerisinde temizliği yapın!”
Hayda! Ne olmuştu şimdi? Sanki beni burada unutmuşlar da mesajımı görünce işi hatırlamışlar gibi hemen işi bitirmemi istemeleri çok garip geldi. Adamı öldürmem için bir sebep bile yoktu ortada. Ya da bu sefer konu çok gizliydi ve ben sadece farkında olmadan adama göz kulak olmuştum uzaktan. Her neyse, iş bitiyordu ve ben bu köri kokulu ülkeden kurtuluyordum. Bu sefer nasıl yapsam acaba diye düşündüm. Burada çok sıkılmıştım ve biraz eğlence istiyordum. Psikolojim çok bozulmuştu. Tabiri caizse elimi kirletmek istemiyordum ve biraz da intikam istiyordum.
Burada geçirdiğim boş vakitlerde anlatılanlar ve kendi araştırmalarımla öğrendiğim bilgilere göre, 1947 yılında İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ile Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından iki ülke arasında paylaşılamayan bir mesele olarak ortada kalan Keşmir sorunu 70 yıldan fazladır devam ediyordu. Bu topraklar için iki ülke 4 kez savaşıp binlerce kayıp vermişti. İçime öyle doğuyordu ki, bu sorun yüzünden yarın bir kayıp daha verilecekti…. Yarın bu unutulmuş lanetli adamı Hintli dostlarıma linç ettireceğim.
Adamın çalıştığı binanın yanında günün her saatinde kalabalık olan bir tapınak vardı. İnsanların inançları ve milli duygularını kullanıp, düşman olarak lanse edeceğim bu adamı dövdürerek öldürtecektim. Biraz eğlenceyi hak etmiştim.
Sabah son kahvaltımı yaptığımı düşünüp zevkle muzumu yiyip, kahvemi içtim. Kahvaltım buydu. Çünkü sabahları pilav yiyemiyordum! Her zaman giyindiğim gibi giyinmedim bugün. Otelimden çıktığımda sıradan Hintli bir erkekten farkım yoktu. Bu sabah kurbanımı takip etmeye gerek duymadım çünkü aynı saatte otelinden çıkıp işine gidecek, öğlen vaktinde ise iş yerinin karşısındaki pizza yaptığını zanneden restorana gidip ekmek gibi olan pizzasını yiyecekti. İşte ben de tam yemek yemeğe giderken karşısına çıkıp, tapınaktan topladığım kalabalıkla onu linç ettirecektim.
Her şey planladığım gibi gidiyordu. Tapınağa gidip, ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim. Bir köşeye çekilip sesli sesli dua etmeye başladım. Dua ederken ağlıyor, ağlarken dua ediyordum. Neredeyse tam bir trans halindeydim.
“Hepimizi öldürecek, burayı havaya uçuracak, o bir terörist, gördüm, üstünde bombalar var, o bir Pakistanlı, kız kardeşlerimizi, erkek kardeşlerimizi öldürecek, nasıl engel olacağız, yüce Brahman bize yardım et, bizi koru, kardeşlerimi koru.” Birer ikişer yanıma gelip beni dinlemeye başlamışlardı. Hatta bazıları yanıma oturup ağlamaya bile başlamıştı. İçlerinden orta yaşlı bir adam kulağıma eğilip “Sen kimden bahsediyorsun?” dedi.
“Ondan” dedim, “Az sonra buraya gelip hepimizi öldürecek. Ben Brahman’ın yolunda ölmeye razıyım ama kardeşlerim, onlar suçsuz, onlar günahsız!”
Ortalık iyice karışmıştı, beni ayağa kaldırıp sarsıyorlar, su veriyorlar, kim olduğunu söylemem için yalvarıyorlardı. Saat yaklaşmıştı. Daha fazla dövünmemin bir anlamı yoktu. Yerimden kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Oradaydı. İş yerinin binasından çıkıp karşıdan karşıya geçiyordu.
