Dikkat dikkat: Bu yazı, şayet kendini doğrulamak istiyorsa, son noktasında kendini imha ettiği gerçeğini de kabul etmek zorundadır. Yoksa bu yazının içtenliğine ve dürüstlüğüne inanmak kabil değil.
Evet, biz yaşantımızı rahat evlerimizde sürdürüyoruz. Lakin, sokağımızın biraz aşağısı yanıyor. Yangın sokağın bizim tarafına ulaşamadı henüz. Ama geliyor. Belki gelecek yıl, belki de birkaç yıl sonra. Veya, geçen yıl gelmişti zaten. Dünya ateşler içinde. Şayet geleceğin cinayet olduğuna inanmıyorsan, herhangi bir gazeteye göz at. Buradan sadece birkaç yüz kilometre ileride halklar birbirlerini katlediyorlar. Sen belki burada, Kopenhag’da, öyle olmayacağına inanıyorsun. Saraybosna’dakiler de inanmıyorlardı önce. Gürcistan’dakiler de. Veya Los Angeles ve Chicago’dakiler de. Kimse öyle olabileceğine inanmıyor. Kimse öyle olmasını arzulamıyor. Kimse onun geldiğini görmek istemiyor. Ben de istemiyorum geldiğini görmeyi. Ama geliyor. Gelecek kaçınılmazdır.
Böyle söylüyor şair, müzisyen ve söz yazarı Leonard Cohen (1934 – 2016) 1992 yılında Weekendavisen dergisiyle yaptığı röportajda. Yıl 2020. Cohen’in bahsettiği geleceğin gelip gelmediğini sorgulamaya artık gerek yok gibi görünüyor. Onun çoktandır içinde olduğumuzu ve hatta hepimizin şu an neyi kastettiğimi üç aşağı beş yukarı bildiğini bile varsayabilirim. Bu yazı için bir metafor lazımsa şu olabilir; artık toprağın mahsul vermediği, yeryüzünden adeta silinmiş bir adada, bir uçak ya da helikopteri beklemek. Ve onun dikkatini çekmek için Mors alfabesinde yardım anlamına gelen şu meşhur “S.O.S” sinyalini kumun üzerine dallarla yazmak. Bir şey daha dememe izin verin; bu yazıyı kafamda tümüyle oturtup şekillendirmiş değilim. Öyle ki, yazarken pek çok şeyi ben de ilk defa ya da yeniden keşfedeceğim. Ve birbirinden farklı disiplinlerin, sektörlerin, kültürlerin bilgilerine sık sık girip çıkacağız. Bana yardım et, bu yazıyı beraber bitirelim. Tek başıma göğüsleyemem bunca şeyi.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte çıkan ne de çok kitap, dünyanın korkunç bir derecede değiştiğini İkinci Dünya Savaşı’na bağlamıştır. Fark ettiniz mi? Albert Camus’un içini kemirip duran hep odur. “17. yüzyıl matematik çağı, 18. yüzyıl fizik çağı, yirminci yüzyılımız korku çağıdır.” der Actuelles adlı kitabında. Yazarın denemelerini ve bir mektubunu içeren, Sabahattin Eyuboğlu ve Vedat Günyol’un çevirileriyle dilimize kazandırılmış olan “Denemeler ve Bir Alman Dosta Mektuplar” kitabında bu ve bunun gibi daha nice cümle, arayış, çözüm önerileri, çıkmaz sokaklar var. Camus’un aynı kitapta, “Özgürlük Tanığı” diye dilimize çevrilmiş ve 1948’de yazdığı yazısında yine aynı mesele görülür: “Yirminci yüzyıl tek taraflı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek insanlar arasında, eskiden pîr aşkına görülen işlerde bile, bu gün, çatma konuşmanın yerini almıştır. (…) Peki ama polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yanı görmek bile istemeyeceksin.”
Kuşkusuz, Schindler’in Listesi filminde başrolün söylediği gibidir savaş denen hadise: İnsanda yalnızca kötü duyguları uyandırır, iyi duyguları asla. O nedenle bu büyük savaşın ruhlarda yarattığı travma, dönemin yazarlarında da ayan beyan ortadadır. Ancak onların İkinci Dünya Savaşı’ndan önce her şeyin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşündüklerini söylemek de onları hafife almak olur. Dönelim Stefan Zweig örneğine.
İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ağır tahribatları anlamak için okunacak belki de en iyi anı kitaplarından biri Stefan Zweig’ın Dünün Dünyası adlı kitabıdır. On dokuzuncu asrın görece güvenli, dingin ortamında yetişen gençliği yirminci yüzyıla gelindiğinde öyle onulmaz yaraların açıldığı olaylara şahit olmuşlardı ki, bu yaralar kimilerinde asla kapanmamıştır. Birinci Cihan Harbi’nin ardından Nazilerin yükselişi, Hitler’in Avrupa kıtasında sebep olduğu travmalar Stefan Zweig’ın inandığı Avrupa’yı silip süpürmüştü. Zweig, inandığı değerlerle örülü Avrupa’nın artık bir daha geri gelmeyeceğini düşünüp Brezilya’da eşiyle beraber 1942’de hayatını sonlandırırken intihar notunda şunları yazılıydı: “… ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi.”
