İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ressam Şule Dincel Sarıkaya ile röportaj

Prof. Dr. Hayriyem Zeynep Altan 

Sevgili Şule Dincel Sarıkaya ile tanışma hikâyemle başlatmak istiyorum bu söyleşiyi. 2014 yılının yaz aylarından biriydi; ikinci romanım “Prenses Eteğindeki Taşları Döküyor”u bitirmiştim. Pupa Yayınları kapak arayışımın sonuçlanmasını bekliyordu. Bana sunulan görseller yazdığım romanla örtüşmüyordu. Bir sabah içimde tuhaf bir heyecanla uyandım. Sanki bilinçaltım arayışıma yanıt olacak bir resme çağırıyordu beni. Nette gezinmeye başladım ve birden karşıma Şule’nin  “My Spongetastic World” adlı eseri çıktı. O an, arayışımın sonlandığını öyle keskin biçimde hissettim ki, sonrası bir çorap söküğü gibi geldi: Yazıştık, telefonda konuştuk ve o harika görsel, Ekim 2014’te basılan romanımın kapağı oldu. Bir yazarın anlatısına, bir ressamın anlatısının yüz olması büyülü bir şey. Sanatçılar arasındaki bu etkileşimin gücüne her daim inanıyorum. Hayattaki karşılaşmaların her birini – Olumlu ya da olumsuz olarak karşılayalım-  yaşam hikâyemizi oluşturan irili ufaklı taşlar gibi düşünürüm. Kimi taşlar beklenmedik güzellikte olabilir: Bir kıyı şeridinde, dalgaların sonsuz dansıyla törpülenip zamanı geldiğinde gözünüze değen bir çakıl taşı hayal edin. Mısır Uygarlığı’ndaki büyülü böcek “Scarabaeus Sacer” gibi simsiyah ya da masmavi bir taş. Onu ellerinize almadan yolunuza devam edemeyeceğinizi bilirsiniz çoğunlukla. Ressamların, heykeltıraşların, müzisyenlerin, şairlerin, yazarların ve yaratıcılığı yaşam amacı yapmış olanların simgelerle, göstergelerle başı fena halde derttedir ve bu derdi çok severler. Bizim Şule ile karşılaşmalarımız devam ediyor. Eylül 2019’da basılan “Varlığında Yokluğunda Kadın” adlı kitabımın kapağı da onun imgeleriyle hayat buldu. “Sweet Horror Blue Bunny” adlı resmini çalışmamın içeriğine göre yeniden düzenledi ve kullanımıma sundu. Kadın varlığının toplumsal tahayyüldeki belirteçleri; kadını bir sürmeli göze, bir kırmızı dudağa, bir bukle saça indirgeyen eril akıl daha incelikli biçimde sergilenemezdi. Kadın bunlardı ve aynı zamanda bunlar değildi. Kadını ancak yokluğundan tanıyabilirsiniz. Ve işte biz de, üretimlerimizin birbirini çoğalttığı bu olağanüstü dünyalara uzanan iki kadınız. Kendi iç döngülerimizde büyüyüp genişleyerek, her nasılsa bir gün benzer bir titreşimin izinde yeniden karşılaşıyoruz. Bu röportaja konu olan üçüncü karşılaşmamız 23 Ekim 2021 Cumartesi günü gerçekleşti. Pendik Marinturk Alışveriş Merkezi’nde buluştuk. Şule, kızı Ece’yle birlikte geldi. Ece çok sevdiği kedileri beslemenin yollarını araştırırken, biz de uzun bir söyleşiye başladık. 

Bol güneşli, biraz rüzgârlı bu güzel günde Şule de, ben de bol bol güldük. Sevdiğimiz ressamlar, yazarlar ve renkler derken; bir çok ortak şeyimiz olduğu ortaya çıktı. Picasso ve Van Gogh sevgimiz, Virginia Woolf hayranlığımız, edebiyattaki bilinç akışı tekniğine duyarlılığımız, şiir de yazıyor oluşumuz ve çılgınlığımız… Bu arada farklar da başını uzattı aramızdan: Müzik zevkimiz ve renk önceliklerimiz. Aşağıdaki söyleşi, ister istemez benim gözümdeki Şule Dincel Sarıkaya’yı anlatıyor. Üretimlerimiz birbirine değerken, biz de birbirimize bir kez daha ayna oluyoruz sanatın ışığında. Gördüklerimizden ve paylaştıklarımızdan ilham almaya devam ediyoruz. Umuyorum, sizler de bir nehir gibi akan bu söyleşiden kendinize ait imgeler, hatırlatıcılar bulursunuz. 

