Röportaj: Mahmut Yıldırım
–Zamanın Eşiğinde adlı deneme kitabınızdan ve kendinizden bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
Yaklaşık yirmi yıldır kitaplarla haşır neşir olan, hasbelkader birkaç yıldan beri de gazete ve dergilere yazı yazan bir edebiyat hocasıyım. Edebiyatta hocalık aynı zamanda hiç bitmeyen bir talebelik olduğundan bu ikiz rolün hakkını vermeye uğraşıyorum. Zamanın Eşiğinde iki bin yirmi yılının ocak ayında çıktı. Editörüm Recep Kayalı’ya bu vesileyle teşekkür ederim. İlk andan itibaren beni ve ne yapmak istediğimi anladı. Kitap, dil ve edebiyat üzerine yazılmış denemelerden oluşuyor. Edebi türlerin yazarın fıtratıyla bir benzerliği söz konusu sanırım. Denemenin her an yeni çağrışımlara açık bir tarafı var ve bu benim için çok cezbedici. Roman, hikâye ve şiir aralarında nitelik farkı olsa da uzun süreli bir yoğunlaşma ister. Hem uzun, hem kesif! Yağmur gibi düşünelim, uzun süre yağan şiddetli bir yağmur… Denemeyse ‘ahmakıslatan’ yağmuruna benzer; daha az yoğun ve daha kısa süreli. Her iki durumda da ıslanırız. İlkinde yazar ve okur neyle karşı karşıya olduğunu bildiğinden hazırlıklıdır, yanlarına şemsiye alabilirler. İkincisinde yazarın da okurun da şemsiyesi yanında değildir. Islanmak kaçınılmazdır, fakat ne kadar ıslanacağını ikisi de bilmez. Ben bu kestirilmez havayı seviyorum, okur da severse ne âlâ.
-“Birtakım geleneğin, duyuşun, kısacası bütün bir kültürün geri gelmemecesine yaşamımızdan çekildiğini görmüş birisi olarak böyle bir zamandan, daha doğrusu böyle bir zamanın eşiğinden gördüklerimi yazdım,” diyorsunuz. Bu durum beraberinde neleri getirip götürdü?
Asır dönümlerinde yaşamak böyledir. Hayatımın yarısı yirminci asırda, diğer yarısı yirmi birinci asırda geçti. Dönüp bakınca ‘neler değişmedi ki?’ diyor insan. Ortaçağ’da yaşamış biri birkaç yüzyıl ileri yahut geriye gitse çok da şaşırmaz, az çok benzer bir dünya görür. Hâlbuki şimdi on yılda bir dünyayı yeniden kuruyoruz adeta. Bu çok heyecan verici, fakat beraberinde getirdiği bir ahlakî sorumluluk var. Çoğu zaman bu yükü taşıyamadığımızı görüyorum. Eskiyi, kadim olanı çarçabuk harcıyoruz. İleri gitmek pahasına geride bıraktığımız değerleri unutmak gerekmediğini biliyorum ve bunu anlatmaya çalışıyorum. Sürekli dikiz aynasına bakarak araba süremeyiz; hiç bakmadan süremeyeceğimiz gibi!
-Eserinizin bir derdi var. Ziya Gökalp der ki: Bugün siz yazarlar, elinizdeki kuvveti biraz bilseydiniz, az zamanda memleketin hâlini değiştirebilirdiniz. Derdi olan her türdeki yazılarımızla okura düşüncelerimizi aşılamak istiyoruz. Sizce insanlara ne derece ulaşıp onları değiştirebiliyoruz?