Bu savaşın yarattığı geri dönülemez tahribatlara, dünyayı adeta “öncesi & sonrası” şeklinde kabaca ikiye ayırdığına dair daha pek çok yazarın, akademisyenin, tarihçinin yazısına, kitaplarına rastlamak mümkün. Buna yerli isimlerden de birkaç örnek vererek ilerleyelim o halde. İlber Ortaylı 7 Mayıs 2017’de, Hürriyet’in web sitesindeki yazısında şöyle diyor: “İkinci Dünya Savaşı şu ana kadar dünyanın ahvalini değerlendirmek yani tarih yazmak konusunda önde giden kıtayı en çok tahrip eden savaştır. Bu yüzden zihinleri hep meşgul eder. Bir kere Avrupa Yahudiliği ciddi bir imha ameliyesinden geçirildi. Aynı şey Avrupa’daki Çingeneler için de söz konusu. Gelişmiş bir bürokrasinin mühendislik, kimya ilimi ve teknolojinin eseri olan ölüm kampları o güne kadar beşeriyetin tanıdığı bir olay değildi.”
2018’de yitirdiğimiz, benim de çok sevdiğim psikiyatri profesörü ve yazar Engin Geçtan’ın kimi kitaplarında da İkinci Dünya Savaşı ve yirminci yüzyıla dair önemli bilgiler edinmek mümkün. Bunlardan biri, bu savaşın ardından yalnızca bireylerin değil, toplumların da hastalanabiliyor olduğunun keşfedilmesidir. Geçtan, “İnsan Olmak” adlı meşhur ve çok satan kitabındaki “Öfke ve Düşmanlık” başlıklı yazısında da şunları söyler: “Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, açık saldırganlığı konu alan filmlerin yanı sıra, deprem, yangın, kaza vb. içerikli filmlerin çok sayıda izleyici bulabilmesi ve bu tür filmlerin sayısının giderek artmakta olması da oldukça anlamlıdır.” Yine Engin Geçtan’ın “Orada Bir Arada” adlı kitabından alıntılarsak: “Bir arkadaşım yaşlı babaannesinin ona söylediği bir şeyi anlattı. Yirminci yüzyılın ilk yarısında psikiyatri kliniğine yatırılan türde insanlar, günümüzde artık sokakları, kafeleri, restoranları dolduruyorlarmış.”
Gelelim İkinci Harp’ten sonra dengelerin nasıl değiştiğine. Bugün hala izlerini taşıyan savaşın ardından, tüm dünyanın Amerika’nın sunduğu projeksiyonda yaşadığı düşüncesi oldukça yaygın bir görüştür. Öyle ki Taner Ay’ın “Rock ve Şiddet” kitabındaki şu sözler de, dünyanın değişimine dair oldukça dikkat çekicidir: “Fransız Komünist Partisi’nin teorisyenlerinden biri olan Sartre dahi, artık 1945’ten itibaren Batılı komünist partilerin ve bilhassa Fransız Komünist Partisi’nin Stalinizm tarafından iktidarı almamak için eğitildiklerini yazacaktı.”
Örneklerini sayısızca arttırabileceğimiz İkinci Dünya Savaşı ile ilgili son alıntımız için de Michel Foucault’dan yararlanalım. Liliana Cavani’in “Gece Bekçisi” filmi, Nazi temerküz kamplarında bir SS subayı olan Max ile onun sapkın fantezilerini gerçekleştirmek için kendi kurbanı yaptığı Lucia arasındaki “ilişkiyi” ele alır. Soykırım döneminde SS subayı olan Max, kendi seksüel sapkınlıkları için Lucia’yı bir kurban olarak seçmişse de, 1957 yılında başlayan filmde kadın kendisine fiziksel & ruhsal eziyet eden bir adamı değil, adeta “ilk aşkını” anımsar… Michel Foucault ise Cinematographe dergisinin Aralık 1975 – Ocak 1976 sayısı için verdiği izahatta şunları söyler: “Nazilik, yirminci yüzyılda Eros’un çılgınları tarafından değil, küçük burjuvalar tarafından icat edildi. İnsanın aklına getirebileceği en berbat, en görgüsüz ve en tiksindirici küçük burjuvalar tarafından. Himmler, bir hemşireyle evlenmiş olan bir nevi ziraatçiydi. Temerküz kamplarının, bir hemşireyle bir tavuk yetiştiricisinin müşterek fantezilerinden fırlamış olduğunu kavramak gerek. Hastane artık tavuk kümesi: İşte, temerküz kamplarının arkasındaki hayalet. (…) Naziler, kelimenin en kötü anlamıyla, ev kadınıydılar. Ellerindeki bezler ve süpürgelerle ortalıkta koşturup duruyorlar ve toplumu dışkı, toz ve pislik olarak gördükleri her şeyden temizlemeye çalışıyorlardı: Haz düşkünlerinden, homoseksüellerden, Yahudilerden, kanları saf olmayanlardan, siyahlar ve delilerden. Nazi düşünün temelinde, ırkî saflığa ilişkin, o zehirlenmiş küçük burjuva hayali yatar tam da. Eros’un izine dahi tesadüf edilmez.”