Şule Dincel Sarıkaya ve H. Zeynep Altan

Olağanüstü Dünyalara Uzanan İki Yolcu: 

Ressam Şule Dincel Sarıkaya ve Yazar Hayriyem Zeynep Altan 

– Sevgili Şule, resim tarzını “marvelizm” olarak tanımlıyorsun. Doğru mu? 

– Doğru. 

– Marvelizm nedir, diye gezinince nette, karşımıza Marvel filmleri çıkıyor. 2008’de Demir Adam (Iron Man) ile başlayıp 2021’e kadar uzanan bir fantastik film serisi var. Dahası fantastik ile bilimkurgu arasında nitelendirebileceğimiz, süper kahramanların hikâyelerinden oluşan bir film serisi. Marvel film şirketi bugüne dek bazen birbirinden bağımsız, bazen de “metinlerarası ilişkiler” kurduran devam filmleriyle 25 yapım sunmuş bu türün sevenlerine. Buradan yola çıkarak şöyle sorayım: Bu kavram senin üretimlerinde nereye karşılık geliyor? Dahası senin bu tanıma ulaşman nasıl oldu?  

– Öncelikle “Marvellous” sözcüğü İngilizcede “Olağanüstü” demek. Bir akım olarak Marvelizm de olağanüstü hikâyelere gönderme yapıyor. Bu noktada yaptığım her resmin bir öyküsü var. Her öykünün de bir ana karakteri var. O kahramanın da mutlaka süper güçleri olmalı, bana göre. Bu süper güçler; resmin aurasını, atmosferini renklendiriyor. Bazen bu sıra dışı karakterler insanlara ürkünç gelebiliyor. Ama aynı zamanda onlara seslenebilmem için bana bir fırsat sunuyorlar. 

– Peki, bu sinema filmleri olmasa, sen yine de buluşur muydun sahip olduğun sanatsever kitlesiyle? 

– Buluşurdum. “Marvel” karakterlerini seçme sebebim, insanların imgelemlerine tanıdık gelen bu karakterlerin aşinalığından yararlanmak. Bu girişime, bir tür kendini tanıtma programı olarak bakılabilir. Benim içimde kendi karakterlerim var; yakında onlara doğru yol alacağım. Bu süreç bir basamak. Görülebilir ve anlaşılabilir olmak için. “Kız delirmiş mi?” diye sorulması yerine; normalden anormale doğru giden bu sürece tanıklık edilmesi daha uygun geliyor bana. 

– Süper kahramanlara olan ilgimize dönersek; onlar hepimiz için önemli. Özellikle çocukluğumuzda bizde yeni ufuklar açma, bizi yeni heyecanlara sürükleme etkisi daha da yoğundu. Senin çocukluğunu merak ediyorum. Kahramanların kimlerdi? Tek çocuk musun?

– İki kız kardeşiz. Benden 7 yaş küçük bir kız kardeşim var. Benim kahramanlarım her zaman çizgi film karakterleri oldu. Beni en çok benden alan “Looney Tunes” oldu ilk önce: Bugs Bunny ve arkadaşları. Sonra animeyi keşfettim. “Şeker Kız Candy” en sevdiğim karakterlerden biri. Çocukluğuma denk gelen bütün çizgi filmleri izlemişimdir. Sorunun yanıtına gelirsem, benim özel bir kahramanım yoktu. O hep hayalimde kaldı. Onu bir şeylerle besledim, durdum. Bir süper kahraman seçmedim kendime. Tüm o sözünü ettiğimiz Marvel karakterleriyle ve çizgi film kahramanlarıyla; ben içimdeki karaktere ulaşmaya çalışıyorum. O karakter ne Demir Adam’a benziyor, ne de bir başkasına. Doğrudan onu içimden çıkarmaya cesaret edemedim. Anlaşılmaz, değeri bilinmez diye. Biraz daha gerçeğe tutunup soyuta doğru ilerlemek daha güvenli göründü bana. Mesela Ressam Jean-Michel Basquiat’yı çok severim. 28 yaşında ölmüş, siyahi bir ressam. Onun bütünlüğe ulaştığını düşünüyorum. O tam olarak, olmak istediği noktadan başlayabilmiş resme. Benim öyle bir cesaretim yok. Ne zaman içimden geldiği gibi korkunç şeyler çizsem, ailemden eleştiri aldım. Eleştirilmediğim anda ya da bunu önemsemediğim noktada kopacağım. 