Bunu bir istatistik temele oturtmak güç, belki de lüzumsuz. Meslektaşlarımın bulunduğu kalabalık bir ortamda edebiyat üzerine konuşurken okulumuzun temizlik görevlisi İbrahim Ağabey lafa girdi. Zamanın Eşiğinde’den alıntılar yaparak üstelik! Kitabı baştan sona okumuş. Ayrıca uzun süredir devam ettikleri bir okuma grupları varmış. Türkiye’de, belki bütün dünyada bir diploma fetişizmi var. Zahiren herkes okumuş! Hakikatte bilginin, hikmetin denizinden kimin ne kadar içtiğini ölçecek aletimiz olmadığı gibi, bunun diploması da yok. “İnsanlara ne derece ulaşıp onları değiştirebiliyoruz?” diye sordunuz. Yalnız İbrahim Ağabey için yazmaya değmez mi?
-Zamanın Eşiğinde, özellikle Cemil Meriç, Yahya Kemal, Nurettin Topçu ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi fikir ve edebiyat insanlarının gölgesinde kaleme aldığınız denemeleri oluşturmakta. Üslubunuzu belirlerken nasıl bir okur profili hedeflediniz ya da bunu dikkate aldınız mı?
Edebiyat usta-çırak ilişkisiyle öğrenilir(di). Ben yaşayan bir ustanın terbiyesinden mahrumdum. Esasen çevrem de bu konuda bana yardımcı olacak durumda olmadı hiçbir zaman. Ustalarımı da kitapların içinden seçmem lazımdı, öyle yaptım. “Yeraltı dünyasının!” büyüklerini aradım. Bulduğumu sanıyorum. Kitapta bu isimlere, özellikle Tanpınar’a fazlaca atıf yapıldığı hemen fark ediliyor. Kimileri bunu alelade bir övgü olarak yorumlayabilir. Birini methetmek bize bir maddi kazanç sağlaması için yapılıyorsa bu sahtekârlık olur. Benim yaptığım – başarabildiysem eğer – bir ilişki kurma biçimi. Benim lügatimde birini methetmek, seni anladım ve sevdim, demek. Üslubumdan, hadiseleri görme biçimime kadar beni etkilediler, bundan rahatsız değilim. Entelektüel olmayı sürekli tenkit etmekle eş değer gören bir anlayış hüküm sürüyor bizde. Tenkit lazımdır, evet; şu şartla ki, gerçek tenkit “tetkik, tahlil ve teşhis katmanlarını atlayarak yapılırsa sövgüye dönebilir. Övgü ve sövgünün eşiğindeyiz yani!
-“Bizim üzerinde ittifak ettiğimiz bir klasiğimiz neden yok?” diyorsunuz. Üzerine düşündüğünüz bir klasik dizisinde hangi eserler yer alabilir?
Bu soruya bir listeyle cevap vermekten kaçınıyorum. Çünkü listeler ister istemez bir kalıp çıkarıyor. Kalıba girmeyenleri de hesaba katmak lazım her zaman. Eserden çok müessir üzerinden gitmeyi tercih ederim. Müessirin bir anlamı da tesir eden, iz bırakan demek. Bütün Avrupa ve Batı dünyası bir yönüyle Hristiyanlığa dayanır. Biz her şeyden evvel ‘asıl müessir’in eserine, Hz. Kur’ân’a, muhtacız. Yûnus gibi, Mevlâna gibi yaşadıkları çağı dolduran kıymetlerimiz var. Onlardan ne alabildik? Klasik dediniz, bütün zamanların en yüksek değerde eser veren bir şiir geleneğine sahibiz; üzerimizdeki izleri silinmiş gibi. Geçen asrın büyükleri bile çok yabancı gelmeye başladı bize; çünkü aynı dili konuşmuyoruz onlarla. Aramızdaki mesafe giderek açılıyor. Türkçe şu son asırda Yahya Kemal gibi bir şairi, Tanpınar gibi bir romancıyı, Ömer Seyfettin, Sait Faik gibi hikâyecileri yetiştirdi. Bu demektir ki, ümitsiz olmayalım. İsimleri çoğaltmak her zaman mümkün. Adını anmadıklarım ve daha niceleri bizi bekliyor, yeter ki biz onlara gidelim.
Gösterdiğiniz alâkaya teşekkür ederim.
İlk yorum yapan siz olun