“İşte orada. Keşmir’de ölen yurttaşlarının intikamı için hepimizi öldürmek için buraya gelen düşman o!”
Uğultular artık bağırış ve çağırışa dönmüştü. Ellerine geçirdikleri taşlarla işaret ettiğim adama doğru koşmaya başlamışlardı. Ben de koşmuştum. Sonuçta ben bir kahramandım. Onlarca ve çok kısa sürede yüzlerce kişi adamın üstüne çullanıp ruhundan tek zerre bırakmamacasına canını almıştık. Polis kısa sürede gelmişti ama korna ve çığlık seslerinden insanları göremeyecek kadar kör ve sağır olmuşlardı. Ben ise çoktan oradan ayrılıp otelime doğru gidiyordum. Otelin olduğu sokağın son köşesinden döndüğüm anda alnıma dayanan bir silahla olduğum yerde kalakaldım. Beynime silahı dayayan kişi aylardır takip ettiğim ve az önce linç ettirdiğim kişinin ta kendisiydi. Daha doğrusu linç ettirmeyi hayal ettiğim ve planını yaptığım kişinin ta kendisi. Tüm bu anlattıklarım, kafamda onlarca kez tekrar ettiğim bir hayalden ibaretti. O kadar çok düşünmüştüm ki otelden çıkarken gözlerimi kapatıp hayalden çok bir gerçekmiş gibi onu yaşamıştım. Tıpkı az önce anlattığım gibi. Peki ben bu hayalimi gerçekleştirmeye giderken bu adam beni neden öldürmek istesindi ki? Yoksa bu da mı gerçeğe yakın gördüğüm bir hayaldi?
– Ne yapıyorsun sen? İndir şu silahı!
– İndiremem. Seni öldürmem gerekiyor.
– Asıl benim seni öldürmem gerekiyor, sen ne cesaretle ve ne sıfatla karşıma dikilirsin?
– Maalesef çok aptalsın. Ülkende peşinde düştüğün bürokrat seni öldürmeye bile değer görmediği için sahte evrak ve emirlerle seni dünyanın bu ucuna uydurma bir görevle buraya gönderdi. Görevin ise beni takip etmekti. Ne görev ama ha? Ben zaten bu ülkenin vatandaşıyım ve o burnunu soktuğun bürokrat için Asya Kıtası’nda görev yapıyorum. Düşman içeride ve dışarıda biliyorsun. Sen burada sonsuza kadar boş boş yaşamak yerine kendi kendine kaşınıp beni öldürmek için bahaneler bulmaya çalıştın. O taslakları bizzat ben sana yazıyordum aptal! Maalesef aldığım emre istinaden sona geldin. Elveda dostum!
Gözlerimi kapattığım anda duyduğum kurşun sesi ile yüzüme yapışan sıcak şeyin kokusunu hemen tanıdım. Kandı bu. Ama benim kanım değildi. Beyni parçalanan ben değildim. Tesadüfen orada devriye gezen bir polis onu vurmuştu. Yaşıyordum! Duyduklarım karşısında yaşadığım şok beni çok sarsmıştı. Kafam çok karışıktı. Yaşanan olay sonrası polis sorgusunda konuyu, hırsızlığa teşebbüs olarak işlettirip kapanmasını sağladım. Otelime gidip sağlıklı düşünebilmek için uyumak istiyordum. Fakat uyuyamadım. Bir şekilde ülkeme dönebilirdim ama bu duyulursa önce ailem sonra ben ortadan kaldırılırdık. Bundan emindim. Ailemi kaybetmek istemiyordum. Onlara zarar gelsin istemiyordum. Cesaretimi toplayıp, gereken ne ise onu yapacaktım. Kendimi öldürecektim…
Bilgisayarımın başına geçip, o bürokrata çok kısa bir mesaj yazdım; “Keşke beni en başında öldürmeye değer bulsaydın. Aileme dokunma. Sen Kazandın! Elveda…”