– Doğru mu anlıyorum? Şu an içindeki özgür ruhu tümüyle serbest bırakamıyorsun. 

– Evet. Biliyorsun, ben bir kolejde İngilizce öğretmeni olarak çalışıyorum. Hayatımda bir okul gerçekliği ve sorumluluğu var. Bu rol beni gündelik yaşamın içinde belli bir sosyal sınırın içinde tutuyor. Bu hem sınırlandırıcı, hem de bir ölçüde iyi. Çünkü öylesine bir kopuş beni nereye götürür, bu da meçhul. 

– Senin çocukluğunu yeterince deşemedim. Oraya dönmek istiyorum izninle: Nasıl bir çocuktun sen bugünden bakınca?

“Sayko Bir Çocuktum,”

– Sayko bir çocuktum. Yani her daim hayali arkadaşları olan bir çocuk. Gerçek kişilerle, gerçek oyunlar oynamak yerine; kendi hayal dünyamda oynardım. En sevdiğim şey özellikle yazın Amasya’ya gittiğimizdeki özgürlük ortamıydı. Oradaki evler hep iki ya da üç katlı olurdu. Üst katlardaki bir odaya girip kendi hayal dünyamda olmak, en büyük zevkimdi. En sevdiğim oyun, hayallerimi beslemekti. Hiç sıkılmazdım zihnimde yarattığım dünyadan. 

– İlerleyen zamanlarda bir arkadaşın oldu mu?  

– Ortaokuldan itibaren çok fazla arkadaşım oldu. Ancak her zaman sessizdim. İnsanlarla olan en iyi iletişimlerimi üniversitede yakaladım, diyebilirim. Gazi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği okudum. Dil de soyut bir alan olduğu için, benim iç dünyamı besledi. Üniversite döneminden önce yazmış olduğum 500 şiirim var. Dahası vardı. Hepsini yaktım. Üniversite döneminde iki roman yazdım. İkisi de şu an kayıp. Hem yazdım, hem resim yaptım. Çocukluğum gibi üniversite yıllarım da resimle geçti. 

-Bunu sormak istiyordum: İlk ne zaman resim çizmek üzere eline kalem aldın?

–  Altı yaşındayken başladım resme. İlk yaptığım resim hâlâ duruyor. Bankta oturan bir kız ve yanında da horoz var. Rengârenk bir horoz. İlk yazdığım hikâye de 8 sayfa. İlkokul ikinci sınıftaydım; öykümde bir baba ve kızı vardı, uzaya gidiyorlardı. Bilimkurguya dayalı bir yolculuktu. Öğretmenim bu öyküye çok şaşırmıştı ve tüm sınıfın önünde okutmuştu. Utançtan yerin dibine girmiştim. “Niye herkes bir paragraf yazarken, ben 8 sayfa yazdım?”. Biraz pişman olmuştum sanırım. Ama işte hayatım, üretim. Üretiyorsam, yaşadığımı hissediyorum. Bu duygum hiç değişmedi. 

– Uzaya yapılan bir baba-kız yolculuğu, o yaş için biraz fazla. Bu, senin çok erkenden başka dünyalara açılmış olan özgür ruhunun bir göstergesi olmalı. Öyle değil mi?

– Aslında hayalimdeki kahraman babam da olabilir. Olsa olsa, babamdır. Biz çok hayal kurardık babamla. Annemle böyle yakın bir ilişkim yok. Annem daha otoriter bir kimlik: Kuralcı. Babamsa duygularımızın sesini dinleyen, daha duygusal bir insan. Ayrıca çok da eğlenceli bir yanı vardır. Bir örnek vereyim: 15 yaşındayken ben, önümüze bir harita koydu babam bir arkadaşıyla birlikte ve “Nereye seyahat etmek istersiniz?” diye sordu bana ve kardeşime. Japonya’ya gitmek istiyoruz, dedik. Aldı bizi götürdü. Boyalarımı da o alırdı. Hayallerimize önem verirdi. Bir gün dedim ki babama: “Ben resim öğretmeni olmak istiyorum,”. Orada dur, dedi. Sonra İngilizce bölümünü de babamla birlikte seçtik. Bugün düşününce, resim bölümünden mezun olmadığıma seviniyorum. Çünkü ressam kimliğimi kesinlikle ülkemle sınırlamıyorum. Başka ülkelere açılmak, başka kültürlerde kendimi ifade etme şansı yakalamak daha öncelikli benim için. Bu noktada kendimi İngilizcede de anlatabilmek bir zenginlik. Amerika’da kalabilirdim bir dönem; öyle bir fırsatım oldu. Ancak kalmadım. O da ayrı bir hikâye. 