Tüm bunlardan hareketle diyebilirim ki; belki de o yıllara dair aklıma gelen tek güzel şey blues müziğin olgunlaşma safhasına geçmesiydi. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili bu kadar uzun bir giriş yapmamın nedeni, yazının başlarında da belirttiğim gibi; dünyanın bu savaştan sonra aldığı hal ve ta o günlerinden yaşadığımız çağı da etkilemesi. Tüm bu savaş vahşeti içerisinde ise, kökenleri Afrikalı Amerikalıların kölelik dönemlerine kadar götürülebilen blues müzik artık bir yetişkin olmuştur. Blues’un çocuğu rock and roll’u doğuracak olanlar ise bu savaşın gölgesi altında Amerika’da, İngiltere’de doğmaya başlamışlardır. John Lennon 1940’ta Liverpool’da dünyaya gelmiş, Paul McCartney ondan iki sene sonra yine Liverpool’da dünyaya gözlerini açmış, Nobel Edebiyat ödüllü müzisyen, şair Bob Dylan 1941’de Minnesota’da hayata merhaba demiş ve punk müziğin büyükannesi Patti Smith aralarında en genç olanlarından biri olarak 1946’da ilk nefesini almaya başlamıştır.
Tüm bu isimler ve daha sayamadığımız onlarca yıldız, altmışların ve yetmişlerin yükselen rock and roll dalgasını başlatmış, hatta kimileri gençliği müthiş coşturduğu, onların kalıplara sığmamasına vesile olduğu için çeşitli sistemler tarafından (aile sistemi, muktedirler vs.) sevilmemeye başlanmıştır. New York Times’ın 1950’lerdeki bir sayısında rock and roll’u “bulaşıcı bir hastalık” olarak tanımlaması da boşa değildir. Gelelim Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” kitabına. Seksenli yılların Türkiye’sinde yaşanan kültürel değişimleri ele aldığı kitabında Gürbilek hocamız şunları söylüyor: “II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı’da gelişen birçok alt kültür, daha çok simgesel bir muhalefet olarak gelişti. Punklar, Dazlaklar, ya da onlardan önce etkili olan birçok başka muhalif grup kendilerini aykırı bir görüntü, meydan okuyan bir üslup, var olan düzene ters gelebilecek simgelerden oluşmuş bir kolaj, bir gösteri olarak ortaya koydu. Çoğunlukla da işçi ve göçmen mahallelerinde ortaya çıkan bu gruplar kendilerini var olan düzenle çatışan bir görüntüye dönüştürmeye, bedenlerini temsili bir biçimde ‘dekore etmeye’ çalıştılar. (…) Nasıl altkültürler egemen kültürün simgelerini çalıp aykırı bir simgeler sistemi oluşturmaya çalışırlarsa, tüketim toplumu da aynı simgeleri sınıfsal ya da tarihsel içeriklerinden arındırıp piyasaya iade eder. Piyasa ise, kendi ilkeleri işlediği sürece, muhalif simgelerin serbest dolaşımına izin verecektir.”
Demek savaşın ardından bizi bekleyen şey; yalnızca insanlık tarihinde onulmaz yaraların açıldığı bir geçmiş değil, aynı zamanda bir tüketim dünyasının içine hapsolma riski. Nitekim, İkinci Savaş’tan çok daha önce, psikanalizin kurucusu Freud’un yeğeni olan Edward Bernays daha fazla kâr elde etmesi için ABD’deki kimi şirketler adına çalışmaya başlamamış mıydı? Edward Bernays, bugünün tüketim toplumunun mimarı olarak da bilinir. Yaratılması amaçlanan bu tüketim toplumunun daha ilerideki izlerini farklı örneklerle de görmek mümkün. Modaya karşı çıkmak için yırtık, eski, ikinci el kot pantolonlar giyen hippilerin bu tarzını bir trend haline gelen moda dünyası, Punkların tüm o ekstrem aksesuarlarıyla beraber Avrupa’da çoktan reklamcılar için bir malzeme haline gelmesi ve hatta demode olması, moda tasarımcısı Mary Quant’ın desen çizerken “Mod kızları” adlı bir başka altkültür grubundan etkilendiğini belirtmesi yine Nurdan hocamızın kitabında bulabilecekleriniz arasında.
