Özellikle Blues müzikseverlerin yakından takip ettiği Özgür Aydın ile samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: İdil Güney Şimşek
Özgür Bey merhaba. Uzun yıllardır müziğin içinde bulunan, blues müzik denildiği an akla gelen başarılı isimlerden birisiniz. Sizi, sizden duymak isterim. Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?
Üniversite yaşamına kadar doğup büyüdüğüm yer İskenderun. İlk öğretim den itibaren fen ve matematiğe özel bir ilgi ve sevgi duydum ve üniversite eğitiminin de aynı istikamette Fizik doktora seviyesine kadar devam ettim. Müziğe olan ilgim ortaokul yıllarımda başladı ve lise mezuniyetinden sonra İskenderun’da yer alan 90‘lı yıllarda yaygın olan kaset ve CD satış dükkanlarında çalıştım ve müziğe olan ilgim ömür boyu bir tutkuya dönüştü. Üniversite yaşamım Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde 1999 yılında başladı ve aynı yıl Üniversite Radyosunda program yapımcılığı ve arşiv sorumlusu olarak çalıştım. O yıllar Eskişehir kültürel olarak gelişmiş ve geniş imkanları olan bir şehirdi ve çeşitli müzik gruplarında birçok şehirde sayısız sahne aldım. Ve aynı zamanda şehirdeki gitar tutkunlarına gitar dersleri verdim. Ve yine 2000’li yılların başlarında Kaset ve CD ürünleri satışı olan müzik dükkanımı açtım. Ve daha birçok alanda müzikle ilgili tecrübelerim oldu. Buraya kadar olan tecrübeler ve tutku şu anda yaptığım işleri fazlasıyla etkiliyor.
Müzik denilince akla genellikle müziğin sanatsal veya eğlence yönü gelse de aslında oldukça multidisipliner bir alan. Felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi sosyal bilimlerden tutun da sayısal olarak da değerlendirilen bir bilim. Fiziğe ve matematiğe özel ilgisi olan bir müzisyen olarak sizin müziğe ilişkin görüşleriniz nelerdir?
Elbette bahsettiğiniz disiplinler için sadece fizik ve matematik konusunda bir eğitimim oldu. Ancak bir sanat dalı olan müziğin filozofyası konusunda naçizane birkaç cümle söyleyebilirim.
İnsanın kendini arayışı gizemli bir yolculuktur ve bu konuda müziğin büyük bir yol gösterici olduğuna inanıyorum. Kendi varlığına sahip çıkan ve bunu her an duyumsayabilen insan için müzik belki de sanat dalları içerisinde en etkili olanlarından biridir. Hem müzisyen hem de dinleyici için. Müzik, taşıdığı motif ve ifadelerle insanı sonsuz duygu ve düşüncelere sürükleyebilecek güçtedir ve büyük bir uzlaşma arayışıdır. Günlük yaşamlarımızdan çok uzak duyguları ve uzak diyarları yakınsayan bir sanat dalı olduğunu düşünüyorum.
Peki, genelden özele doğru inelim. Daha önce okuduğum bir röportajınızda bir müzisyenin kendi yaptığı müziği kategorize etmesinin zor olduğunu dile getirmişsiniz. Biraz açar mısınız? Siz müziğinizi nasıl tanımlarsınız?
Müziği isimlendirme veya kategorize etme aslında yazı literatürüne ve insan iletişiminde kolaylık sağlaması açısından önemli ancak kesin çizgi ve sınırlarla ayrılmasına karşıyım o yüzden de müzisyenin kendi müziğini kategorize etmesi çok zor demiştim. Sohbetin başlarında söylediğim müzik tecrübelerimin içerisinde birçok müzik türünde hem dinleyici hem de müzisyen olarak yer aldım ve almaya devam ediyorum. Kuşkusuz bu çok çeşitliliğin yaptığım müziklere etkisi çok büyük. Bir müzik eseri, güçlü duyguların eşlik ettiği motifleri ve ifadeleri içerdiği için onu tek başına bir kategoriye sokmak pek adil değil bana göre. O yüzden sadece Blues müzisyeni kavramını sahiplenemiyorum. 1960’lardan günümüze dünya çapında yapılan Anglo-Sakson dominasyonun müzik marketlerde ve radyolarda yıllardır yaptığı bu kategorik yaklaşım dünya çapında sayısız “daha az değerli veya underrated” kalan müzisyenleri bıraktı geride.
Günümüzde pek çok tür belki çıkış noktasından uzaklaşsa da müzik tarihi açısından Blues’un bir hikayesi var. Kültürel bağlamın müzikteki yansımalarını akorlar, tınılar, enstrümanlar, yürüyüşler vb. ögeler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi özellikle bu müziğe yönelten ne oldu?