– Gelelim annenle ilişkine. Belki biliyorsun; bir iletişimbilimci olarak son yıllarda yazdığım pek çok makalede, anne-kız ilişkisini sinema ve edebiyat üzerinden inceledim. Fırsatını bulmuşken, seninkine de bakalım. Kolay bir ilişki olmadığını biliyoruz. Özellikle merak ettiğim nokta, sizin ilişkiniz senin resmine nasıl yansıyor?

– Kavga ettiğim resimlerde annem olabilir. Vurdulu, kırdılı, çılgın resimlerim var ya benim; oralarda annemle mücadele ediyor olabilirim. Annemin zor bir karakteri var. Mutlu olduğu zaman çok mutlu, mutsuzken çok mutsuz. Bu durum, bir çocuk için hiç de kolay değildi. 

– Peki, annene “annelik rolü” dışından baktığında nasıl bir kadın görüyorsun?

– O zaman çok eğlenceli bir kadın görüyorum: Kahkahalar, sohbetler, danslar… Herkes hayranlık duyar ona. Başkalarıyla olan ilişkilerinde oldukça eğlenceli bir kişiliktir. İlk suluboyalarımdaki imgeler, onunla paylaşamadığım; içimde birikmiş duygulara referans veriyor olabilir. Şimdi resim yaparken tümüyle hayal dünyamdan besleniyorum ve bilinç akışı tekniğiyle akıp gidiyor çizgiler, renkler tuvallere.

– Farkında olmasa da, belki sen bile o kadar bilincinde olmasan da, bastırdığın duyguları açığa çıkarman noktasında; resmini besliyor annen sanki. Böyle diyebilir miyiz? 

– Evet. Sanırım annemle olan ilişkim resimlerimde yeniden canlanıyor. Mücadele hâlinde olduğum şeyler tuvalime giriyor. Mesela denizden korkarım. O yüzden resimlerimde hep su vardır. Yüzerim ancak imgesel olarak korkarım denizden; rüyalarıma girer. Bir diğer korkum da, kan imgesi. Ece’ye hamileyim: 42. hafta geldi, Ece doğmak istemiyor ve nişan geliyor, ciddi bir travma. Neyse, sonuçta doğurdum kızımı. Kendimi de bir anne olarak doğurmuş oldum. Doğum sürecini kaçırmamak için kendi isteğimle narkoz almadım. Doğum sancısı acıyı örttü ve korkum bana yenildi.

– Bunları işitince senden, aklıma doğrudan Ressam Frida Kahlo geldi. Onun da acıyla sınavı ayrıksıdır. Her zaman kendisine acı veren şeye tümüyle açık olmayı tercih ettiğini dile getirir. Belki de katlanılması zor olana ancak böyle tahammül ediyor. Benzer bir tutumunuz var hayata karşı: Korkudan kurtulmanın yolu, korkuya teslim olmak ve onu aşmak. Ne dersin? 

– Evet. Diğer türlü zihnimde onlarca hayal, senaryo kalır. Görünce, bir parçası olunca, hepsi bitiyor. Sanırım korkularımı yenmeyi seviyorum. Korkularım lehime çalışıyor. Korkuyu yenerkenki zaferi seviyorum, korkularımdan besleniyorum ve korkunun yaratıcılıkla ciddi bir bağı var. Korkularım olmasa, realist bir ressam olurdum. Rönesans dönemi sanatçıları gibi. Ama daha önce de söylediğim gibi; tüm sorumluluklarımı bıraksam, kim olurum, bilmiyorum. En büyük hayalim bir dağa kaçıp resim yapmak. 

“En Büyük Hayalim Bir Dağa Kaçıp Resim Yapmak,” 

– Güvenlik duygun ne alemde? Bir kadın olarak kendini ıssız bir dağda güvende hisseder misin? 

– Hiç korkum olmaz. İçimde bir erkek var sanki. İçimdeki o eril yanı da seviyorum. Okulda da o eril yan aktif. Konuşurken, ders anlatırken dişil tavırlar sergilemiyorum. Sınıfta kendiliğinden büründüğüm o karakterleri de seviyorum. Cinsiyet beni sınırlandırmıyor. 