Yazının hala daha giriş kısmında olduğumun farkındayım, ancak dün ile bugünün arasındaki farkları daha iyi anlamaya çalışmak için geçmişi inceleme gerekliliği kaçınılmazdır. Bugünün işte, özel hayatta, yaşamın pek çok alanında özgürlük talep eden anlayışıyla dünün “sessiz sedasız acı çekme”si arasında bir mukayese için yine Engin Geçtan’a dönebiliriz. Geçtan, “İnsan Olmak” kitabında şöyle der: “Eskiden insanlar sessizce acı çekerlerdi. Şimdi ise bunu dile getiriyor, sorunlarını tartışıyorlar. Üstelik acı çekmeyi kaderin getirdiği bir olgu olarak kabul etmiyor ve isyan ediyorlar. Bununla da yetinmeyerek mutluluğa ulaşmak için çaba harcıyorlar. Ancak, öteki bölümlerde de tartışıldığı gibi, bu konuda ne yapabileceklerini gerçekten bildikleri söylenemez. Savaş ya da toplumsal anarşi gibi ortamlarda bile insanlar günlük yaşamlarını sürdürmüş, dış görünümlerine özen göstermiş, âşık olabilmişlerdi. Ama insanın kendi içindeki kargaşa toplumsal kargaşadan daha ürkütücüdür. Bu nedenledir ki, insan evrendeki düzeni kendi yaşamında da gerçekleştirmeye çalışır.” Şu “acı çekmeyi kaderin getirdiği bir olgu olarak kabul etmiyor” kısmı özellikle dikkatimi çeken noktalardan biri. Bugünün dünyasında bariz bir şekilde görülen şey; insanların geçtiğimiz yüzyıllara nazaran daha isyankâr olduğu. Burada tabii ki spesifik örneklerden bahsedecek olursak benim bu dediklerimi çürütecek çok fazla vaka görülür. Ancak ben burada zamanın ruhundan, dünyanın içinde bulunduğu zamandan bahsediyorum genel olarak.
İnsanlar canlarının istediklerini daha fazla yapmak istiyor, zorunluluklardan mümkün mertebe sıyrılıp uzaklaşmak istiyorlar. Bugün Türkiye’de ya da dünyada karavanla seyahat eden, kurumsal kariyerini bırakıp kendini seyahat etmeye adayan insan sayısı bundan 30 – 40 sene öncesine kıyasla çok daha fazla. Üstelik her şeyin sıralı ve belli olduğu eski insanların dünyasındaki “işe girip çalışma” maratonu da bugün sayısız insan & genç için cazip değil. Bunda güzel olan; dünyada hüküm süren ekonomik sistemin hemencecik bir parçası olmamak ise karmaşık ve sorunlu olan da; bu reddin yerine neyin koyulacağını tam olarak bilememek. Arkadaşımın babası, 40 yıllık iş hayatının ardından emekli oldu, ancak emekli olan birçok insan gibi bir işte çalışmaya da devam ediyor. Oysa söz konusu arkadaşım 5 yıllık iş hayatının sonucunda kariyerden, mesailerden çoktan bıkmış durumda. Sanırım, bu ona özgü bir durum değil. 2015’te William Kremer’in BBC’de yayımlanan ve 5Harfliler sitesinde çeviri olarak okuduğum yazısı bu açıdan oldukça dikkat çekici. William Kremer, cümlelerine şöyle başlıyor: “Dünyanın dört bir yanından gençler ailelerinin evinden taşınmaya, evlenmeye, bir aile kurmaya yetecek kadar para biriktirmekte güçlük çekiyorlar. Artık çocuk değiller ama yetişkin olarak da görülmüyorlar.” Dünün her şeyin kuralına ve sırasına göre yapan gençliğinin yerine bugünün gençliğinin yaşadığı sorunları ele alan Kremer devam ediyor: “Rötarlı yetişkinliğin nedenleri hakkında ise bir fikir birliği yok. Farklı bölgelerde farklı etmenlerin hesaba katılması gerektiği öne sürülüyor. İşsizlik nedeniyle toplumun maaşlı üyeleri olamıyorlar mı, yoksa ebeveynlerinin güvenli ve —açık konuşmak gerekirse— sıkıcı hayatlarını tercih etmemeleri mi öne çıkıyor?”
Hepiniz az ya da çok bundan 30 – 40 önceki gençlerin bir ev, araziyi kısa sürede ve bugünkü gibi zorlanılmadan satın alabildiğini, bir iş kurabildiğini, hatta lisede, üniversitede aldığı eğitimle büyük başarılara imza attığını bilir, duyarsınız. Bir arkadaşım, kendi babasının aldığı cep harçlıklarını biriktirerek vakti zamanında bir arsa satın aldığını söylemişti. Bugünün gencinin cebine konan harçlıklarla bunu yapmanın mümkün olmadığı ise açık. Üstelik tüm dünyada. Ayrıca dünya genelinde var olan iş bulamama sorunlarını da buna eklediğiniz zaman ortaya kolayca bir yuva kuramayacak ve belki de buna zaten o kadar niyeti olmayan insanlar ortaya çıkıyor.
