İnceleyen: Metin Yetkin
Takaşi Nagai’nin Nagasaki’nin Çanları romanı Esmanur Yiğit ve Esranur Yiğit çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Bir tıp insanı olarak atom bombasına maruz kalan Nagai’nin otobiyografik anlatısı olan kitap, satır aralarında savaş, inanç, bilim gibi insanlık tarihini asırlardır meşgul eden kavramları irdelemekte.
1908 yılında doğan, köklü bir aileye mensup olan Nagai 1932 yılında Nagasaki Tıp Okulu’nu bitirdi. 1933 yılında askerliğe başlayarak sıhhiye birimine katıldı. 1940 yılında Nagasaki’ye dönen yazar beş sene sonra radyoloji bölümünde görevini sürdürürken Nagasaki’ye atom bombası atıldı. Hem evini hem eşini bu saldırıda kaybeden, patlamada başından ciddi yara alan yazar, kritik sağlık durumuna rağmen saldırıdan sağ kurtulanlara yardım eden birimlere katıldı. Bir yandan da gözlemlerine dayalı olarak bombanın etkisini analiz eden geniş çaplı bir rapor hazırladı. Ardından kendini yazma uğraşına vererek bombanın birinci yıldönümünde Nagasaki’nin Çanları kitabını tamamladı. Katolik inancının önemli temsilcilerinden biri olan yazar 1951 yılında hayata gözlerini yumdu. Bu bağlamda Nagasaki’nin Çanları otobiyografik roman olarak da okunabilir. Zaten yazar da anlatıda kendi ismini kullanmakta.
Kitap ilkin, mutlu bir Japonya tasviriyle başlar. Rüzgâr, ovalar, bereketle yetişen ekinler, ocağı tüten evler bu tasviri derinleştirmekte. Ardından Nagasaki Tıbbiyesinde tıp insanlarının savaş esnasındaki gayretine değiniliyor ve burada geçen bir diyalogda kahraman-anlatıcı/yazar “Yaşasak da ölsek de insanların alay konusu olmayacağız.” (s.9) diyerek daha en başta Japonya’nın savaş düsturunu ortaya koyuyor. İlk bölümdeki gibi canlı bir tabiat tasvirinin ardından da atom bombası atılıyor. Bu nokta önemli zira yazar atom bombasının yıkıcı etkisini okur için daha vurucu kılmak amacıyla savaş zamanı dahi gerek şehrin gerek insanların gerek tabiatın güzelliğine vurgu yapmakta. “Yaz ortası güneşi güzel Urakami şehrinin ve tepelerin üzerinde ilgisizce parlıyordu.” (s.12) Atom bombasıyla birlikte tüm güzellikler yok oluyor. Burada farklı insanların atom bombasına yakalanma anları kısa kısa tasvir edilmekte: Bu bağlamda okur; öğretmen, çoban gibi farklı mesleklere sahip fakat aynı mutluluğu paylaşan insanların ölüm anlarıyla karşılaşıyor. Ardından, kendisi dahil hayatta kalanların mücadelesine odaklanmakta Nagai. Üniversitede sağ kalan profesörlerin, doktorların, hemşirelerin ve diğer sağlık çalışanlarının bombanın şokunu atlatarak insanlara bir an evvel yardım etmek için bir araya nasıl geldikleri anlatılıyor. O dehşet sahnesine şahit olan kahraman-anlatıcının (Profesör Nagai) gözlemlerine ve duygularına şahit olmakta okur.
