Repertuvarı geniş bir öykücü Recep Kayalı ile Bilge Kültür Sanat etiketiyle yayımlanan Kamburuma Üç Sebep adlı öykü kitabı üzerine söyleştik.
Röportaj: Mahmut Yıldırım
Eser,simgesel anlatımların bulunduğu, bilinen gerçekliğin içerisinden çıkan öykülerden oluşuyor. Teknik açıdan da çeşitliliğe özen gösteren bir yazar Kayalı. İç içe geçmiş katmanlı öykülerin yanında çok fazla örneğini görmediğimiz, üçlemeler de Kamburuma Üç Sebep’te yer alıyor.
-Hayatlarını sırtlarında bir kambur gibi taşıyan karakterleriniz, insanın içine çöreklenen o huzursuzluğun üstesinden hikâye anlatarak geliyor. Hikâye anlatmak, görünmeyeni görünür kılmak mıdır?
Öncelikle değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Hikâye anlatmak sadece insanoğluna has bir özellik. Ben de bunun kutsal olduğunu düşünüyorum. Konuya böyle romantik yaklaşıyorum sizin anlayacağınız. Sorunuza dönecek olursak hikâye anlatmayla ilgili pek çok tanımlama yapılabilir. Bunlardan bir tanesinin de görünmeyeni görünür kılmak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu durumu biraz daha farklı bir açıdan ele alma taraftarıyım. Öncelikle görünmemek görünmeyenin problemi değildir. Çünkü görünebilmek için var olmak yeterlidir. Burada da sıkıntının görmeyenle ilgili olduğunu anlayabiliyoruz. Başka bir deyişle görünmeyeni görünür kılma çabası dışında, görünmeyenin neden görülmediğinin üzerine düşerek haksızlığı ve kabulleri hikâye anlatarak yıkmaya çalışıyoruz.
Edebiyatın kişinin kendini özgün bir üslup ve başarılı bir teknikle ifşa etme sanatı olduğunu düşünmüşümdür hep. Hikâye kişinin bu dünyaya, topluma hatta kendisine karşı duyduğu rahatsızlığı, huzursuzluğu farklı bir atmosfer kurarak, kendine ait ancak içine başkalarını da dâhil edebileceği yeni bir dünya yaratarak yenme yahut bu sorunlarla mücadele etme alanıdır.
– Ece Ayhan, “…hem usta hem çırak bir kambur içindir,”der. Usta-çırak ilişkisi, yazarın kendi kalemini yaratmasında ve zamanı geldiğinde sahne önüne çıkmasında önem arz eder. Bu ilişkiden ve Kamburuma Üç Sebep’in ortaya çıkış sürecinden bahseder misiniz?
Ulusal dergilerde elli sayıdan fazla öykü ve edebiyat yazısı yayınlanmış bir yazarım. Fanzin kurdum, dergilerde yazdım. Kendi yolumu oluşturmaya çalıştım hep. Üslubumu, metne nasıl yaklaşmam gerektiğini, diyalog ya da atmosfer kurulumunu bu süreç içerisindeki deneyimlerim sonucunda öğrendim. Öncelikle dergiler bu konuda bana çok yardımcı oldu. Yazdığınız bir öykünün önce dergi kurulundan sonra okurdan geçmesini, her öykünün kendini kabul ettirme mücadelesi olarak okudum. Kendimin çırağı olmaya çalıştım. Bunların dışında özellikle birkaç isimden bahsetmem gerekiyor. Henüz yirmi yaşındayken tanıştığım ve öykülerimi gönderdiğim usta öykücüler Mehmet Fırat Pürselim ile Ethem Baran öykü yolculuğumda bana hep destek olmuşlardır. Onlardan metin ile ilgili eleştiri istediğimde hiç kırmayıp ne görüyorlarsa söylediler. Ben de bu eleştirileri ciddiye alıp zayıf yanlarımı düzeltmeye çalıştım. Onların bu genç yaşta kalemime inanmaları, eleştirel katkıları benim için önemliydi. Kendi metnime yabancılaşmamda ve dil titizliği oluşturmamda çok yardımcı oldular. Var olsunlar.