– Peki, ne zaman kendini dişi hissediyorsun? 

– Âşık olduğumda öyle hissetmiştim. Eş ve annelik rolünde dişiyim. Resim yaparken ise, daha çok eril enerjiyleyim. Diğer kadın ressamlara bakıyorum; çizgilerimiz, imgelerimiz çok farklı. Ben kesinlikle romantik biri değilim, tersine savaşçı bir yanım var. Böyle bir ülkede cinsiyetsiz olsam, daha mutlu olurdum. Kendimi zaten resim üretmek için dünyaya bırakılmış bir robot gibi görüyorum. Hayattaki amacım sağlıklı koşullarda resim üretmek. Sağlıksızlığı da tecrübe ettiğim için sağlığın kıymetini bilen biriyim. Hayattan elimi eteğimi çektiğim bir iki yıl geçirmiştim: Üniversite son sınıf ve ertesi yıl. Tam bir kopuş. Psikolojin dengede olmayınca, resim de üretemiyorsun. Bu bağlamda öğretmenlik yapmak bir istinat duvarı oluşturuyor hayatımda. İlişkilere ihtiyacım var. İstesem de, tümüyle izole olmayı göze alamam. Kendi sınırlarım olmadığı için, sosyal hayatın sınırlandırmaları aslında iyi geliyor bana. Eşimi bulmasaydım; Nişantaşı’nda bir ev tutacaktım, 10-15 kediyle yaşayıp yalnızca resim yapacaktım. Resim yaparken, yemek yemeyi de unuturdum. Resimden para gelirse, kullanırdım. Gelmezse, aç kalırdım. Açlığı da umursamazdım. Öyle korkularım yok.

– Seninle ilgili bir çok şey öğrendim. Özellikle bu “dağ” metaforunu açınca. Ama aklım “robot” benzetmende kaldı. Niye robot? 

– Duygularıma mesafem var. Yalnızca resmimde yaşıyorum çünkü. 40’a kadar delirmezsem, sonrasında da delirmem. 

– Oldukça ilginç bir sanatçısın. Psikolojik haritanı bir izlenim verecek kadar bile olsa, ortaya çıkartma niyetim var. Yüzüne baktığım zaman, çok derin gözlerle karşılaşıyorum. Üstelik pek çok insanın aksine, seninkilerde kalmaktan bir rahatsızlık duymuyorum: Çok derin, çok ışıklı, pırıltılı. O sıra dışı hikâyelerin, çılgın imgelerin, neonlu renklerin bu kara deliklerin içinde nefes aldığına hiç şaşırmadım. Kavuniçi saçlarınla ve çocuksu gülümsemenle bir anime karakterisin başlı başına; tuhaf bir sevimliliğin var. 

– Kimi insanlar sahip olduğum mizaca ve resimlerime yansıyan zihinsel dünyama böyle bakmıyor maalesef. Sulu boya yaptığım dönemde, Kanada’dan bir ressam aradı beni. Resimlerimi gördükten sonra, beni Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’ne göndermek istedi. “Senin beynini keşfetmelerini istiyorum,” gibilerinden tuhaf bir davet. Oradaki psikiyatri ekibi beni inceleyecekmiş. “Bu resimleri üreten beyin nasılmış?”. Elbette kabul etmedim. 

– Ruhsal hastalıklarla sanat arasında bağ kurulmasına yabancı değiliz. Rollo May, “Yaratma Cesareti” adlı eserinde sanatçının özel bir sınırı aştığından söz eder. Yanılmıyorsam, yalnızca sanatçıya özgü bu durumu “yukarıya doğru aşma” olarak nitelendirir. May’in bakış açısı normalin dışında eyleyen sanatçının üretim sürecine bir övgüdür. Senin başına gelense, daha çok, yaratıcılığına hakaret edilmesi gibi bir şey. Ancak bu duruma şaşırdığımı da söyleyemem. Statüko daima durağan, alışılagelmiş  ve denetlenebilir olandan yanadır. Gerçek bir sanatçı kendi gereksinimleri ile toplumunkiler arasındaki çatışmayı baştan kabul etmek zorunda kalır. Sana bu sözde daveti yapan kişiden daha baskın bir şey var bence: Sanatçıyı basitçe bir hastalık kategorisine yerleştirme ve farklılıkların getirebileceği kaosa karşı nafile bir önlem alma refleksi. Esas tehlikeli olan, bu. Benzer şeyleri ben de yaşadım. Lisede okurken, okulun bahçe duvarını resimlendirmemiz istenmişti. Ben de Picasso’nun 1907 yılında yapmış olduğu “Çıplak Kadın” adlı eserini çizmiştim. Yetenekli bulunmaktan çok, tuhaf bulunduğum kesin. Öğretmenin imalı bir bakışı, iğneli bir sözü kılıç gibi kesik açar gencin ruhunda. Okul yıllarında sana da bu tarz tepkiler gösterildi mi? 

