Bir hikâyeyle anlatayım size:
Bir kurşun asker çıktı adamın içinden. Tıpkı Danimarkalı Yazar Hans Christian Andersen’in 1838’de yazdığı “Kurşun Asker” masalındaki gibiydi erkek. Kırmızı, mavi üniforması vardı. 25 kurşun askerden biri değildi ama. O tek başınaydı ve onda eksik olan şey, bir bacak değildi. Umuttu. Bir savaşta kaybedilmiş gibi kaybetmişti umudunu hayatın bir yerinde. Tanıştıklarında kadın bunu bilemezdi. Karşısında gülümserken denizden, güneşten bir maviyle ve minik kırmızı bir alev eşliğinde; eksik hiçbir şeyi olmayan, bütün bir adamdı o. Kadın da gülümsedi. Dalgalı deniz bir çift göz getirmişti aniden.
Biraz yaz, biraz sonbahardı. Yaz bitmeye yakınken hep kıymetlenir. Yapraklar dökülmeye başlamadan, ağustos böcekleri kısa ve aralıklı senfoniler çalmaya devam ederken, bir kadın ve bir erkek buluştu. Erkek kocaman ve ağır bir gölgeydi. Kadın sadece gözlerdeki ışığı ve gülümsemedeki küçük kuşu gördü. Her görme eksiktir. Aksi halde yaşam başlamaz, devam edemez.
“Kurşun Asker” masalında kahraman, başından türlü türlü maceralar geçen; tek bacaklı, keder içinde bir adamdı. Pencereden düşmeseydi, başına hiçbir şey gelmezdi. Diğer 24 kurşun askerle birlikte bir çocuğun oyuncağı olmaya devam ederdi. Kutusunda uslu uslu durabilirdi. Bir kutu, çekmece açıldığında daima bir hikâye başlar. Kahraman bazen isteyerek, bazen bir talihsizlik sonucu yolda bulur kendini. Kurşun asker de kendisi gibi tek bacaklı zannettiği bir balerine âşık olur. Oysa balerin dans etmek için tek bacağını havaya kaldırmıştır. Neyi görmek istersek, onu görürüz. Aşk ta, dostluk ta denklik, eşitlik ister başlamak için.
Bu hikâyenin baş kahramanı bir kadın. Issız bir adamı sevebileceğini sanır. Ona kendi sevdiği şeylerden söz ederken, adamın da sevdiği şeyleri bulabileceğini düşünür. Adamın her tarafı açık, kırmızı bir cipi vardır. Koy koy gezmeye başlarlar. Öyle çok rüzgâr içerler ki, oksijenden sarhoş olurlar. Gökyüzü bir film şeridi gibi, kadının içinde gezer: Kuşlar, Akdeniz bitkileri, bulutlar, sesler ve kokular. Bu yolculuklar kadına beklenmedik biçimde neşe getirir. Islaklar çabuk kurur, güneşte kuruyanlar sık sık ıslanır. Her koyda deniz başka renkte gülümser. Kayalar hala sıcaktır, çakıl taşları hala parlak. Önce cumartesiler, sonra pazartesi ve perşembeler, daha sonra adı önemsenmeyen günler, günler geçer. Derken sonbahar sert rüzgârlarıyla ve yapraklarıyla gelir. Kadının “Kızıl Cengâver” adını verdiği kırmızı cip çıplak kalmakta ısrarcıdır; tavanı gök, kapıları ağaçlardır. Kadın üşümeye başlar. Ama o da inatçıdır. Bunca neşe getirmiş, bu gün görmüş kırmızıya sırt çeviremez. Artık ıslaklar zor kurur, kurular nadiren ıslanır. Güneşin boyu mu kısalmıştır? Omuzları mı daralmıştır? Altın sarısı gülücükler, yıldızlar gibi bir görünür, bir kaybolur. Maviler bile üşür. Kadın başını kapüşonlar içine saklar. Yolculuklar seyrekleşir, menzili de kısalır. Kış, boynunda kalın bir atkıyla çıka gelir bir gün. Deniz, ağdan şimdi indirilen balık gibi taze kokmaktadır. Bazen de göğsü bıçakla yarılmış karpuz gibi kokar. Bunlar yaz çocuklarıdır. Palmiye ağaçlarını gördükçe, ceplerinden yaz çıkacak sanmaya devam ederler.
Oysa kış; gökyüzünün baş öğretmeni, Güneş sisteminin altıncı gezegeni Zühal gibi ciddidir. Ve çocuklarından ödevlerini yapmalarını ister. Kızıl Cengaver kışlık montunu giyer sonunda. Gitme duygusu yerini olmaya bırakır. Bir kadın olmak. Bir âşık olmak. Bir ilişki olmak. Pencereler ve kapılar yerlerine konduğunda; ısınmalıdır insan. Ama öyle olmaz. Kadın her zamankinden daha çok üşür. Adam onu kollarıyla sardığında da üşümesi geçmez. Adam kadına bir bere ve bir mum hediye eder. Kadın mumu yaktığında, kendini “Kibritçi Kız” gibi hisseder. Siz hiç mumla ısınabilen bir kadın gördünüz mü? Ya da sırtına umutsuzluğun gölgesi vururken, başındaki bereyle yol alabilen?
Bir kurşun asker çıktı adamın içinden. Kalbi de kurşundan elbette. Onu gri sabahlara terk etti kadın. Bahçeyi yeşertmeye devam. Yine de bazen onunla konuşurken buluyor kendini. Oysa son kez buluştuklarında, sözlerinin çarptığı yüz de kurşundandı. Adam sırtını bahçe duvarına yasladı. Kadın üzgün “Olmuyor,” dedi. “Olmuyorsa, olmasın” dedi adam. Meğer kadının bir yol sanıp üzerine doğru yürümeye başladığı ışık, kaskatı kesilmiş bir çift gözyaşıymış. Kadın göğsüne sarsa da yumuşamadı kurşun asker.
Bazı yaralar bazı ellerde iyileşmezmiş. Bazı adamlar yaralarıyla yaşar, gidermiş. Hep ıssız, daima ıssız. Kadın umutsuzluğu gördü sonunda. Ve yüreğindeki tohumlardan daha çok umut ekti bahçesine. Deniz kıyısını gören küçük pastaneden sırtı dimdik girdi içeri, kendisine bir çay, bir simit söyledi.
Öyküyü, yazarından sesli dinlemek için aşağıdaki linke tıklayınız:
©hayriyemzeynepaltan666 AÇIK ÜNİVERSİTE
Yazan: Prof. Dr. Hayriyem Zeynep Altan
İlk yorum yapan siz olun