“Muhtemelen her on kişiden ancak biri alevlerden kaçmayı başarabilecek kadar şanslı olmuştu. Geriye kalanlar ise şimdi gözümüzün önündeki evlerin altında gömülmüş yanıyordu. Alevler gürlerken rüzgârın yönü değişti. Dört bir yandan yardım isteyenlerin feryatları birbirini izledi. Kollarımı kavuşturmuş, donup kalmış bir hâlde ayakta dikiliyordum. Kendimi hiç bu kadar aciz hissetmemiştim. Gözlerimin önünde acı çeken ve ölmek üzere olan bu insanlara yardım etmenin bir yolu yok muydu?” (s.41)
Kurtarma operasyonu devam ederken atılanın atom bombası olduğu anlaşılıyor. Tam da bu noktada bilimin zaferinin vatanının yenilgisi, fizikçilerin sevincinin Japonların kederi olduğunu söyleyerek önce bilim sonra da savaş kavramını irdeliyor yazar. Bunun bir savaş olmadığını Japonların “sırf öldürülsünler diye vatan topraklarında sıraya” dizildiklerini vurgulayarak savaşın ne derece eşitsiz olduğunu belirtiyor. Sonraki süreçte ise atom bombasının etkilerini tespit etmeye, radyasyon hastalığının ne olduğunu çalışmaya ve bu hastalığın tedavisini bulmaya çalışıyor anlatıcı. Üniversite yandığından dolayı tıp insanlarının ellerinde hiçbir teçhizat olmadığı gibi o zaman dek topladıkları veriler de yine üniversiteyle birlikte yok olduğu için gözlemlerine dayanıyor Profesör Nagai. Öte yandan kalbi kırık bir Japon halkı var karşımızda. Bütün benlikleriyle vatanlarını kurtarmak için canla başla savaşan Japonlar Amerikan uçaklarının bildirilerini okuduktan sonra dahi savaşı kaybettiklerini kabullenmekte zorlanıyorlar. Ancak gazetedeki resmî açıklamayı okudukları vakit buna ikna oluyorlar. Bununla birlikte devletlerinin yanlış amaçlar uğruna insanları savaşa sürüldüklerini idrak ederek kandırıldıklarının da bilincine varıyorlar. Nitekim, bir diyalogda savaş sayesinde giderek zenginleşen bir sınıftan hedef tahtasında:
“Evet. Bu doğru. Ezilmesi gereken sınıf budur. Savaş kazan sağlayan bir ticarettir. Eğer on yılda bir savaş çıkarsa milyarder olacaklarını söyleyenler işte bu insanlar. Gelecekte, savaş yanlısı propaganda yapanlara kaynaklık edecekleri muhtemel. Bu insanlar genç ve saf delikanlıları kışkırtarak intikamı öğretir.” (s.118)
Bu noktadan sonra ise dindar bir Katolik olan yazar tanrı inancına temas etmekte. Japonların geleneksel inancının doğru olmadığını, bu dinin kılıç zoruyla kabul ettirildiğini öğretici bir diyalogda olduğu gibi ortaya koymakta. Nitekim, kitabın sonlarına doğru öne çıkan din teması, yazarın imanından doğan iyimserliği katedral çanlarının çalmasıyla ete kemiğe bürünmekte.
“(…) İnsanlık artık kendi çabasıyla elde ettiği nükleer enerjiye sahip. Kendi kaderini tayin etmenin anahtarı da kendi elinde. Bunlar üzerine düşündüğümde dehşete düşmekten kendimi alamıyorum. Doğrusu din dışında bu anahtarı güzelce koruyacak başka bir şeyin olmadığına inanıyorum.” (s.135)
Sonuç olarak, duayla sona eren Nagasaki’nin Çanları atom bombası felaketini Katolik bir tıp insanının gözünden yer yer hâkim bakış açısıyla anlatmakta. Öte yandan, bilhassa atom bombasına dair bilimsel açıklamaların yer aldığı pasajların didaktik amaçla yazıldığı ortada. Bu bağlamda roman otobiyografik olduğu kadar didaktik de. Böyle bir facianın ortasında tabii olarak toplumcu sanata yönelerek yeni bir Japonya tahayyülü ortaya koyan bir yazarla hemhâl olmaktayız.
İlk yorum yapan siz olun