– İlkokulda epey irdelendim. İlkokul öğretmenlerimi hiç sevmedim. Bana “ödevini yaptın mı?” demesi bile sinirimi bozardı. Ortaokulda da pek bir şey değişmedi. Lisede de tümüyle sustum. Dört yılı susarak geçirdim. Hiçbir ilişkiye yanaşmıyordum. Tüm öğrencilik yıllarım boyunca, derste sürekli resim çizdim. Üniversite dersliklerinde de devam etti, bu çizimler. Resim öğretmenlerim elbette yeteneğimi gördüler. Ödüllerim, birinciliklerim vardı. Liseye gelinceye dek, resim yeteneğimin şüpheyle sorgulandığını anımsıyorum. “Kimse yardım etmedi, ben yaptım,” demekten yorulmuştum.    

– Tüm bunlar sende bir “ötekileştirilme” duygusu yarattı mı? 

– Yabancılaşma hissettim. Hep öyle hissederek yaşadım. Şu anda da öyle hissediyorum. Anlaşılacağıma dair bir beklentim yok. Anlaşılırsam, sürpriz olur. Kimi zaman galeri sahipleri resimlerimi anladıklarını söylüyorlar, kişisel sergi teklifinde bulunuyorlar. Ancak ben bunların takibiyle fazla ilgilenemiyorum. 

– Sanat piyasasında komisyonsuz bir işlem yürümüyor sanırım. Bir ressamın işleri sergilenirken, nedir kendisinden talep edilen komisyon?

– Müzayedeler yüzde on beş, sergiler de en fazla yüzde otuz alabilir. Resimlerimin alıcısı uzun zaman yurtdışıydı. 12-15 yıl önce Sultanahmet’te bir galeride satılıyordu resimlerim. Amerika, İsrail ve Almanya. Alıcı ülkeler çoğunlukla bunlardı. Her hafta en az iki resim satardım. Okan Bayülgen de o galeriden satın almıştı resimlerimi. Artist Dergisi’nde bir röportajım yayınlanmıştı. En popüler olduğum dönem sanırım 2010’lardı. Bir anda ilgi odağı oluyorsun. Ancak bu merak her zaman lehine çalışmıyor. Okan Bayülgen’in “Televizyon Makinesi” adlı programının gündemde olduğu zamanlardı. Beni programına davet etti, kabul etmedim. Nedenine gelince; konuklarını ve telefona bağlanan izleyicileri çoğunlukla tersleyip zor durumlarda bırakması hoşuma gitmiyordu. Sonuçta çok davetler aldım. Ve çoğunlukla reddederek bugünlere geldim. 

– Resim yapmak başka, ressam kimliğine sahip olmak başka. Sen bu kimliği ne zaman edindin?

– Ressam kimliğim üniversitedeyken görünür olmaya başladı. Yabancı dil bölümü bana çok kolay geldi. Derece yapacak duruma gelmiştim hiç çaba harcamadan. Bunu fark edince, bu enerjiyi resme yönlendirmeye karar verdim. O zamanlar Ankara’da “Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği” (BRHD) vardı. Bir kaç resmimi gönderdikten kısa bir süre sonra beni derneğe çağırdılar. www.turkishpaintings.com’a alındım. Karma sergilere katılmaya başladım. Sonra o plastik sanatlar derneğine gittiğimde, dernek sahibi çok tuhaf buldu beni. Orada üyelik işlemlerini gerçekleştirirken ben, tümüyle sessiz kaldı. Sonradan öğrendiğime göre, o resimleri yapan kişi imgesiyle benim genç varlığımı bir türlü bağdaştıramamış. Sonra www.lebriz.com’a alındım. Daha sonra Bodrum Nurol Sanat Galerisi’nde sergi açtım. Sonra Amerika’ya gittim ve orada bir ay kaldım. Döndüğümde nedense o sanat galerisiyle kurmuş olduğum iletişimi devam ettirmedim. Sezgilerime göre yaşayan biriyim. 