Elbette 1920’lerde Afrika’nın pamuk tarlalarında çalışan işçilerin “hollerin Blues” adı verilen tarlada çalışırken motivasyon ve bir olma fikirlerinden başlayan Blues Amerika’ya göç ile şehirleşmeye başladı ve günümüze kadar geldi. Tıpkı bizim coğrafyamızdaki aşık ve ozan kültürümüz gibi. 16.yy den bugünlere gelen tarihsel bir mücadele ve adaptasyon süreçleri yaşadı. Uzun lafın kısası ortaya çıkan müziğin bu kadar geniş filozofyası ve çıkış noktalarını ne kadar çok dikkate alırsak gideceğimiz yeri daha iyi kestirebiliriz diye düşünüyorum.
Tınılar, enstrümanlar ve yürüyüşler aslında bu fiili mücadelelerin içeriğiyle ortaya çıkmış formlar. Tıpkı tarlada pamuk toplarken periyodik hareket ve senkronik seslenişlerle ortaya çıkan blues gibi veya haksızlığa ve zulme karşı sesleniş olan bizdeki deyişler gibi.
Yakın zamanda beşinci albüm çalışmanız olan “Road to the Blue” yayımlandı. Albümdeki şarkılarınızın hikayelerini ve kayıt sürecini paylaşır mısınız?
Diğer albümlerde olduğu elbette bu albüm de bireysel uzlaşma arayışımı temsil ediyor. Konu başlıkları ve kavramlar şarkıların isimlerinde belirginleşiyor. Çünkü ağırlıklı olarak sözlerin ötesinde bir müzik anlayışım var. Sözlere karşı değilim ancak şairane bir söz yazarı olmak gerçekten zor. Türkiye’de birçok ismin yıllardır büyük şairlerimizin şiirlerini kullanması bir tesadüf değil ve yıllarca en etkili ve güzel şarkılar onlar olmuşlardır.
Sanki sözleri ön plana almak müziğin gücünü ve ifadesini biraz geri plana ittiğini düşünmüşümdür. Konuşan kelimeler yerine konuşan enstrümanları tercih ediyorum. İleride konuşan kelimeleri de tercih edebilirim elbette. Bu yönden bakıldığında albümdeki şarkıların hikayeleri de daha anlaşılır olabilir diye düşünüyorum.
Albüm kayıt süreci sade bir düzlemde ilerliyor benim için, öncelikle konu başlıkları ve albüm başlığını belirleyip daha sonra kendi oluşturduğum “Supernova Music Lab” ortamında, uzun süredir tanıdığım müzisyen arkadaşlarımla sade ve öz bir kayıt süreci yürütüyoruz. Beni iyi tanımaları müziğime olan katkılarını daha etkili ve samimi bir düzeye çıkarıyor. Buradan sevgili Mert Alkaya (Davul-Bulutsuzluk Özlemi), Cüneyt Özyurt (bas gitar) ve 5 albümün de grafik çalışmalarını gerçekleştiren sevgili eşim Zeynep’e sizin aracılığınızla tekrar sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum.
Müziğinizi etkileyen Türk ve yabancı isimler var mıdır?
Elbette sayısız isimler var ama bende büyük bir etki yaratanları söyleyebilirim. Mark Knopfler, Stevie Ray Vaughan, Andrew Latimer, Kitaro ve Ennio Morricone gibi isimler müzik duygusunu bana en çok aşılayan isimler.
Ülkemizde ise beni en çok etkileyen isimler arasında Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, Fikret Kızılok, İlhan İrem ve Yavuz Çetin’i sayabilirim
Müzik endüstrisine ilişkin söylemek istedikleriniz var mı?
Endüstri bilim ve teknikle eşdeğer olsa da hiç bir konuda “Endüstri” kelimesini sevemedim çünkü genel olarak tarih boyunca insanoğlu için pek de hayırlı bir şekilde kullanılmamıştır.
Hayalleriniz? Hedefleriniz?
Sözlerin ötesindeki müziğin hemen hemen her kulağa ulaşması ve o zaman bütün dünyanın bir uzlaşma zemininde buluşarak barış içerisinde erişkinleşebileceğini diye hayal ediyorum.
Söyleşimize katıldığınız için teşekkür ederiz.
Fikirlerime yer verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Sevgiler.
Özgür Aydın Dijital Platformlar:
Spotify I Apple Music I Fizy I Muud I Deezer I YouTube Music
İlk yorum yapan siz olun