Kamburuma Üç Sebep, üzerine konuşmaktan mutluluk duyduğum bir eser oldu. Onunla anılmak beni neşelendiriyor. Sizin aracılığınızla esere olan sevgi, beğenilerini dile getiren tüm okurlara teşekkür ederim. Süreci özetleyeyim. Hece Öykü dergisinde iki seneyi devirdim. Bu istikrar benim için önemli. Her sayı ciddi bir okur kitlesinin karşısına çıkıyor ve değerlendiriliyorsunuz. Bu süreç dil ve üslubumda bir standart yakalamamı sağladı. Yayınlanmış, kabul görmüş, beğenilmiş öykülerden bir dosya oluşturdum. Kendime bir jüri heyeti kurdum. Dosyamı az önce ismini zikrettiğim isimlerin yanında Cihan Aktaş ve değerli hocam Okan Koç’a gönderdim. Her birinden öyküleri puanlamasını ve değerlendirmesini istedim. Tabii onların bundan haberi yoktu. Hepsinin beğendiği öyküleri kafamdaki sıralamaya göre dizdim ve baskıya girdik. Metinlerimize değer gösterip satın alan, vaktini ayıran insanlara titiz bir çalışma sunmak istedim.
–Öyküleriniz, kendi içinde alt başlıklar barındıran, iç içe geçmiş bir yapı sergiliyor. Eser üzerinde teknik çalışmanın, yeni bir anlatım dili bulmanın ağırlığından konuşalım isterim.
Her zaman repertuvarı geniş bir öykücü olmaya çalıştım. Bu sebeple bahsettiğiniz yapıdaki öykülerin yanında, bilinen gerçekliğin kırılımından oluşan, kara mizaha dönük, büyülü gerçeklik sınırlarında gezen, zaman geçişlerinin parçalı yapıyla aşılıp diğer meselelerin üzerinde daha fazla eğilebildiğim üçlemeler tarzında farklı kurgu, anlatım, teknikler gerektiren metinler oluşturmaya özen gösterdim. Her metin kendine özgü bir atmosfer ve ritim istiyor. Öykücünün kendi üslubunu oluşturduktan sonra rahatlıkla farklı anlatım teknikleri ve kurgulara adapte olabileceğini düşünüyorum.
-Okuru metne dâhil etmenin ve onu inandırmanın güçlüğünden söz açalım.
Yazar ile okur arasındaki tek fark yazarın metindeki bir sonraki adımı biliyor olmasıdır. Okur akıllıdır. Kendisine anlatılan hikâyeye inanmak ister. Ayırdığı zamanın karşılığını manevi olarak almanın arzusundadır. Yazarın işi zor görünse de temelde yapması gerekenleri yazıya geçirdiğinde her işin altından kalkabilir. Bana göre bir hikâyedeki en önemli unsur atmosferdir. Yaptığınız her şey gerçekçi, karakterleri nefes alıp veren, içinizde dokunma, koklama, dinleme isteği uyandırabilen atmosferler yaratabilmek içindir. Daha sonra bu atmosfere uygun bir üslup ve ritim gerekiyor. Tüm bunları yapabildiğiniz takdirde okurun metnin içine girebilmesi, orada rahatlıkla gezinebilmesi kaçınılmazdır. Ancak tüm bunları hayata geçirseniz bile yazar metin ile arasına soğutmalı, en ufak bir çapak bırakmadan, defalarca kurgusunu gözden geçirmelidir. Bu titizliği metne ve okura karşı gösterdiğinizde alıcıya uygun bir okuma ortamı hazırlamış oluyoruz.
–Gökte Uçan Hüma Kuşu adlı öykünüzde, “Yaşadığını anlaması için acı çekmesi gerek insanoğlunun,” diyorsunuz. İyi, olgun metinler ortaya koymak acı çekmenin bir parçası mıdır?
İyi olgun metinler ortaya koymak için ille de acı çekmek gerekir demek çok iddialı ve abartı bir yorum olur. İnsan bilmediği şeyi yazamaz. Toplumu, insanı, acıyı, neşeyi, korkuyu bilen bunu sağlam bir atmosfer ve üslup ile hemhâl edebilen kişiler edebiyatçı olarak anılıyor. İnsan olmak tamamen hissetmekle, vicdanla ilgili bir durum. Hissedebildiğimiz sürece kalbimizin varlığına, o her şeyden çok ihtiyacımız olan yumuşaklığa, huzura sahip olabiliriz. Acı da en uzun süren hislerin başında geliyor. Öfke, aşk, kin … Bunlar da süresi oldukça uzun duygular. Bir başkasının acısından canınız yandığında pek çok şeyi hâlletmiş oluyorsunuz.
Bunların haricinde bir de üretim süreçlerimden önce araya giren süreden kaynaklanan kişisel sıkıntılarım oluyor. Öykü öncesi ağrısı diyelim. Büyük bir kaygı, korku hissediyorum. Yazamama düşüncesi sanırım bana en çok acı çektiren durumlardan biri. Ancak bir öykü ortaya çıktığında bu kaybetme korkusunun metnime fayda sağladığını da görmüş oluyorum.
İlk yorum yapan siz olun