– Senin ressam kimliğini tanıtırken, diğer rollerini es geçmek olmaz. Şule aynı zamanda evli bir kadın ve bir anne. Ece’nin annesi. Şunu merak ediyorum: Bu aykırı kimlik “evlilik” denen sosyal kuruma nasıl uyum sağladı? Dahası hayat arkadaşını nasıl buldu?

– Asla evlenmeyi düşünmüyordum.  Tanıştığımızda 26 yaşındaydım. Evliliğe karar vermemin tek sebebi, aşk. Eşim rahat, güler yüzlü, çok pozitif enerjili bir adamdır. Önyargıları, kriterleri yoktur. Amerika’ya da birlikte gitmiştik. Sergileri birlikte gezdik. Kafamızın estiği yöne evrildik. Olduğum kişi olarak beni kabul ediyorsan, evlenelim, dedim. Evlendik. Bana hiç bir baskı uygulamaz. Birbirimizin yaşam alanlarına, gündelik zamanı kullanma alışkanlıklarına saygılıyız. Şu an “Online Müzayede” ile çalışıyorum. Tüm resimlerimi getirip götürüyor. Eşim, en büyük destekçim. Resim, bizim ortak alanımız gibi.  “Haydi yapalım,” diyoruz ve yapıyoruz. 

– Şule biraz da resim yapma sürecinden söz eder misin?

– Kulaklığımı takıyorum; müziği son ses açıyorum, tümüyle akışa geçiyorum. Üç saat bir yere kendimi kilitlemiş gibiyim. Hatta evde eşim olduğunda, çalışma odamın kapısını da kilitliyorum; dünyadan kopuyorum. 

– Ne dinliyorsun resim yaparken? 

– Daha çok club ve rock müzik dinliyorum. Metro Fm, Pal Station gibi radyoların ilk 40 şarkı listesi oluyor. Bunları mutlaka dinliyorum. Popüler müziğe bayılıyorum. Deep House, Trance de dinliyorum bazen. Şu sıralar “Duman” dinliyorum. İlk zamanlar metal müzik dinleyerek başlamıştım. Derken rock, sonra club. Klasik müzik aşırı sakin. Beni alıp bir yere götürmüyor. Bana deli müzik lazım. 

– Bir röportajında “Resimlerimde en çok kullandığım ve sevdiğim renk sarı,” diyorsun. Hâlâ öyle mi? 

– Ecoline’nin 236 numaralı suluboya mürekkebi, turuncuya yakın bir sarıdır. Bu rengi çok severek kullandım. Şu anda nar çiçeği ve florasan pembe var tuvallerimde. Sarı, kırmızı, pembe gibi sıcak renkler seviyorum. Bu üç renk olmadan, o resim canlanıyor gibi gelmiyor bana. Mesela, kahverengi tonlarında bir resim yapmam mümkün değil. 

– Peki, soğuk renklerden hangisi senin ihtiyacına yanıt veriyor çoğunlukla? 

Yeşil. Ama hangi yeşil? Tam yeşil olmayan, bir yeşil tonu. Kafamdaki, ruhumdaki yeşil. Maviyle aram kötü. Mavi olan, bir kaç resmim var. Bunlardan biriyle İtalya’dan prestijli bir sertifika aldım. İtalya’nın en büyük sanat eleştirmenlerinden biri olan sanat tarihçi Vittorio Sgarbi’den geldi bu mumlu sertifika. Sanırım İtalyan bir sanat dergisinde çıkan haberden buldu beni. Çin’den de bir diplomam var: “Dünyanın En iyi 100 Sulu Boya Sanatçısı” arasına girdim. 76. oldum. Bir dönem, böyle çok kültürlü etkileşimler oldu hayatımda. Bu, büyük bir mutluluk veriyor insana. 

– Marvel karakterleriyle başladık. Onlarla bitirmeye çalışalım. Benim pek sevdiğim bir tür değil, bilimkurgu. Ancak bu seri içinden “Dr. Strange”i izleyip bir hayli etkisinde kalmıştım. Diğer filmleri de şöyle böyle bir inceledim: Çoğunda ya bir bilim insanı ya da doktor bir deney yaparken kaza geçiriyor ve ondan sonra olağanüstü bir dönüşüm yaşayarak bir süper kahramana dönüşüyor. Bu deney-kaza-dönüşüm formülünü kendi varlığına uygulasan, sende karşılığı var mıdır?