24 yaşın altında iş arayan nüfus (%) – Dünya Bankası verileri
Yunanistan %58
İspanya %57
Güney Afrika %53
Mısır %39
İtalya %39
Birleşik Krallık %20
Bugünün dünyasında, eskisi gibi bir işe girip kırk yıl orada çalışıp emekli olmak, o sırada torun tombalağa karışıp mümkünse bir de yazlık almak planlarının pek bir karşılığı olmadığı açık. Tabii burada insani ilişkileri, davranış kalıplarını, düşünme biçimlerini ve yani hayatın hemen her alanındaki hal ve tavırlarımızı değiştiren teknolojiye değinmemek de mümkün değil. Seksenler ve doksanlarda yazılmış birkaç kitapta diyor ki; artık doğadan kopmuş ve onun karşısında yer alan insan evladının teknolojik ilerlemeleri, tabiatı tahrip etmesi kitlesel salgınlara yol açacak ve bunun sonucunda “tekillik” doğacak. Engin Geçtan’dan alıntıladığım, Bill Clinton’un Londra’da BBC ile Dimbleblye Vakfı’nın ortaklaşa düzenlediği Dimbleblye Konuşmaları çerçevesinde 14 Aralık 2001’de yaptığı konuşmayı aktarıyorum:
“Çoğumuz farklılıklarımızın önemli olduğunu ve hayatımızı ilginç kıldığını, ancak ortak insanlığımızın daha önemli olduğunu düşünürüz. Yirmi birinci yüzyılda hangisi daha önemli olacak, farklılıklar mı, ortak insanlık mı? Yirmi birinci yüzyılı kazanan taraf belirleyecek… Peki, yirminci yüzyılın sorunları neler? Bunlar da korkutucu. Birincisi küresel yoksulluk. Dünyanın yarısı, sözünü ettiğim yeni ekonominin bir parçası değil. Dünyadaki insanların yarısı günde iki dolardan daha azıyla yaşıyor. Tam bir milyar insan günde bir dolardan azıyla yaşıyor. Bir milyar insan aç uyuyor. Bir buçuk milyar insan, yani dünya nüfusunun dörtte biri hayatta bir bardak temiz su içemiyor. Her dakika bir kadın çocuk doğururken ölüyor. İkincisi, küresel çevre sorunları. Oksijenimizin büyük bölümünü sağlayan okyanuslar hızla geri çekiliyor. Büyük bir su kıtlığı var. Bu, yiyeceğimiz besinleri yetiştirmemizden yaşadığımız yere değin her şeyi değiştirebilecek bir sorun. Ve küresel ısınma. İklim son on yıldaki hızıyla gelecek elli yılda da ısınırsa bu, yerküre çapında kamu sağlığı sistemlerinin çöküşüyle hızlanan küresel salgınlara kurban gideceğiz demek. Önümüzdeki yıl dünyadaki ölümlerin dörtte biri AIDS, sıtma, tüberküloz ve koleraya bağlı enfeksiyonlardan olacak. Bunların çoğu da temiz su içmemiş çocuklar olacak. Son olarak, modern dünyanın en büyük sorunlarından biri de ileri teknoloji terörizmi. On bir eylülden önce de bunu birçok kişi biliyordu. En modern çağda yaşanan en büyük sorunun, insanlığın en eski sorunu, ötekine karşı beslenen korku olması sizce de ilginç değil mi? Korku ne kadar çabuk güvensizliğe nefrete, insanlık dışına ve ölüme dönüşüyor.”
2000’in hemen öncesinde yazılıp çizilmiş ve dünyayı, insanlığı, gidişatı anlamaya dair kaleme alınan pek çok kitapta ortak birkaç nokta var: Teknoloji terörizmi, salgınlar, kitlesel ölümler ve ekolojik krizler. Cohen’in bahsettiği şu “Gelecek kaçınılmazdır.” sözü tekrar aklıma geliyor. Kimi Batı kaynaklarında çoktan konuşulmaya başlanmış ve bizde de birkaç yıl içerisinde popülerlik kazanacağı düşünülen bazı kavramları da ekleyelim: Transhümanizm, transpolitik, exterminism & exterminator. Mesela 1994’te Taner Ay’ın Rock ve Şiddet kitabından yine bir alıntı yapacak olursak: “”Nüfus artışı, açlık ve ekolojik kirliliğe tâbi olarak kitlevî ölümlerle salgın hastalıkların başlamasındaki vahşet sunî lisanın tek belirleyicisi olur. Ekolojinin fakirleşmesi nedeniyle exterminator insan, tıpkı hayvanlar gibi amacını ifade edebilmek için hecesiz çığlıklar atar.” Filozof, yazar Rudolf Bahro (1935 – 1997) da “Exterminism, şayet şuurlarda vakit tamamen geçmeden önce bir sıçrama olmazsa, kaçınılmaz olarak medeniyetin en son safhasıdır.” der.
Dünyanın bugünkü günlerine gelmesine neden olan nasıl ki İkinci Dünya Savaşı ise, aslında Türkiye özelinde de diyebiliriz ki; ülkenin bugünkü halini şekillendiren şüphesiz ki 12 Eylül olmuştur. İlk önce seksenli yılların, dünya ölçeğindeki özelliğine bakacak olursak; bu yıllar küresel dünyanın da oluşmaya başladığı yıllar olarak öne çıkıyor. Yine Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” kitabında dönecek olursak; “80’lerin egemen söylemin ‘emek’ ve ‘sömürü’ kavramları gözden düşmekle kalmadı, tümüyle yananlamdan, bir çağırışımdan, bir ideolojik yükten ibaret kaldı. (…) Reklamların sunduğu seçkin imgeler, vitrinlerin bolluğu ve 80’lerin basını: Bütün bu birikim, bütün bu görüntüler, bir an için sanki bu ideal herkes için geçerli olabilecekmiş izlenimini doğurmayı başardı. Batılılar gibi sanki artık görmezden gelinebilecekmiş, sanki New York’ta olduğu gibi yolun ortasında yatan açların üstünden atlanabilecekmiş gibi.”
Batı’daki toplumun bir seyir kalabalığına dönüşmesi ise çok daha önceleri başlar. Guy Debord, meşhur “Gösteri Toplumu” kitabında 1968’da Fransa’da etkili olan Situasyonistlerin, tolumun seyirlik bir topluma, bir gösteri toplumuna dönüştüğüne işaret ettiklerini aktarır. Ne dersiniz, Türkiye’de 12 Eylül darbesinin ardından konuşulmaya başlanmış olan özel hayat ve cinsel hayat kavramları, seksenlerin dünyadaki küreselleşmenin başladığı yıllar olması, tüketim toplumunun Türkiye’de ciddi oranda 1980 sonrasında yaratılmaya başlanmış olması ve Batı’da ise buna yirminci yüzyılın neredeyse ilk çeyreğinde başlanmış olması bugünkü toplumu anlamamız açısından oldukça önem arz etmiyor mu?
Gelelim şu teknoloji terörüne. Yazımın belki de en kendinden emin olduğu, en şüpheye düşmeden yazıldığı yer burası olabilir. Hemen iki belgesel önererek işe koyulacağım. Netflix’te bulabileceğiniz bu iki belgeselden birinin adı: The Great Hack. Neyi anlatıyor? Bugünün ABD Başkanı Donald Trump’ın seçimlerde başarı elde etmesi için Cambridge Analytica adlı şirketin yaptığı skandalları. ABD seçimlerinde oy verecek vatandaşların Facebook hesaplarıyla ilgili bir veri skandalına yol açan şirket, kararsız seçmenlerin Facebook’ta karşılarına çıkardığı haberler ve propaganda malzemeleri ile Trump’a başkanlığı kazandırdı. Cambridge Analytica adlı bu şirket, Facebook’un yanı sıra farklı kaynaklardan elde ettiği verileri kullanarak “kararsız” seçmeni etkilemiş, onların Trump’a oy vermesine yol açmıştır. Bir hukuk skandalı olarak gündeme oturan bu olayın ardından soruşturmalar da başlamıştı. Konuyla ilgili duzensiz.org web sitesinde yazılan metinden bir alıntı:
“Soruşturmalar ortaya çıkardı ki Cambridge Analytica o seçimlerde Facebook’a sildiklerini söyledikleri bazı verileri ve yasal olup olmadığı hala tartışılan yöntemleri kullanmıştı. Cambridge Analytica aslında SCL Group denilen bir oluşumun parçasıydı ve SCL (Strategic Communication Laboratories) ana olarak askeriye için veri odaklı psikolojik operasyonlar geliştiren bir firmaydı. Senelerce Afganistan ve Irak gibi aktif savaş alanlarında ordu adına projeler yürütmüştü ve oradan kazandıkları psikolojik manipülasyon tekniklerini Cambridge Analytica üzerinden dünyanın dört bir yanındaki (Nijerya, Kenya, Karayipler, Malezya ve dahası) seçimlerde ‘seçim kampanyası danışmanlığı’ hizmetleri satarak değerlendiriyorlardı. Aynı taktikleri İngiltere ve Amerika’daki muhafazakar partilere sunup onlara seçim kazandırdıkları noktadaysa işler patlak verdi.”
Bir diğer belgesel ise yine Netflix’te görebileceğiniz Sosyal İkilem. Teknoloji terörüne bir başka açıdan bakan bu belgeselde; Facebook, Instagram, Twitter, Tiktok gibi bugünün sosyal medya devlerinde eskiden çalışmış olan üst düzey yöneticilerin, personellerin bir nevi itirafları yer alıyor. Belgeselde Facebook’taki “Beğen” butonunu icat eden kişi gibi oldukça önemli isimler, bizim telefon ekranlarına daha fazla bakmamız için bu şirketlerin neler yaptıklarını anlatıyorlar. Açıkçası, teknoloji devlerinin hayatımızı manipüle etmesine dair yapılan keşifler yeni değil. Bunu tekrar keşfetmenin, tekrar tekrar bu gerçekliği söze dökmenin de bir yararı olduğunu sanmıyorum. Şahsi görüşüm; bu evreyi çoktan geçtiğimizdir ve ne yapılabilir üzerine konuşmanın, alternatif yollar aramanın tam sırası. Evet, internette gezinirken arattığınız ürün ya da hizmetler, kullandığınız sosyal medya uygulamalarında reklam olarak karşınıza çıkıyor. Evet, yapay zeka insan davranışlarının hesaplayarak üretiliyor. Evet, akıllı telefon ekranlarına daha fazla bakmamız için bu teknoloji şirketlerinin yapmadığı katakulli yok. Ancak bunu söze döküp, keşfedip öylece bırakacak mıyız? Bir kahvehane sohbetinden öteye geçmeyecek miyiz? Naçizane çözüm önerilerimi farklı disiplinlerden birkaç isimle alıntılayarak aktarayım.
Türkiye’yi sosyal psikoloji ile tanıştıran, psikoloji alanındaki Amerikan & Avrupai hakim görüşe önemli ölçüde alternatif getirmiş ve yaptığı çalışmalarla da herkesten önce Amerika tarafından takdir görmüş Çiğdem Kağıtçıbaşı’na kulak verebiliriz. Psikanalizin inşası sırasında kültürün etkilerinin görmezden geldiğini keşfedip tezini ortaya atan Kağıtçıbaşı, doktora tezini 1967’de Kaliforniya Üniversitesi’nde, sosyal psikoloji alanında verdi. Çiğdem hocanın Youtube’daki bir söyleşisinde sarf ettiği şu sözler hala aklımda: “Yalnızca teknoloji ile insan iyiliğini sağlayamazsınız.” Ona göre, pozitif bilimlere ayrılan bütçe ve alanlar kadar sosyal bilimlere de yer açılması, insan iyiliğini sağlamanın en önemli koşullarından biri. Düşünün bir kere; teknoloji şirketleri, bizim ekranlara daha fazla bakmamız, yarattıkları sosyal medya uygulamalarını daha fazla kullanmamız için neyden yararlanıyorlar? Psikolojimizden. Yani sosyal bilimden! Ancak bu bilim alanını insanlığın yararı için kullandıklarını söyleyebilir miyiz? Ancak aşırı iyi niyetli biri ya da bir saf böyle bir çıkarıma varabilir. Google Shopping eski yöneticilerinden Sridhar Ramaswamy: “Daha çok reklam gösterebilmek için tüketiciye faydalı olan arama sonuçlarını sürekli aşağıya itiyorduk ve takip araçları için kullanıcı gizliliğini ise hiçe sayıyorduk.”
Pozitif bilimlere ayrılan bütçe ve alanlar kadar sosyal bilimlere de yer açılmalı. Yoksa Mars’a belki yine gideriz ancak aynı sorunlar, aynı kavgalar peşimizi bırakmaz. Tek başına “büyümek” insanlığın yararına bir şey değildir. Bu nedenle; teknoloji devlerinin neler yaptığı beni fazla ilgilendirmiyor. “Vaov” falan demiyorum. Psikolojiye, sosyolojiye gerçek anlamda önem verilmesi, insanların daha huzurlu, adil ve hakkını aldığı bir ortamda çalışabilmesi çok daha önemli. Çok çocukça ve basit bir yerden bakacak olursak; bu uçakları, köprüleri, akıllı icatları fiziken kim yapıyor? Çalışanlar, personeller, işçiler… İnsanlık sürekli “ilerleme” peşinde. Ancak bu uğurda neleri feda ettiğini bir türlü göremiyor. Bunu görebilmenin yolu sosyal bilimlere yatırım yapmaktan ve alan açmaktan geçiyor. Örneğin herkes Elon Musk’ın geliştirdiği çipi konuşuyor. Kimse, aynı şahsın sarhoş olup bir gece attığı saçma sapan tweet’lerden konuşmuyor. Ya da diğer devlerle olan rekabetini nasıl da kişiselleştirdiğinden, mahalle kavgasındaymış gibi laflar ettiğinden. Ya da Google’ın skandalları da göz ardı ediliyor. Oysa esas bu insani yanlarımız konuşulmalı. Charlie Chaplin’in dediği gibi: “Makineleşmeden çok insanlığa ihtiyacımız var. Bu değerler olmadan hayat korkunç olur. Her şeyimizi yitiririz.”
“No Logo” diye meşhur bir kitap var. Bilgi Yayınevi tarafından dilimize kazandırıldı. Büyük şirketlerin gerçek yüzünü bir bir ortaya döken bu kitap, gazeteci, yazar ve aktivist Naomi Klein tarafından yazıldı. “Gerçekliğin kaybolduğu yerde her şey mübah olur.” diyen bu kitapla ilgili çeviriyi yapan yayınevinin sitesinden bir alıntı: “Hiç düşündünüz mü, ‘İnsanların logolarını taşıyarak belli statülere sahip olduklarını düşündükleri markalar, Güney Asya’daki fabrikalarına neden kimseyi sokmuyorlar?’ ya da ‘Neden kendi ürünlerinin üretildiği pislik içindeki işyerlerinin girişlerine logolarını asmıyorlar?’” Nike, ABD’de reklamlarında oynaması için Michael Jordan’a yıllık 20 milyon dolar öderken, Endonezya’daki taşeron işçilerine 1998 yılı fiyatlarıyla günlük bir doların altında maaş ödüyor. Nurdan hocamız da Vitrinde Yaşamak’ta şöyle der: “Vitrinler, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu vareden, onun için harcanan, o sırada tükenen yer almaz vitrinde. Vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden. Nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarfedilen emek bir imajdan ibaret kalır.”
Üstelik bugün “insanlığın gelişimi” diye işaret edilen şu atılımları yapan şirketlere bir bakın. Başlarında kimler var? Erkekler. Ve aralarındaki savaş, siyasetteki gibi bodoslama olmasa bile, eril bir şekilde devam ediyor. Bu açıdan baktığımızda değişen pek bir şey yok. Bir diğer çözüm önerisi & umut da zaten kadınların seslerini daha fazla çıkarması, daha fazla bir araya gelmesi. Peki ben çevremde, tüm bu hadiselerin yaşantımızı şekillendirdiği yerde neler görüyorum? İstanbul’da yaşayan biri olarak diyebilirim ki; çevremdeki hemen herkesin kafasında şehirden ayrılmak ya da İstanbul çevresinde bir arazi satın alıp oraya ev inşa etmek var. Tiny House denen şu hadise; bugün Avrupa ve Amerika’da çoktan popülerleşti ve Türkiye’ye de sirayet ediyor. Acaba bir tür “doğaya dönüş” dönemine mi gireceğiz? Teknolojiyi bu kadar çok kullanıyor olmamıza rağmen siz de gerek kendinizde gerek çevrenizde bu bağımlılıktan duyulan rahatsızlığı fark ediyor musunuz? Birçok insan sosyal medya uygulamalarını kapatmak ya da uygulamayı telefondan kaldırıp arada bir bilgisayardan girmek istiyor. Başaran başarıyor, diğerleri ise orada girdapta sürüklenmeye devam ediyor. Modern hayat, vadettiğini gerçekleştiremedi. “Herkese iş” ancak bir slogan olarak geride kaldı. Tabiata dair duyulan hassasiyetler artıyor. Evlerinde ekmek yapanlar, bir arazi alıp onun üzerine konteyner ev inşa etme hevesi duyanların sayısı da giderek artıyor. Belki de Japon manga ve anime sanatçısı Hayao Miyazaki’nin şu sözlerine kulak vermek gerekiyor: “Modern hayatın çökmesini ve her yeri yabani otların kaplamasını sabırsızlıkla bekliyorum.” Edebiyatta da son yıllarda öne çıkan yönelim “iklim-kurgu” değil mi?
İlerlemekten ziyade bir arada huzurlu, paylaşımcı ve insanın içerisinde güzel ve sıcak duygular uyandıran bir hayata doğru yönelmek gerekliliği ortada. Ve konuşuyor Oberman: “İnsan yok olurmuş. Olabilir. Ama dayanarak yok olalım. Kaderimiz hiçlikse bile, bunu kendimiz hak etmiş olmayalım.” Oldukça dağınık bir yazı yazdığımın farkında olsam da, her şeyin tek tek ve parça halinde olduğu, tüm kelimelerin çıkıp “Ben bir cümleyim!” diye iddialarda bulunduğu, bunun yerine diğer kelimelerle bir araya gelip bir cümle oluşturamadığı şu dağınık zamanımızda, eh, varsın benim de bu yazım biraz dağınık olsun. Ve altmışlarda, ailelerden muktedirlere kadar pek çok sistemin rahatsız olduğu rock and roll rüzgarını tekrar arkamıza almak, o işçi sokaklarından çıkıp rock yıldızı olarak dünyadaki sayısız insanın kalbine dokunanlara tekrar yüzümüzü çevirmek lazım belki de. Müziklerini sevmeyenler felsefelerine de bir bakabilirler. Ve ilk sözümüz son sözümüz olsun:
Dikkat dikkat: Bu yazı, şayet kendini doğrulamak istiyorsa, son noktasında kendini imha ettiği gerçeğini de kabul etmek zorundadır. Yoksa bu yazının içtenliğine ve dürüstlüğüne inanmak kabil değil.
İlk yorum yapan siz olun