– O deneyi yapan ben olurum; kaza, tahayyül ettiklerimi forma sokma sürecim olur, dönüşüm de artık ortaya ne çıktıysa. Resim yapma sürecim bu formüle benzetilebilir. Başta, ne yapacağımı hiç bilmem. Resim yapacağım diyelim, odayı yavaş yavaş hazırlarım. Kendimin peşinden giderim; kendimin ne resmedeceğini gerçekten bilmem. Kaza olarak nitelendirilebilecek şey, hatadır. Hatayı çok severim; bambaşka bir şey ortaya çıkmasına olanak sağlar. Kesinlikle silmem, eskiz de çizmem. Özellikle sulu boyadaki hatalar çok yaratıcıdır. En son içimden çıkan resim, hep en beğendiğim olur. Ancak bittiği anda, o benim en kötü resmimdir. Yaptıklarıma çok da bayılmam. Resme iki ay ara verdim. Bu akşam yeniden başlıyorum. Film-müzik bireşimi yerine fotoğraf-müzik işbirliğine kayıyorum. Özellikle müzik olmasa, resim yapamam. Bazen kendimi fotoğraflıyorum. Kafamdaki imgeyi bulmak için, yardımcı oluyor. Resim yaparken hiç olmadığım kadar emin oluyorum kendimden. Her şey keskinleşiyor. O dünyada olmama halini seviyorum. 

– Peki, bir resmin bittiğini nasıl hissediyorsun? 

– Çok zor hissediyorum. Hiç bitmiyor çünkü. Fırça 70 ile başlıyorum, sonra 50. Derken fırça numarası giderek düşüyor: 24, 20, 16, 8 ve 4, 3, 2 ve bazen 1’e kadar iniyorum. Ayrıntılar gözümü alıyor. Sıfır nokta milimleri işleyen kalemler var ayrıca. O kadar ince detaya inebilirim ki. Bu noktada hiç bir resmim bitmemiştir. O detayın peşinden gitsem, yılda bir resim anca çıkar. Bunca detaya rağmen hızlıyımdır aslında. En son yaptığım, içinde “Beetlejuice” (Beterböcek) karakterinin olduğu resmimi iki haftada bitirdim. Arayışlarım devam ediyor. Bundan sonra yapacağım resimlerime “Gölgeli Kübizm” diyebilirim. 

– Son  üç Soru: Bütün süper kahramanların arkesi mitolojiye uzanıyor ve o mitlerde karşımıza sıkça “maske” kavramı çıkıyor. Örneğin, Zeus bir “kuğu” kılığına girebiliyor. İnsan varlığında, bir başkasına dönüşme olasılığının heyecanı ve korkusu bir arada bulunuyor. Sen bir başkasına dönüşmek ister misin? 

– İstemem. Kendi yerimi zor tutuyorum şu an.  (Gülme krizi yaşıyoruz tam bu noktada)

– Kimsin sen Şule? 

– Robot Şule olabilirim işte. Her gün kodluyorum kendimi. O gün nasıl bir gün geçireceksem, ona göre bir kodlama yapıyorum: Anne günü, ressam günü. Kendimi tümüyle o zihinsel sürece hazırlıyorum. Annelik için özel bir kodlama yok elbette; içsel. Ece’yi görünce, anne oluyorum. Sonsuza dek yalnız da yaşayabilirim yani. Öyle bir Şule de var. O kadar çok kitap okurum ki. Öyle çok film izlerim ki. Şu an, yapmak istediklerimden çalarak yaşıyorum. 

– Ve son soru: Bugüne kadar deneyimlediğin ressamlık sürecini dönemlere ayırsan, nasıl bir tablo çıkar ortaya? 

– Önce bir karamsar dönem, sonra gerçekçi dönem, sonra hayalci dönem, şu an gerçekle hayalin sentezindeyim. İkisinin arasında bir yerdeyim. “Beterböcek”li resmimde, o siyah kadehle küfretmiş oluyorum sanata. Yani gerçekliğin bire bir talep edilmesine bir protesto, o kadeh. Küçük intikamlar alıyorum sanatseverden ironiyle. Bu benim eğlenceli dönemim aynı zamanda. Pandemiden ötürü şu taktığımız maskeler var ya, zihinsel dünyamda “duvara” ya da “odalara” karşılık geliyor. Deli oluyorum. Artık oda çizemez oldum. Resmimin fonları açık alanlar: Dağlar, göller… 

– E haydi! Buraya gelmişken denizin kokusunu içimize çekelim. 

Instagram: @suledincelsarikaya

Instagram: @varligindayoklugundakadin

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir